14. Bölüm

Sofrayı kurmadan önce babama haber vermek ve dükkandaki abimle, Mahmut kardaşıma yemek götürme işini Mustafa üstlendi. Babam sofrayı kursunlar ben de geliyorum diyerek Mustafa’yı eve göndermişti. Büyük odanın orta yerine sofra bezi serilmiş, ekmekler dağıtılmış kalaylı sahan’lar ve kaşıklar elde buharı tüten koca tencere içindeki tahta Kepçeyle, babamın gelişini bekliyordu anam. Babam kapıdan girdi, öncelikle babamın sahan’ına Arap kebabı, yanına üstü dövülmüş biber ile kuyruk yağı bulamacıyla sıvanmış kocaman bir lokma haline getirilmiş çiğköfte konuldu, sırayla yemek ve köfte dağıtımı yapıldı, önüne yemeğini alan “bismillah” çekerek yemeğini yemeye koyuldu, ayran dağıtma işi yan yana oturan Feride’yle Sabahat’a kalmıştı. Rahat yemek yiyemiyorlardı Arapça bir deyim söylenir bunun için; “İbrok barra, me tibrok andıl çarra”, (dışarıda otur, amma Sülahiye’nin yanında asla oturma), anlamında kullanılan deyim. Özellikle bizim gibi kalabalık ailelerde su kabının yanında oturanın vay hâline. Yemeğini yiyen sofradan “elhamdülillah” diyerek kalkar ve sofranın sahibine “allahil avvid” kesene bereket anlamına gelen sözü söyler, sofra büyüğü de “avafi” afiyet olsun der. Sofrada en sona Feride’yle Sabahat kalmıştı, ayran ve su dağıtmaktan yemek yemeye vakit bulamamışlardı. Sofra yardımlaşarak toplandı, babam abdest alıp namaza gitti.

Rahatlamıştım, işim rast gitmiş, özlediğim yemeği yemiştim, oturduğum minderden kalkmadan olduğum yere serilmiştim, niyetim biraz kestirmekti. Gözlerimi kapattım, anam üstüme bir battaniye örttü, herkes sessizce diğer odalara gitti, anam kucağında Bedriye’ye meme veriyordu, uyumuş gitmiştim. Uyandığımda Muhittin’e telefon etmek için postaneye gittim, gişedeki memura numarayı verdim, önündeki manyetolu telefonla bağlantı sağladı, bana dönerek bir numaralı kabini gösterdi, telefona terzihanede çalışan Beyazıd abi çıktı kendimi tanıttım, bana cevap vermeden Muhittin, Barutçu arıyor dedi, durumu kısaca Muhittin’e naklettim, ev durumunu sordum, yarın bu saatlerde ara bir oda bulduk, bize de okula da yakın yarın kesin cevabı yengeme bildirecekler dedi, vedalaştık telefonu kapattım. Postaneden doğru dükkana indim, abim tezgahta çalışırken Mahmut etleri kıyıyordu. Kıyma işi enli ve büyükçe adına “sih” denilen bıçakla yapılırdı, amcamın yanında çalışırken Salih halfeden ben de öğrenmiştim, abimin elini öptüm, Mahmut elimi öptü, babam çoban Nebo’nun avlusunda koyunları yemlemeye, sularını yenilemeye gitmişti, ikindi namazına kadar orada kalırdı, dükkan öğleden sonra Ahmet’le Mahmut’a emanetti. Abim, yine ne haltlar karıştırıyorsun, şimdi de İskenderun’a gidecekmişsin, öyle olacak orada yeni bir okul açıldı orada okuyacağım dedim, senin işin iş, tutturmuşsun bir okul işi gez dur, eee bu işler böyle, kafa patlatıyoruz kolay mı diye cevap verdim, fena mı sofradan bir tabak eksilecek bir de minder, yeriniz genişleyecek. Sen beni boş ver de, senin evlenme işin ne alemde dedim, demez olaydım çenesi düştü, müşteri ayakta et istiyor abim müşteriyi bırakmış bana laf yetiştirmekle meşgul. Dam aktarıldı, şimdi de marangozun keyfinin gelmesini bekliyoruz, birkaç gün içerisinde damın çerçevelerini bindirecekmiş, öyle diyor. Dükkandan çıktım niyetim Yeşilova’ya Abdülaziz’e gitmekti. Yeşilova, Bayır mahallesinin batısında küçük bir köy, halkı çiftçilikle uğraşır varsa kendi tarlasını eker-biçer yoksa köye yakın tarlalarda ırgat olarak çalışırdı. Şanslı olanlar veya torpilli olanlar köyün bitişiğindeki Devlet Üretme Çiftliğinde çalışırdı. Oraya gitmek için bir motosiklet kiraladım, geri dönüşü de sonra ayarlarız diye düşündüm. Çamura batmadan Yeşilova’ya ulaştık. Aziz, abisi Abdo’nun yanında kalıyordu, motosikleti göndermeden Aziz abi diye seslendim, içeriden Aziz pijama altı giymiş hâlde çıktı, motosiklet sürücüsünü o zaman gönderdim.

