12. Bölüm

Kırıkhan’dan ve Muhittin’den ayrılmak kolay olmamıştı ikimiz için. Otobüsün üstüne yerleştirdiğimiz denkler bir güzel bağlanmış, ev sahiplerimizin elleri öpülmüş, Muhittin’in garaja gelmek istemesini “ben dayanamam! Orada ağlarım, en iyisi burada helâlleşelim” diyerek birbirimize sarıldık, Nizam ustanın korna sesiyle birbirimizden ayrılabildik. Demek “yaşam” dedikleri öyle bir şey; sev, sevil, yaşa ve ayrıl. Biraz sevgi, biraz saygı ve acı bir ayrılık.

Ortaokulu bitirdiğime sevinsem mi, üzülsem mi bilemiyorum. Beni okuldan uzaklaştıran zihniyet bana iyilik mi yaptı, kötülük mü yaptı ona da karar veremiyorum. Karmaşık düşünceler içindeyim, zihnim de net değil. Orta sonu Reyhanlı’da okusaydım bu kadar arkadaşla tanışamayacaktım. Acı ve tatlı hatıralarım olmayacaktı. Okumak için bu kadar hırslanmayacaktım, her şerde bir hayır var dedikleri bu olsa gerek.

Yanımda oturan İsmet sırtını bana dönmüş öyle oturuyordu, dürttüm, oralı olmadı bir daha dürttüm yine ses yoktu, Ahmet oturduğu yerden sessizce küstü dedi, niye ki; ben ne yaptım da bana küstü diye düşündüm, baktım olacak gibi değil omuzundan tuttuğum gibi bana diye çevirdim, sordum, “ne oldu?”

“Bir şey yok, sen pencere camından dışarı bakmaya devam et, yanında it mi oturuyor, insan mı oturuyor belli değil” diyerek sitem etti.

“Olur mu öyle şey, nereden aklına getiriyorsun öyle şeyleri, Muhittin’den ayrıldığıma çok üzüldüm, sen de tanıdın kendisini bizimle ne kadar ilgilendiğini gördün, biz seninle arkadaş değil kardeşiz” dedim, elimi boynuna doladım, “barıştık mı” diye sordum, güldü demek barışmıştık, elimi boynundan çektim, havadan sudan sohbete başladık.

“Şimdi sen Liseye Siirt’e gitmeye kararlı mısın?”

“Evdekiler öyle uygun görüyor, Hikmet’i beraber götür orada göz kulak olursun, Ahmet’i de götür, Antakya’da rahat vermezler, kimsesi de yok bari seninle beraber olursa kimse sesini çıkaramaz” diyorlar. Ahmet, Reyhanlı Ortaokulunda okurken, yakınlarındaki evde oturan ve Reyhanlı’da dışarıdan gelen bir bayanın ufak, tefek alışveriş işlerine yardımcı oluyor, zamanla Ahmet’in aklına giren bayanla aralarında geçen nahoş bir olaydan ötürü suçlanınca, Ahmet tasdiknamesini alarak Kırıkhan’a geliyor. Lise öğrenimi için de şimdi İsmet’le Siirt’e gideceklerdi.

Reyhanlı uzaktan görünmeye başladı, Yeniköy’deki Fransız’lardan kalma tarihi yol taşını döner dönmez cepheden Üçtepe’deki Tayfur Sökmen konağının silueti çam ağaçlarının arasından bütün ihtişamıyla görünmüştü. Hatay Reisicumhuru Tayfur Sökmen ve Hatay’ın anavatana katılışıyla ilgili yapılan plebisit (halk oylaması) neticesinde Türkiye’ye ilhakını, babam zaman zaman anlatırdı, sen daha doğmamıştın diye başlardı. Anam Cüdeyde’de iri yarı âbit (zenci) askerler vardı derdi, o askerlerin daha sonra Fransız sömürgelerinden getirilen lejyon askerleri olduğunu öğrenecektik.

Garaja girmiştik bile, yolcuların çoğu yolda inmiş, köylerine sırtlarında heybeleriyle gitmişti. Babam yanında amcam çocukları, mahalleden arkadaşlarımızla gelmişti, eşyaları indirmek üzere Horoz, otobüsün üstüne çıkarken babama sesleniyordu “Halit ağa, bu eşyaları ben taşıdım, şimdi de indireceğim akşam şarap param senden” deyince babam, “canın sağ olsun, üstüne bir paket sigara da var” dedi.

Eşyalar indi, taşındı ne ben, ne de İsmet elimizi sürmedik, Ahmet biraz zorlandı ama o başının çaresine bakar diye düşündük oradan ayrıldık. Şimdi yeniden ve tekrar Reyhanlı’ya kavuşmuştum. Koca bir yaz mevsimini burada geçirdikten sonra Antakya’daki Lisede öğrenime devam edeceğim.

