12. Bölüm

YA BİR YOL BUL, YA BİR YOL AÇ, YA DA YOLDAN ÇEKİL

      Eğer bir havayolu şirketinde uçuş görevindeyseniz, bir ayın yaklaşık on beş günü evinizden uzaktasınız demektir. Evden uzak olmak demek; çok değişik ülkelerin değişik şehirlerinde, birbirinden farklı otellerde kalmak anlamını taşımaktadır. Hatta her gece başka bir otelde kalmak, değişik yataklarda yatmak, farklı yastıklar kullanmak anlamını da taşır. Çoğu zaman gidilen yerde sadece istirahat için zaman olmakta, otele girilmesi ve çıkılması, sanki göz kapatıp açma süresi içinde gibi hissedilmektedir. Şayet bir tam gün boş zaman kalıyorsa ekip kendini şanslı ve mutlu hissetmektedir.

                                        

      Her ülkenin ve her şehrin kendine göre değişik ve görülmesi gereken yerleri olması gayet doğaldır. Ancak görülecek yerlere bir veya iki defa gidildikten sonra cazibesini yitirmektedir, cazibesini yitirmeyen sadece unutulmayan damak tatları ve alışveriş çılgınlığı olmaktadır. Keseyle direk ilişiği olan alışveriş için de ucuz mal satan yerler ön plana çıkmaktadır. Dolayısıyla bu tür yerlerin çoğunluğu yöresel pazarlarda ve çarşılarda bulunmakta olduğundan, tüm ekip üyeleri gidilen şehirdeki pazarların tümünden haberdardır.

      Özellikle hosteslerin büyük bir çoğunluğu bu konularda kendilerini çok iyi yetiştirmişlerdir. Pilotların ise esas ilgi alanlarını, damak tatları, gösteriler ve gezinti yerleri oluşturmaktadır. Ekibin genel ilgi alanlarını kesinlikle bu şekilde ayırmak da bazen insafsızlık olabilir. Bayanların ve erkeklerin ilgi alanları bazen örtüşmektedir. Alışverişi çok seven erkekler olduğu kadar, değişik yemekler seven bayanların da hakkını yememek gerekir. Bazı durumlarda ise değişik nedenlerden dolayı karın doyuracak bir yer dahi bulunamayabilir. Bu durumda mecburen yanında getirdiği azıktan istifade etmek zorunda kalınabilir, böylece tüm ekip birlikte hareket etmek mecburiyetinde olabilir.

                                              

      Alış veriş yapmak, bunu yaparken de pazarlık yapmak dünyanın bütün pazarlarında sanki standart hale gelmiştir. Peki, pazara veya çarşıya giderken oraya uygun kıyafet giymek gerekir mi? Çoğu kez cevap; evet olmalıdır. Eğer evet olmalıysa mutlaka uygulamak da gerekmez mi?

      Bayanların tek başlarına dışarıya çıkarak gezemeyeceği ve alış veriş yapmanın da sıkıntılı olduğu bir ülkenin çok bilinen bir şehrinde iki gün yatı göreviyle gidiyorlardı. Pilotların dışında kalan dört kabin görevlisi bayandı. O hostes hem güzel, hem alımlı hem de sarışındı, yani gittiğimiz ülkede bir ordunun içinde dahi fark edilebilecek cinstendi.

      Henüz İstanbul’da uçuş öncesi brifing yapılıyordu. Kaptan kızları uyararak, oranın kültürünü ve insanların davranışlarını tek tek anlatmıştı. Gidilecek şehirde dışarıya çıkarken mutlaka uygun kıyafetlerin giyilmesi gerektiği, şayet çantalarında yoksa en azından arkadaşlarından ödünç giysiler almaları gerektiğini ikaz etti. Hostes odasında birçok arkadaşları olduğu muhakkaktı, onlardan olmasa dahi nöbetçi ekipten de yardım alabilirlerdi. Böyle durumlarla karşılaştıklarında mutlaka yardımlaşmada bulunuyorlardı.

                                           

      Akşamın ilerleyen saatlerinde tam dolu yolcu ve yakıtla kalkış yaptılar. Yol boyunca herhangi bir olumsuz durum olmaksızın varış meydanına iniş için alçalmaya başladılar. Uçak doğuya doğru alçalmaya devam ediyordu. Bulutsuz açık bir hava olmasına rağmen yeryüzündeki şehirlerin ışıkları çok cılız olarak gökyüzüne yansıyordu. Güney doğu yönünde ise hafif pusla kaplı olan okyanus uçsuz bucaksız görüntüde olup sanki gökyüzüyle birleşmişti. Yarım ayın ışığında gece mavisi, siyah ve gri renkler açıkça seçiliyordu. İniş paternine girmek için sürat düşürülerek yaklaşma kontrol radarının kontrolünde yaklaşmaya devam ediliyordu. Beş bin feetin altına inilirken kara üzerindeki pus ve şehrin kirli havasının meydana getirdiği sarımtırak renkle birlikte şehrin ağır kokusu da hissedilmeye başlandı. Radar operatörünün ağzında sanki çakıl taşları vardı ve onları ağzının içinde çevirirken konuşuyor hissini veren İngilizcesini anlayabilmek için pür dikkat onu dinliyorlardı. İnişten sonra pisti terk ettiklerinde uçağı park yerine götürmek için gelen araç “Fallow Me” yazan ışıklı lambalarını yakmış onları bekliyordu. Onu takip ederek park yerine geldiler ve yolcular inmeye başladı.