Aziz’le kucaklaştık, hâl hatır sorduk, evdekiler işe çıkmışlardı, anası ile Aziz evdeydi, baktım ders çalışıyordu. Anasının elini öptüm, oturduk yemek durumunu sordular, hiç sorma çatlamak üzereyim deyince anası aşhanede yanan ocağa çaydanlığı sürdü. Geçen gün dükkana uğradım Halit emmi senin Antakya’ya ders çalışmaya gittiğini söyledi, sevindim ama çabuk dönmüşsün deyince lafı aldım, başından sonuna kadar durumu bir, bir anlattım. Çay gelmiş farkına bile varmamıştım. Aziz, “ne diyeyim, belki böylesi hakkında daha hayırlı olur, bütün bunların sebebi o Mithat Köseoğlu, hatırlarsan ben sana söylemiştim sen de, Süleyman da bununla yapamazsınız, bizler fakir aile çocuklarıyız, abim Abdo olmazsa ben hayatta okuyamazdım, tarla takım da yok, abim de el kapısında çalışıp bize bakıyor, bize düşen derslerimize çalışmak, gevezelik etmek değil, Mithat’ın namazda gözü yok ki, ezanda kulağı olsun, madem kararını vermişsin git ve sene kaybetmemeye bak” dedi. “Benim de gitme nedenim bu, bir kere teker ters döndü, tekrar düzen tutturuncaya kadar akıbetimizin ne olacağı belli olmaz” dedim çayımızı tazeledik, ben karanlık basmadan yola çıkayım belki bir vasıtaya rast gelirim diyerek ayağa kalktım, anasının elini öptüm, sarıldık tekrar görüşme ümidiyle ayrıldık. Aziz’i ziyaret etmekten mutlu oldum, yaşından önce olgunlaşmış, oturup kalkmasını bilen, şakayı da, ciddiyeti de ayırt edebilen bir arkadaşımdı. Yolu tuttum köyden ayrıldım, yol stabilize toprak bir yol, arkamdan traktör sesini duyunca kenara çekilip beklemeye başladım, geldi tam önümde durdu, baktım Abdo abi, sen çıkmışsın ben geldim, Aziz söyledi gel köye dönelim bizde akşamlarız, ne zaman dersen seni bırakırım, sana akşam yemeği için de götü boklu bir tavuk keserim, diyerek espiri yaptı, sağ ol Abdo abi, evden merak ederler, size geldiğimi de söylemedim diyerek traktöre bindim tekerin çamurluğuna oturdum, beni çarşının başına kadar getirip bıraktı, tekrar dönüp köyün yolunu tuttu.

Reyhanlı’da akşamla birlikte hayat sona erer, işyerleri bir bir kapanır, yatsı ezanından sonra ise misafirliğe gidenler tek tük sokaklardan, caddelerden gelip geçer, kasaba meyhaneler ve kumarhanelere kalırdı. Birde “Şehir Kulübü” vardı zenginlerin yemek yediği ve kumar oynadığı bir mekân. Buraya her elini, kolunu sallayan giremezdi, üye şartı var diye duyardık, zaten esnaf takımının bu gibi yerlerde işi olmazdı. Esnaf işiyle gücüyle uğraşacak, ibadetini yapacak, bol bol çocuk sahibi olacak, çocuklarının rızkını da Allah’a havale edecekti.