İki gün önce ayrıldığım baba evine geri gelişim, sanki çoktan ayrı kalmışçasına tevatür bir şekilde karşılanmamı yadırgamıştım. Ne oluyor ne var iki gün gitmemle beni bu kadar mı özlediniz dememe, anam “Ahmet abin geliyor, mektup yazmış, bu akşam Ankara’dan otobüse binecek, yarın öğleye buraya yetişecekmiş.”

Abim askerlik görevini Ankara, Mamak’ta Muhabere olarak yapmış, askerliği biteli bir aydan fazla olmasına rağmen 27 Mayıs Askeri darbesi olduğundan teskereler durdurulmuştu, demek şimdi teskeresi gelen askerleri göndermeye başlamışlar. Bu sevinç gösterisi bana değil, gelecek olan abime yapılacak sevinç gösterisinin bir provası niteliğindeydi. İsmet arkamda duruyordu, sessiz sedasız gitmişti. Eşyaların nerede, getirmedin mi? Getirdim, babam çocukların başında, birazdan gelirler diyerek üstümdeki uzun kollu gömleği çıkarıyordum, hava gayet sıcaktı, yolculuk beni yormuştu, Muhittin’den ayrılmak da cabası. Eşyalar yavaş yavaş gelmeye başlamış, dış kapının önüne yığılmıştı, en son, en ağır olan yatak dengi kapının önünü kapatmış, kapının diğer kanadı açılarak zorla içeriye alınmıştı. Anamın “ne kadar da çok eşyan varmış” demesine, “var ya, az kaldı evleniyordum” sözüme gülerek cevap verdi.

Anam, babam eşyalarla uğraşırken ben odama geçtim, yatağa kendimi bıraktım, sıcağın da tesiriyle uyumuşum. Anam çamaşır kazanını kurmuş neyim var, neyim yok kaynara koyulmuştu, en iyisi buradan kaçmak dedim, öyle de yaptım. Kargaşadan kimse çıkıp gittiğimden haberi olmadı. Babamın kasap dükkanı daha açıktı, Mahmut kapının önüne bir sandalye atmış kapının önünü sulamış müşteri bekliyordu, beni karşısında görünce sevindi yerini bana bıraktı, karşıdaki bakkaldan Ankara gazozumu açtırıp getirdi, sohbete başladık, yarın abim Ahmet geliyormuş, babam söyledi gelsin dükkanı ikinize bırakıp biraz izin yapacağım valla, bıktım usandım, her gün, her gün sabah ezanından akşama kadar çalışmaktan diye dert yandı. Ben çalışırım da senin yerini dolduramam, abim gelir gelmez çalışır mı, orasını bilemem derken soğuk gazozu içiyordum. İkindi namazı okunmuş cemaat namazdan çıkmış, bunu bekleyen esnaf müşterilerini karşılamakla meşguldü.

Sessizce oradan ayrıldım, Asmalı kahvenin yolunu tuttum. İsmet oturmuş kendisinden büyüklerle “domino” oynuyordu, başına dikildim otur dedi ama oturmadım, Süleyman abimin yerine bakıyorum dedi, yan taraftaki masaya oturdum, Süleyman gelince İsmet yerini bırakıp yanıma geldi. Müjdeli haberi verdim, yarın abim askerden geliyor, anam ha bugün gelir, ha yarın gelir diye diye bir hâl oldu. Ne yapalım diye düşünürken kalkıp yürüyüş yapalım dedik, dönüşte Ahmet’e uğrarız bakalım ne yaptı. Bugün Bayır mahallesine gidelim diye düşündük, değişiklik olur, pek gitmezdik Bayır mahallesine, genellikle Çerkez kökenlilerin yaşadığı bir mahalleydi, Reyhanlı’nın en yeşil mahallesiydi, Yenişehir gölünden gelen sular yukarı bentten şehre doğru büyük arklarla akar şehirdeki daha küçük arklara dağılırdı. Burada oturanlar aşağı mahallelerden gelen bizim gibi gençlerin buralarda dolaşmalarından haz etmezlerdi. Yaşıtlarımızdan yana bir sıkıntımız olmaz, aşağı yukarı hepsiyle bir şekilde selam sabahımız vardı. Büyük suya kadar gittik, oradan geri döndük, Ahmet’lere uğradık, yüzü asıktı, beni garajda tek başıma bıraktınız, diye kızdı cevap vermedik, haklıydı. Eşyalar kapının önünde olduğu gibi duruyordu, anasının işini bitirip bankadan gelmesini bekliyordu. Yüzü bize karşı hâlâ soğuktu, biz buraya şimdi niye geldik, Ayşe teyze bu saatte gelir, biz de yardım ederiz diye geldik dediysem de inandıramadım, Ayşe teyze yorgun argın yolu tutmuş geliyordu koştuk elini öptük, Ahmet hâlâ bize ters ters bakmaya devam ediyordu. Ahmet’lerin evi iki katlıydı, küçük kutu gibi bir evdi, kendilerine bol bol yetiyordu. Kapı açılır açılmaz ileri atıldık önümüze ne geldiyse içeriye taşıdık. Karyolayı ikinci kata çıkardık, bu gayretimiz karşısında gönlünü yapmış olduk Ahmet’in. Abimin yarın geleceğini söyledim, evin yolunu tuttum.