      Yolcuların arasından uçak kabinine doğru süzülen; zayıf, koyu esmer ve badem bıyıklı yer hizmetleri görevlisi kabin amirine; “Hoş geldiniz,” diyerek amirin arkasındaki boşluğa sıkıştı.

Yolcular indikten sonra da amire; “Lokum getirdiniz mi?” diye sordu. Amir çantasının bulunduğu küçük dolaba doğru uzandı ve içinde Türk lokumunun olduğu küçük bir kutuyu görevliye uzattı. Gözleri parıldayan görevlinin; “Gümrük memurlarına da var mı?” sorusuna, amirin cevabı kısaydı; “Evet.”

                                    

      Tecrübeli ve kıdemli olan amir diğer hostes arkadaşlarıyla da görüşerek yarım kiloluk kutulardan on adet lokum alarak çantasında getirmişti. Bunlar açıkçası rüşvet içindi. İşlerin çabuk ve pürüzsüz hallolması için o ülkede bunlar doğal şeylerdi. Gümrük için, ülkeye giriş ve çıkışta ayrı ayrı hazırlamanız gerekiyordu. Eğer lokumu getirmezseniz bütün çantanızı ortalığa döküp, didik didik arıyorlardı. Türk lokumu onlar için çok değerli ve özel bir hediyeydi. Gümrükten geçerken o ekibin şefi de sizi karşılayanlar arasında oluyordu. Gümrük kontrolüne giriş ve çıkışta ikişer kutu lokum, bütün ekip için yeterli oluyordu. Çantalarınız hiçbir işlemden geçmeden gümrükten geçiyordu, bazen içindeki içki şişeleri dahi görmezden geliniyordu. Oysa bu ülkede içki yasağı vardı, satılması ve içilmesi kesinlikle yasaktı, ayrıca cezası da çok ağırdı. Buna rağmen otelin restoranında rakı içmenize dahi göz yumuluyordu, tabii ki lokumu verdiyseniz.

      Ekibi şehirde gezdiren ve onların korumalığını yapan şoför ile alışveriş yapacağınız dükkân sahiplerini de göz ardı edemezdiniz. Terör nedeniyle zaten şehirde elini kolunu sallayarak gezmek mümkün olmadığından alış veriş yapılan çarşılar ve dükkânlar belirliydi. Bütün bu işlemler için amirler ve kaptanlar hazırlıklı olarak geliyorlardı.

                                              

      Gün ışırken otele giriş yaptılar, beş yıldızlı olan otelin kapısından içeri girerken karşılama çok hoş oluyordu. Şehrin ağır pis kokulu havasından sonra klimalı ve ağır esansların koktuğu lobiye girmek insana bir az olsun ferahlık veriyordu. Bir süre sonra bu esans kokuları diğerleriyle karışarak yine hoş olmayan şekle bürünüyordu ancak yapacak bir şey olmadığını kabul ederek, ister istemez duruma alışmak zorunda kalınıyordu. Şimdi uyku ve istirahat zamanıydı. Öğleden sonra lobide buluşmak üzere tüm ekip elemanları odalarına dağıldı. Kaptan uzun uçuşun yorgunluğunu ve radyasyonu atmak için duşa girdi, akan suyu ağzına ve burnuna almamaya özen göstererek kısa bir süre ılık suyun altında kaldı ve çıktı. Akan suyun mikroplu olabileceği kendilerine defalarca hatırlatılmıştı. Bu nedenle hasta olanların sayısı da az değildi. Aslında bu ülkelere gelirken birçok aşı oluyorlardı, demek ki onlar da yetersiz kalıyordu. Yatağın karşısına yerleştirilmiş olan televizyonu açtı, kanallarda gezinirken uyumuştu.

