10. Bölüm

ŞEYTAN SADECE SUNAR, İNSAN İSTERSE SEÇER

      İkinci pilot kaptanın odasından sessizce sıvıştı, kendi odasına girerken bir meyve suyu kokteyli ve tek bir rakıyla bu geceyi atlattığına seviniyordu. Saatini kurdu, gözü yataktan başka bir şey görmüyordu. Odadaki ışıkları kapattı, sadece yatağın karşısında duran tabloyu aydınlatan küçük lamba kaldı. Yumuşak yatağa kendisini bıraktı, gözlerini tabloya dikti. Arkada soğuk bir sonbahar göğü çizili, ötelerde, sıradağlar üstünde kaçan bulutları kovalayan rüzgâr. Önde, kurumuş otlarla kaplı bozkır, son yağmurlarla ıslanmış, kararmış yolun iki yanında kırık çalılar, çamurlu yolda iki yolcunun ayak izleri durmakta. Yol uzaklarda silinip giderken izler de belirsizleşiyor. Birer adım daha atsalardı, çerçevenin arkasında kaybolacaklardı sanki.

                                                 

      Saatin devamlı çalan alarmının sesiyle uyandı ve aniden yataktan fırladı. Bir anda, biraz baş dönmesi oldu ancak kendisini zinde ve oldukça iyi hissediyordu. Tıraş oldu, duş aldı, giyindi, çantasını topladı ve asansöre binerek aşağıya indi. Ekibi havaalanına götürecek olan aracın kalkışına beş dakika vardı. Araç dışarda bekliyordu bile. O da dışarı çıktı çantasını araca yerleştirdi, aşağıya indi ve etrafı seyretmeye koyuldu. Sabahın erken saati olmasına karşılık hava ısınmaya başlamıştı bile. Yaprakların üzerindeki çiğ taneleri yaprakları olduğundan farklı gösteriyor, hoş görüntüler oluşturuyordu. Otelden ayrılma zamanı gelmişti ki kapıda amir ve diğer üç memur göründü. Amirin onları toplayarak birlikte aşağı indikleri belli oluyordu. Kabin memurları ikinci pilota “Günaydın” dedikten sonra sanki suçlu çocuklar gibi birbirlerinin arkalarına saklanarak araca bindiler ve yerlerine oturdular. Pilotla amir ise otelin çıkış kapısının hemen yanında manzaralı bir bölgeye doğru yürüdüler ve kaptanın gelmesini beklemeye başladılar. Bu arada göz göze gelmemeye çalışıyorlardı, akşam olanlardan bahsetmek ikisini de mutlu etmeyecekti. Hareket saatini beş dakika geçirmişlerdi ancak kaptan hâlâ ortalarda görünmüyordu. Kabin amiri sadece pilotun duyabileceği kısık bir sesle “Şişede durduğu gibi durmuyor” dedi ve kaptana telefon etmek üzere otelin otomatik açılan kapısından içeri tekrar girdi.

 “O yalancıların şahıdır. O doğrucuların en içtenlikli olanıdır. Onun yolu çıplak gerçeğe çıkar, ölüme çıkar. O duru bir görüş kazandırdığı gibi, bulanık düşler de verir. O hayatın düşmanıdır ve hayatın bilgeliğine sığmayan bir bilgelik öğretir. Geçmiş hayatından sürü sürü anılar, hepsi de büyük bir resmigeçitteki askerler gibi, düzenli sırlar içinde, hareket halindedir.”

      Pilotun yüzündeki tebessüm yerini, amirin “Kaptana ulaşamıyorum, gidip odasını açtırarak bakmamız gerekiyor” cümlesiyle birdenbire endişe ve telaşa bıraktı. Kabin amiriyle birlikte Resepsiyona giderek durumu ilgiliye ilettiler ve bir görevli elindeki anahtarla onlara eşlik etti. Her ihtimale karşı bir de güvenlik personeli istediler. Odaya geldiler ve kapıyı açmak hiç de zor olmadı. Kaptan elbiseleriyle yatağının üzerinde hareketsiz yatıyordu. Kabin amiri pilotun kulağına eğilerek fısıltıyla ‘‘Akşam bıraktığım şekilde kalmış” dedi. Bu arada aralarında bir şey olmadığını da ima ediyordu. Kaptanı sırt üstü çevirdiler ancak onun kalkmaya hiç niyeti yoktu, tekrar diğer tarafa döndü. İkinci pilot, kabin amirine “Siz ekiple birlikte uçağa gidin ve hazırlıklarınızı yapın biz taksiyle geliriz,” dedi.