Abim bugün geliyordu, sabahtan hazırlıklar yapılmaya başlanmıştı. Ablam kucağında oğluyla gelmişti, eniştem Bozyel berber dükkanına gitmiş, dükkanın aynalarını silmeye başlamıştı, hamama gidenler önce tıraş olur öyle giderlerdi, memurlar sakal tıraşlarını mesai öncesi olurlardı. Bundan dolayı berberler erken açarlardı. Evler toplanmaya, havuş yıkanmaya başlamıştı, Mustafa elindeki hasır süpürgeyle dış kapının önünü süpürerek yardım ediyordu. Hummalı bir telaş vardı, abim öğleye varmaz gelecekti. İşler bitmiş, herkes bayramlıklarını giymiş, saçlar taranmıştı.

Abimi heyecan içerisinde bekliyorduk, ben otobüs garajında beklemek üzere gittim, arada bir taksi garajına da bakıyordum, gelen giden yoktu, ne zaman ulaşacağı konusunda da bir fikrimiz yok, Adana’ya kadar bir defa ben ve babam gitmiştik Haruniye’ye gittiğimiz vakit, daha öteye gitmişliğimiz yoktu, İskenderun Topboğazı yolunun virajlı olduğunu biliyorduk o kadar. Vakit bir türlü geçmek nedir bilmiyordu. Öğle oldu hâlâ gelen giden yoktu. Babam fırıncı Sabit’e gitmiş bugün için abimin Ankara’dan Reyhanlı’ya yetişip yetişemeyeceğini sormuş Sabit efendinin en erken öğleden sonra ancak gelebileceğini söylemesiyle teskin olmuştu. Sabit efendinin Ankara, İstanbul gibi yerleri gezip gördüğünü anlattı babam. Külek boğazını, dağların sarp ve kayalık olduğunu, yolların ne kadar dar olduğunu anlatmakla bitirememişti. Evde aç biilaç bir şekilde bekliyorduk, İsmet kalk garaja gidelim, demesiyle kalktık. Taksi garajında duran taksiden abimin inmesiyle, benim sarılmam bir oldu. İsmet tahta valizini almış, hızla deli Süleyman’ın bahçesinden geçerek eve bizden önce varmıştı. Anam dış kapının önünde zılgıt çekip duruyordu, konu komşu akrabalar toplanmıştı. Ben ve abim sarmaş dolaş görünmemizle birlikte evin önü yeniden hareketlenmişti. Sarılmalar, öpüşmeler birbirini kovalıyordu.

Benim Ortaokulu, abimin askerliğini bitirmiş olması hanemizde yarattığı olumlu hava görülmeye değer bir sevinç yumağına dönüşmüş, herkes rahat bir nefes almıştı. Bir süre benim sabahları babamla kasap dükkanını açmam, temizlik yapmam ve kardeşim Mahmut’a yardım etmem özellikle babamı ziyadesiyle memnun etmişti. Abim şimdilik işe gelip gitmiyor, askerlik hatıralarını önüne gelene ballandıra ballandıra anlatmakla vakit öldürüyordu. Gören görmeyen 27 Mayıs 1960 ihtilalini kendi yapmış sanırdı.

Benim derdim biran önce Antakya Lisesine kaydımı yaptırmaktı. Vakit geçirmeden Antakya lisesine giderek kaydımı yaptırmış, önceden görüştüğüm Reyhanlı Ortaokulundan Süleyman Elibol ile Mithat Köseoğlu ile beraber aynı odada üçümüzün kalacağı okula yakın bir yerde oda kiralamaktı. Nihayet oda bulunmuş, yeniden ve tekrar yatak-yorganı sırtlamış Antakya’ya yerleşmenin telâşındaydım. Yavaş, yavaş okula ısınıyor, arkadaşlarla tanışarak, kaynaşıyorduk. Sınıf mümessilimizin elinden idareden gelen bilgileri içeren yazılar eksik olmuyordu.