Çarşının başından eve doğru aheste aheste yol alıyordum, kapanan çarşıdan çıkan esnaf elleri dolu, dolu evlerine yetişmek için acele ederek gidiyorlardı, birbirlerine “selam âleykûm ve rahmet ûllâh” diyerek selamlıyor, “veâleykûm selam” diye karşılıklı alarak yollarına devam ediyorlardı. Eve ulaştığımda akşam okunmuş, yatsı yaklaşmıştı, selam vererek odaya geçtim, doğru anama gittim, Bedriye’nin gözleri fır fır ışıldıyor, kollarını kuş kanadı gibi çırparken bacaklarıyla tepik atıyordu. Hiç keyfini bozmak istemiyordum, işaret parmağımla dudaklarına dokundum, ha uçtu, ha uçacak gibiydi. Babam yanında yer açtı, gidip yanına oturdum, abim son günlerde işten eve, evden işe gidip geliyor ayağını sokağa atmıyordu. Mahmut akşam yemeğinin son lokmasını sokak kapısında yutup doğru kahveye gidiyordu, tek tesellisi buydu, bunu da çok görmüyorlardı, istediği saatte gelir yatar, sabah erkenden kalkar mezbahanın yolunu tutardı.

Babam, “neredeydin ortalıkta yoktun, Mustafa aramadık yer bırakmadı”, sorusuna, Yeşilova’ya arkadaşım Aziz’i görmeye gittiğimi anlattım, yarın okullar açtığında bir “Allahaısmarladık” bile demeden gitti demesinler diye Aziz’e durumu anlattım, iyi dileklerle vedalaştım dedim, babamdan aferini kaptım, ” inşallah hep öyle kalırsın, vefalı olmak her kula nasip olmaz” diyerek beni övdü. Canım yemek istemiyordu, bir, iki lokma Arap kebabı, bir küçük sıkım çiğköfte yedim doymuştum. Çay demlenirken, abimle askerlik sohbetine başladık, özellikle teskereyi neden geç verdiler, size herhangi bir görev verdiler mi? gibi sorular yönelttim. Abim öyle bir anlatıyordu ki, sanki ihtilali kendisi yapmış gibiydi. Dönüp dolaşıp teskereye sözü getiriyor ihtilal olmasaydı şimdiye çoktan düğününü yapmış olacağına bağlıyordu sözü. Ben tekrar askerlik konusunu açıyordum, neden hep askerlikten söz ettiğimi düğünü hiç ağzıma almadığım için bana bozuk atıyordu. Çaylar gelinceye kadar kendisini oyaladım, çayları içtik ben odama geçtim, sabah erkenden kalkıp Antakya’ya gidecektim. Burada işim kalmamıştı bir an önce İskenderun’a taşınmalıydım, evimi yerleştirmeli, eksiklerimi tamamlamalıydım.

Sabah kahvaltısını Mıstık’ın ciğer lokantasında yaptım, ne olur, ne olmaz bir daha Reyhanlı’ya ne zaman gelebilirim bilinmez. Ciğer kebabından sonra çaylarımızı içtik, hesabımı ödedim doğru dükkana gittim, babam oturmuş çocuklarının mezbahadan gelmelerini bekliyordu. Ben gidiyorum dedim, elini