      Uyandığında ter içinde kalmış, her yeri tutulmuştu, klima son hızla çalışmaya devam ediyordu ancak oda sıcaklığı hâlâ rahatsız edecek durumunu koruyordu. Giyindi lobiye indi, biraz erken geldiğinden, henüz ekipten kimse ortalıkta görünmüyordu. Koltuklardan oluşan oturma guruplarından bir tanesine ilişerek etrafı incelemeye koyuldu. Özellikle yöre kadınlarının görünümleri her zaman ilgisini çekiyordu. Kadın giysileri oldukça fazla özenliydi. Renkli ve şık giyimlerini, gösterişli takılar ve kına tamamlıyordu. Bellerini açıkta bırakan kıyafetleri de oldukça ilgi çekiciydi.  Genç bayanlar çoğunlukla dar şalvarı tercih ediyordu. Kapalı bayanlar şallarını başlarını örtmekte kullandıkları gibi, genelde ise boyunlarını ve kollarını örtmek ve süs amaçlı da kullanıyordu.

                                                               

      Bu arada ekip üyeleri toplanmaya başlamıştı, önce amir sonra ikinci pilot ve daha sonra da diğerleri geldiler. O da ne, etrafta bulunan bütün gözler asansörden inerek salına salına kendilerine doğru yaklaşan kızın üzerindeydi. Sarışın afet dar kısa bir şort ve üzerinde derin dekolte, kolsuz bir gömlekle kendilerine doğru ilerliyordu. Kaptan ve amir soran ve tedirgin gözlerle birbirlerine bakakaldılar. Amir kaptanın önüne geçerek kıza bu şekilde dışarıya çıkamayacağını anlatmaya çalışıyordu ki, kız; “Bana karışamazsınız, istediğim gibi giyinirim,” dedi. Kaptan araya girerek;

“Biz sana gerekenleri hatırlattık, bundan sonra olacaklardan hiçbirimiz sorumlu değiliz,” diyerek otel kapısı önünde bekleyen birinci araca doğru yöneldi. Her geldiklerinde onları gezdiren ve güvenilir oldukları tecrübelerle sabit olan şoförler, aynı zamanda koruma hareketleriyle kapıları açtılar. Kaptan öne şoförün solundaki koltuğa, amir ve çılgın memur da arka koltuğa oturdular. Tüm eski İngiliz sömürgelerinde olduğu gibi trafik soldan akıyordu, dolayısıyla şoför sağda oturuyordu, bir defasında kaptan alışkanlıkla sağa oturmak için hamle yaptığında, şoförün esprisi inceydi, “bayım müsaade ederseniz arabayı ben kullanayım.”

                                       

      İkinci pilot ve diğerleri de ikinci araçta yerlerini aldılar ve her zamanki alışverişi uygulamak üzere yola koyuldular. Önce yakınlığı nedeniyle tahtacılar çarşısı denilen, ağaç oyma heykelcikler, sehpalar, dekoratif ev aksesuarlarının bulunduğu havasız, basık ve çok sayıda küçük dükkânın yan yana yer aldığı çarşıya gitmeye karar verdiler. Çarşı yakındı ancak trafiğin inanılmaz keşmekeşliği nedeniyle, araçlar çok yavaş ilerliyordu. Ortalama bir caddeye baktığınızda gördüğünüz araçların neredeyse yarısı motosiklet/bisiklet ve otomobil geriye kalanlar ise eşek/at arabası, süslü püslü kamyonlar ve otobüslerdi.

                                                  

      Tüm bu araçlar herhangi bir şerit kavramı gözetmeden, uygulanmayan ve yok sayılan trafik kurallarını çiğneyerek, olabildiğince hızlı şekilde ve büyük bir ahenk içinde hareket ediyorlardı. Sürücüler acayip sakindi. Asla ama asla sinirlenmiyorlardı. Öndeki adam yolu kapatmış tıngır mıngır gidiyor, bizim şoför kornaya bir basıyor, 45 saniye kesintisiz. O kadar uzun çalan korna gerçekten sinir bozucu. Öndeki adam yavaş yavaş sola geçip ona yol veriyor. Ne geçen, ne geçilen en ufak bir sinir yapmıyor. Bazen arabalar kafa kafaya geliyor. İşte şimdi çarptık diyorsun, duruyorlar son anda. Biri ötekine ne biçim gidiyorsun be kardeşim demediği gibi hiçbir şey olmamış gibi devam ediyorlar. Alışık olmayanlara keşmekeş gibi gelen trafik ve hiç durmamacasına çalan korna sesleri arasında nihayet çarşının kapısına ulaştılar.