Antakya 1940 sonları
Ders programları, kitaplarla ilgili bilgiler, tedarik yerleri vb. gibi. Derslere saatinde katılmayan, kaytaran, kılık kıyafetine dikkat etmeyen, şapka ve kravat takmayan, kundurası temiz olmayan, devamsızlık yapanlara verilecek cezalar vay, anam vay, yenilir yutulur gibi değildi. Kolay değil burası Lise ve okul müdürü de Ömer Arpacıoğlu. Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin, kuralının lisede geçerliliğini hissettiriyordu hepimize. Mecburen uyacağız, deveyi gütmekten yanaydık.  Akşam okul çıkışında Süleyman’la kitaplarımızı almak için köprübaşındaki kırtasiye ve kitap satış noktasına doğru gittik.  BARUTÇU Kitap ve Kırtasiyenin önü ana baba günü gibiydi.  Elimizde ders kitap çizelgesiyle sıraya girdik, epeyce bekledik. Nihayetinde sıra bize geldi, kitap listesini verdik, satıcı listeyi bizden iyi biliyordu. Mevcutları verdi, olmayanları işaretledi, küçük bir pusulaya toplam ödenecek meblağı yazdı, kasada parayı ödedik. Pusulaya ödendi damgası basıldı, onu kitapları hazırlayan satıcıya verdik. Kalabalığı yara yara kendimizi dışarıya ancak atabildik. Derin bir oh çekmişiz. Koltuklarımızın altında kitaplarla yan taraftaki lokantaya geçtik, kuru fasulye pilav söyledik, garson yüksek sesle “çek iki kuru, iki pilav” diye aşçıya seslendi, yemekler önümüze geldi. Yemeğimizi bol ekmekle yemiştik, üstüne suyumuzu içtik, bugün de böyle geçti diyerek her birimizin kucağında bir yığın kitapla evin yolunu tuttuk.

Antakya’da Köprübaşı’nda akşam, her taraf pırıl pırıl aydınlık içinde, ampullerin ışıltısıyla gecenin, gündüzden farkı kalmamış, Tarihi Asi köprüsünün üstü cıvıl cıvıl, genci yaşlısı gelen giden, yüksek sesle konuşan Türkçe, Arapça yer yer Süryanice, Ermenice ne ararsan var ve kardeşçe. Kimin hangi lisanı konuştuğu kimseyi ilgilendirmiyor, tanıdık tanımadık insanlar birbirlerine selam veriyor, iyi akşamlar temennisinde bulunuyor. Müthiş bir atmosfer, Reyhanlı’da bu saatlerde işyerini geç kapatan birkaç esnaf, yemekten sonra komşuya misafirliğe giden aileler, Abdürrezzak Alkan’ın içkili kebap lokantası, keza Mahmut Barutçu’nun lokantası, parkta Zekeriye ustanın yazlık kebap evi açık kalır o kadar.

Antakya 1960 sonları
Antakya’da ne ararsan her saatte mevcut. Süleyman’la sağa sola bakarak elimizdeki ağır yükümüzle güç belâ eve ulaştık. Mithat kapının önüne attığı sandalyede ayak ayak üstüne atmış, sigarasını yakmış oturuyordu. Bizi görünce neredeydiniz bakıyom kitaplarınızı da almışsınız, aferin size diyerek karşıladı. Kitaplarla odaya girdik herkes kendi yatağına uzandı, kitaplar yanımızda bize bakıyor gibiydi. A. Aziz’lerden sesler geliyordu, Mithat o tarafa doğru gitti, pijamamızın altını giyip orta yerde çift taraflı akan çeşmede elimizi yüzümüzü yıkadık odaya döndüğümüzde rahatlamıştık. Başucumuzdaki küçük masaya kitaplarımızı yerleştirdik, sohbete başladık, bir ara Ali Ergüç’ün sesi geldi Barutçu diye sesleniyordu, duymamazlıktan geldim, cevap vermedim, dinlenip uyumak istiyordum. Neden sonra Mithat geldi, elinde sigarasıyla, A.Aziz Çift odasında sigara içilmesini istemez, içeni de kovardı. Mithat sigarayla küçücük odaya daldı, Süleyman sigarayı ya at, ya da dışarıda iç diyerek müdahale etti, dışarıda sigarasını içti öyle girdi. Hâlâ kokusu geliyordu, uyumuştuk, sabah uyandık, yolda gelirken Elibol’la kahvaltıyla ilgili konuşmuştuk, elbirliğiyle kahvaltıyı müşterek hazırlayacak kahvaltıdan sonra giyinip okula öyle gidecektik. Lisede hayat Ortaokuldaki hayata uymuyordu, şimdi beni kollayan Muhittin de yoktu.

Mehmet Barutçu

DEVAM EDECEK

Mehmet Barutçu son yazıları (Hepsini Gör)
4

Bu yazıyı da okuyabilirsiniz

Çocukluk Çağımız Daha Güzeldi Sadi Geyik

Anı

Bir yanıt yazın