      Otel görevlisi ve pilot birlikte, zor da olsa kaptanı kaldırdılar ve giyinmesine yardım ettiler. Pilot kaptanın eşyalarını topladı, çantasını aldı ve aşağıya indirdi. Onun değil uçmak, ayakta durması bile mucizeydi. Bir kahve içtikten sonra doğruldu ve ağzında sözcükleri geveleyerek “Haydi, gidelim,” dedi.

      Kapıda bekleyen taksiye binerek havaalanının yolunu tuttular. Takside pilot kaptana ne yapacaklarını sordu, aldığı cevap karşısında şaşırmamak elde değildi;

“Arkadaş ben karışmam, bir kenarda otururum, sen gidersin.” Bu cevap pek tatmin edici değildi, çünkü uçak iki kişinin uçurulmasına göre tasarlanmıştı, özellikle yerde taksi yapılması ve uçağın pist içinde yer almasını kaptan sağlamak zorundaydı.

“Tamam, öyle ters ters bakma, piste kadar götürürüm seni sonra ne yaparsan yap.”

                                           

      Havaalanına geldiler ancak taksiden inerken yolcuların bu durumu fark etmeleri hiç de hoş bir şey olmayacaktı. O nedenle kaptana, taksi içinde beklemesini ve uçağa gitmek için şirket arabasını getireceğini söyleyerek oradan ayrıldı. Biraz sonra şirketin meydan içinde de görev yapan araçlarından biriyle geri döndü. Bu araca binerek kimseye görünmeden doğruca uçağın kapısına kadar gittiler. Görevliyle birlikte onu zor da olsa merdivenden yukarıya çıkartarak kaptan koltuğuna oturmasına ve bağlanmasına yardım ettiler.

      Uçağın kapılarının kapanmasına on dakika kalmıştı, bu nedenle hemen yolcunun uçağa gelmesi için terminalde anons yapıldı. Kabin amiri elinde iki bardak koyu kahve ve atıştırmalık birkaç şeyle kokpite geldi. Kahveyi kaptana uzatırken;

“Kaptanım iyi misiniz?” Sorusu ister istemez dudaklarından döküldü. Cevap küfürle karışık argo olarak kendisine döndü;

“Ben bu uçağı popomla uçururum.” Amir uçağı uçuş için hazırlayan ikinci pilota soran gözlerle baktı, sonra pilotun küçük bir baş hareketiyle ikisi beraber dışarı çıktı. Tüm ekip tedirgindi, böyle olması da doğaldı. Pilot, kaptanla konuştuğunu, uçuşun problem olmayacağını belirtti.

                                             

      Pilotlardan birinin uçamaz durumda olması halinde neler yapılması gerektiğinin antrenmanının eğitim olarak defalarca yapıldığını anlatmaya çalışıyordu ki kabin amiri, bu eğitimin kalkışı kapsadığını sanmadığını söyledi. Gerçekten de çok haklıydı, değil bu durumda kalkmak, her şey yolunda gitse bile bir şikâyetin nelere mal olacağını hepsi biliyordu. Durum, aşağıya tükürsen sakal, yukarıya tükürsen bıyık misaliydi. Amir, ikinci pilota dönerek;

“Kaptanım size güvenim sonsuz ancak, son defa sormak ihtiyacını hissediyorum, emniyetle gidebilecek miyiz? Dün geceden beri hepimiz hatalıyız. Yaptıklarımızın hesabını hiçbirimiz veremeyiz. Bu uçuşu geciktirirsek de hepimizi bu şirketten atarlar.”

      Şimdi karar verme zamanıydı, hiç istemediği bir olayın içinde kendisini buluvermişti. Bundan böyle ne pahasına olursa olsun böyle bir olayın olmasına müsaade etmeyecekti ancak bu günü ve ekibi kurtarmak gerekiyordu. Burada onun kendine olan güveni ve hisleri bir problem olmadan bu uçuşun gerçekleşeceği yönündeydi. Kabin amirinin kocaman kara gözlerinin derinlerine bakarak, emniyet telkin eder şekilde;

“Hiç korkmayın hiçbir problem olmayacak, ben Hava Kuvvetleri’nde yirmi altı yıl kimsenin yardımı olmadan, yalnız ve tek kişilik muharip jet uçağında uçtum. Burada da öyle yaparım, hava güzel, yol çok kısa, uçak yeni, trafik sorunu yok. Hiç endişeniz olmasın.”