      Arabadan inişte yere basarken ve yolda yürürken çok dikkatli olmak gerekiyordu.  Özellikle kaldırım kenarlarından ve yol kenarlarından geçerken kıpkırmızı bir tükürüğe basmak işten bile değildi. Özellikle insanların yürümek için kullandıkları yollar taze veya kuru tükürükler nedeniyle kırmızımtırak, kiremit rengine boyanmış gibi görünebiliyordu. Yolda, orada burada kaldırıma eğilip kan kusar gibi görünen birini fark edince anlaşılmalıdır ki o, çiğnediği paanı tükürüyor. Paan denilen şey; bu bölgede tüketilen bir çeşit, tuhaf şey. Evet şey. Çünkü benzetebilecek başka bir şey yok. Batel denilen bir ağacın yaprağı alınıyor, içine kırk çeşit alakasız şey konuluyor. Baharatlar, otlar, reçeller, şekerler, acı şeyler, keyif verici tohumlar… Bu yaprak bohça yapılarak, ağza alınıp çiğneniyor. Neymiş; nefesi temizliyor, keyif veriyor ve hazmı kolaylaştırıyormuş. Bunu çiğnediğinde ağzı kıpkırmızı oluyor. Ama kan kırmızı bir renk.

                                                 

      Araba durduktan sonra önce şoförler iniyordu ve şoförün biri önden diğeri de arkadan giderek ekibi korumaya çalışıyordu. Pilotlar da biri önde diğeri arkada olarak konvoy oluşturdular. Daha çarşı kapısından içeri girerken adeta bir insan yığını oluşmuştu bile. Çarşının daracık koridorunda ilerlemek adeta bir işkenceyi andırıyordu. Bir anda ne olduğunu anlamadan sıkışan kalabalığın baskısı altında kaldılar. İri yarı şoförün tehditkâr bağırışları ve çabası da fayda etmiyordu. Aynı anda kızların çığlıkları ve özellikle özgür kızın sesi yeri göğü inletiyordu. Şoförler, kaptanların da yardımıyla, kalabalığın arasından kızları bir dükkâna sokabildiler. Onları sıkıştıran bu esmer tenli, yağlı siyah saçlı ve gözlerinde beyazdan çok kan rengi baskın olan adam güruhu kapının dışından içeriye bakmaya devam ediyordu.

                                                                              

      Ülkede İngilizce bilmeyenlerin sayısı oldukça azdı, bu nedenle de esnafla anlaşmak da kolay oluyordu. Hatta satıcıların bir kısmı az da olsa anlaşacak kadar Türkçe konuşmaya çalışıyordu. Sığındıkları dükkânın sahibi, kıza uygun bir giysi bulmak için dışarıya çıktı ve elinde birtakım kumaşlarla, kısa sürede geri döndü. Uzun şerit şeklinde değişik renk ve desende kumaşları elinde tutuyordu. Bu uzun kumaş vücuda sarılarak elbise haline geliyordu. Getirdikleri arasında bir şalvar ve büyük bir başörtüsü de vardı. Genç kız bu ince şalvarı ve başörtüsünü deneyerek bunda karar kıldı. Diğer kızlar da bu örtülerden birer tane alarak başlarından aşağı göğüslerini, kollarını örtecek şekilde sarkıttılar. Görünüşleri alışılmadık olsa da en azından hem kızlar, hem de pilotlar kendilerini emniyette hissetmeye başlamışlardı. Aslına bakılırsa ülkenin kadınları çarşı içinde hiçbir problem olmadan geziyor ve alış veriş yapabiliyorlardı, beklenmeyen bir şekilde sosyal hayatta sanıldığından daha katılımcıydılar. İnsanlar aileleri, eşleri ile yemeğe gidiyorlar. Kadınlar tek başlarına veya kadın kadına dışarı çıkıp gezebiliyor, yemeğe, eğlenceye gidebiliyordu. Ancak bu uçuş ekibindeki bir kişinin durumu buradaki toplumun dışlayacağı cinstendi.

      Mevlana Mesnevi’sinin bir yerinde;

      “Kadını ekmeğe benzetmektedir. Herkesin hatta yoksulun bile bulduğu, yiyerek karnını doyurduğu ekmeğe! Kadını örten, kimseye göstermeyen, kapatan adamı da, koltuğuna bir somun ekmeği alıp onu göstermemekte ısrar eden kişiye!” benzetmektedir. Yine şöyle devam eder ve der ki; “Somunu göstermemekte ısrar eden kişi, karşısındakinin görme duygusunu kamçılar. Çünkü insanlar yasaklandığı şeylere karşı daha ihtiraslı olurlar. Hâlbuki kadın iyi ise kötülükte bulunamaz. Onu örtmek, iki taraftan da ilgiyi, hırsı artırmaktadır. Böyle bir ısrar içinde bulunmak bir düzen oluşturmadığı gibi, kötülüğün artmasına da sebep olur.”

      Mevlânâ’ya göre dünya; her şeyin, her şeyle, canlının emsali canlı ile bir çekim alanı içinde buluştuğu bir yerdir.

 

DEVAM EDECEK…

Adnan Koscagiz
Adnan Koscagiz son yazıları (Hepsini Gör)
0

Bu yazıyı da okuyabilirsiniz

Çocukluk Çağımız Daha Güzeldi Sadi Geyik

Anı

Bir yanıt yazın