                                             

      Antalya’dan kalkış için pist içine kadar hafif zikzaklar yaparak geldiler, kaptan koltuğunu geriye doğru çekerek “bundan sonrasına karışmıyorum” dedi ve başını koltuğun arkalığına yaslayarak gözlerini kapattı. Kalkış, rotada uçuş ve İstanbul’a iniş hiç sorunsuz gerçekleşti, park yerine de yine kaptanın yardımıyla rahatlıkla gelerek park ettiler. Yolcu indikten sonra kaptan yerinden kalktı ve hiç bir şey olmamış gibi çantasını alarak uçaktan çıktı ve kapıda diğer ekip üyelerinin gelmesini beklemeye başladı. İkinci pilot kokpitteki işlerini bitirdikten sonra yerinden kalktı ve belini zor doğrulttu. Stresten kaskatı kesilmiş vücudunun dayanılmaz ağrısını sağ kürek kemiğinin altında toplanmış gibi hissetti. İçinden hem Tanrıya dua ediyor hem de bir daha böyle bir olaya karışmayacağına yemin ediyordu. Yıllar geçtikçe alınan tedbirler ve bilinçli pilotların yetişmesiyle bu olayların sıfıra inmesine de tanıklık etmişti.

                                           

      Ekip halinde kendilerini terminal binasına kadar getirecek olan araca bindiler, kaptan hâlâ tam olarak kendinde değildi sanki. İkinci pilot eski hocasına dönerek;

“Eve neyle gideceksiniz?”

“Kendi arabamla geldim, onunla gideceğim.”

“İsterseniz ben sizi bırakayım, sonraki uçuşa taksi ile gelirsiniz.”

“Olmaz araba bana bugün lazım,” dedi. O arada kabin amiri ile bakışları karşılaştı ve amir hemen söze girerek, kaptana ayılmak için biraz daha zaman kazandırmak için kendi teklifini ısrarcı ses tonuyla ortaya koydu;

“Haydi, kafeteryaya gidelim, size birer Türk kahvesi ısmarlayayım, uçaktaki kahvelerden bir şey anlaşılmıyor. Hem size fal da bakarım.”

       Terminale geldiklerinde ekipten diğer üç kız servis arabasının kalkacağı durağa gitmek üzere onlardan ayrıldı. Kaptan, ikinci pilot ve amir hep beraber kafeteryaya gittiler. Kabin amirinin ısmarladığı sade kahvelerini yudumlarken, amir bir önceki ay Taşkent’te yaşadıkları bir olayı anlatmaya koyuldu:

                                              

      Taşkent’e üç günlük yatı görevi için gitmiştik. Yatının ikinci günü akşam hava karardıktan sonra, otelden çıkarak şehrin kalburüstü bir restoranında, canlı müzik eşliğinde yemek yedik, içtik dans ettik.

      Restoran çok hoşumuza gitmişti; yöresel dekorlar kullanılarak duvarlar dâhil, yer ve tavan süslenmişti. Çok büyük olan bu kapalı mekânın içerisinde yapay bir dere akıyordu ve üzerine küçük köprüler yerleştirilmişti. Masalar da dekora uyumluydu, hatta bazı bölmelerde kerevet adı verilen yöresel sofralar da hazırlanmıştı ve bu sofralar yerli halk tarafından oldukça rağbet görüyordu. Kazan kebabı ve şarap harikaydı. Kulağımızın yabancı olmadığı namelerle çalan orkestra Tarkan’ın parçalarını çalmaya başladığında biz de yerimizde oturamadık tabii ki.

      Saatler gece yarısına yaklaşırken hepimiz çakır keyif olmuştuk ve gecenin devamını getirmek üzere bir gece kulübüne gitmeye karar verdik. Zaten bütün gün uyuduğumuz için gayet zinde ve neşeliydik. Ertesi gün de buradaydık, o hâlde geç saatlere kadar eğlenmekte bir sakınca yoktu. Restoran’dan dışarı çıkarken hafif başım dönmeye başladı hemen kaptanın koluna girerek durumu idare etmeye çalıştım, zaten kısa bir süre sonra da kendime geldim. İki taksiye taksim olduk ve gece kulübüne geldik, bizim Türk olduğumuzu anladıklarında ‘Biz Türklerden para almayız’ şeklindeki ifadeyle birlikte, içeri parasız giriş yaptık. İçeri girdiğimde şaşkınlığımı gizleyemedim, ben Avrupa’da dahi böyle güzel bir yer görmedim. Kızların güzelliği bir tarafa, inanılmaz dekorları, mobilyaları ve ışıklandırması vardı. Sahne düzeni ve gösteriler muhteşemdi, bu arada oldukça erotik gösterilerin de hakkını vermeden geçemeyeceğim.

      Bizim kulübe gittiğimiz saatten başlayarak, size önce ne yapmanız gerektiğini ve nasıl dans etmeniz gerektiğini öğretiyorlar. Ondan sonra kim kimi kaptıysa dans ediyor. İkinci pilot, saf numarası yapıp genç bir Rus kızı kapmıştı. Sonra muhabbeti ilerletti tabi. Bence değişik bir aktivite olmasını istiyorsanız bu mekâna gitmelisiniz. Genç pilot gecenin ilerleyen saatlerinde kaptanın kulağına bir şeyler fısıldayarak ortadan kayboldu. Ancak geri dönmesi on dakika bile almadı, nefes nefese geri döndü. Kızla beraber öyle izbe ve korkutucu sokaklara girmişlerdi ki korkudan koşarak geri döndüğünü söyledi.

      Aslında ben bizim erkekleri pek anlayamıyorum, her tarafta domuz etli yemekler, dürümler satılırken nasıl karnını doyurabileceklerini bilmezler ve domuz eti yemezler. İş başka şeye geldiğinde sonuna kadar giderler, değil mi? Bu nasıl Müslümanlıktır. Her hâlde dini olarak bazı alışkanlıklar çağrışım yaptırıyor; imam nikâhı, muta nikâhı gibi. Bu konuda herkes kendi fikrini söylerken derin bir sohbete girdiler. Bu arada kahve sohbetine katılanlar artmıştı. Uçuşa gidecek olup zamanları olanlar da bu ilginç sohbete katılmaya başladılar. Bu sayede yeteri kadar zaman kazanmışlardı ki kaptanın cep telefonu çaldı, karşı tarafta bir kadın sesi yüksek sesle bir şeyler söylüyordu, kaptan cevap olarak;

“Karıcığım biraz geciktik de, hemen geliyorum.”

                                           

      Hep beraber kalktılar ve araç park yerine doğru yürümeye başladılar. Park yerine geldiklerinde birbirleriyle vedalaştılar. Amirle kaptan yavaş yavaş uzaklaşırlarken, pilot da durmuş onları izliyordu. Kol kola girmişlerdi, üniforma ile uyuşmayan bir görüntü oluşmuştu. Bazı şeylere fırsat vermemek için ne kadar dikkatli davranılsa da dedikodular yine de hızla yayılıveriyordu. Son zamanlarda onları sık sık birlikte görmüşlerdi. İlkel bir telsiz telgraf türü olan, ama elektronik beyin hızıyla iş gören dedikodu makinasının bu olayı kaydettiğinden emindi. İkinci pilot daha uzakta olan arabasına doğru yürüyüşünü sürdürdü. Şimdi yalnız kalmıştı arabasına oturdu ve motoru çalıştırmadan bir süre sessizce, öylece oturdu.      

      Düşünüyordu, “insanlar neden içer?”

      Şansları yaver gittiyse içerler. Şansları yoksa şansları gelsin diye içerler. Eğer şansları kötüyse, bunu unutmak için içerler. Bir ahbaba rastladıklarında içerler. Arkadaşlarıyla kavga edip onu kaybederlerse içerler. Aşkları başarıyla taçlanırsa, öyle mutlu olurlar ki, mutlaka içmek zorunluluğu duyarlar. Aşkta kaybetmişlerse, bu sefer mutsuz oldukları için içerler. Yapacak bir şeyleri yoksa o vakit yapacak bir sürü şey bulacaklarından emin olarak, kafayı çekerler. Ayıkken içmek, sarhoş olduklarında da daha çok içmek isterler.

DEVAM EDECEK…

 

Adnan Koscagiz
Adnan Koscagiz son yazıları (Hepsini Gör)
0

Bu yazıyı da okuyabilirsiniz

Çocukluk Çağımız Daha Güzeldi Sadi Geyik

Anı

2 Yorumlar

  1. Teşekkür ederim.

    0
  2. Ilginç bir anı okudum. Elinize sağlık.

    1

Bir cevap yazın