Öptüm. Cebime para koydu, daha yetecek kadar var dediysem de, ne olur, ne olmaz gurbet elde parasız kalma dedi, vedalaştık otobüs durağına gittim, yerimi ayırttım vakti saatı gelince yola çıktık, otobüs fiyatı taksiye göre yarı yarıya fiyatında, masraf diz boyu, tasarruf etmeliydim, Antakya’ya kadar sessizce düşündüm, bu yıl mutlaka sınıfımı geçmeliydim, yoksa babamın yüzüne bakamazdım. Antakya’ya vardığımızda doğru eve gittim, ev sahibimiz bahçeyle uğraşıp duruyordu, şu aleviler çok çalışkan insanlardı, sevecen ve içleri insan sevgisiyle doluydu, dilleri tatlı, büyükle büyük, küçükle küçük olurlar, öyle bir yapıya sahiplerdi. O yaşlarda Alevilik nedir ne değildir bilmez umursamazdık da. Ne yaptın Memet, ev bulabildin mi İskenderun’da diye sordu, ev sahibim, bu gün öğleden sonra belli olacak dedim odaya girdim, eşyaları getirirken koyduğum karton kutularını iyi ki atmamıştım, içiçe koyup kaldırmıştım. Ufak tefek ne varsa toplayım karton kutularına doldurdum. Yatağımı, yorganımı yerden topladığım kilimle sardım, bağlamak için ev sahibinden yardım istedim, sen bir kenarda dur dedi, ara sıra şuradan tut, ipi buradan geçir diye diye muntazam bir denk yaptı, iki sandalyeyi iç içe geçirdi bağladı. Uygun bir ip getirdi kendi evinden, karton kutularını toparlayıp bağladı, gazocağının gazını boşalttı, yolda devrilir bütün eşyalarını berbat eder dedi, bu arada öğlen olmuştu, ev sahibinin öğle yemeği teklifini telefon bahanesiyle kırmadan dökmeden geçiştirdim çarşıya deyin yola çıktım. Okulların tatil olması dolayısıyla Antakya sanki tenhalaşmış gibi geldi bana. Öğle olmuştu ama ben acıkmamıştım. Köprü Başı’nda Barutçu kitapevi bitişiğindeki meşhur Antakya künefecisine geçtim, bir porsiyon künefe yedim biraz dinlendim, köprünün karşı yakasındaki postaneye gittim Muhittin’e telefon ettim, Muhittin, odayı tuttuk, sen bugün gelmeye bak bana da telefon et, seni Paç’da beklerim dedi, eşyalarım hazır bugün seni ararım beni karşılarsın diyerek telefonu kapattım, içim içime sığmıyordu, biran önce buradan gitmek istiyordum. Daha önceleri gelmek için can attığım Antakya’dan şimdi gitmek için can atıyordum. Ne garip bir dünya, hiçbir şey anlamamıştım, bana bir şey katmamıştı ilk lise deneyinim, liseye Reyhanlı’dan gelenleri zaten tanıyordum, Kırıkhan’dan gelenleri de. Hepsiyle daha önceden tanışıyorduk. İskenderun’da bakalım nasıl olacaktı, odayı tek başıma tutmak istiyordum, deliler gibi ders çalışmalıydım başka yolu yok diyordum. Eve gelmiştim, ev sahibine durumu anlattım, bana bir at arabası gerek der demez, sabırlı ol, “sabır, miftehil feraç” (sabır, iyi sonun anahtarıdır) diye öğüt verdi, düşününce bunun, sabrın sonu selamettir, manasında bir deyim olduğunu anladım. Bahçe kapısından çıkarak kayboldu, biraz sonra yanında bir at arabasıyla avludan geçerek kapımın önüne geldi, elbirliği ile eşyaları yükledik şimdi işin benim için en zor kısmına gelmiştik, ev sahibinin elini öptüm, hakkını helal et diyerek helallik istedim, sarılıp beni öptü, sulu gözün biri olmuştum, dokunsalar ağlayacaktım. Ev sahibi arabacıya tembihledi, eşyaları otobüsün üstüne çıkarıp ellerinle bağlayacaksın, gelip bana haber vereceksin dedi giderken de Arapça fazla ücret alma diyerek tembihledi. Eşyaların yerleştirilmesine bende yardım ettim, otobüsün hareket saati postaneye kadar gidip gelmeme yetmeyecek kadar azdı. Arabacıya istediği ücreti ödedim, telefon numarasını yazdım verdim, bu numarayı postaneye yazdır benim yola çıktığımı şu isme söyle, benim adım da şu diyerek kâğıda yazdım, telefon ücretini de ekledim, arabacı benim okumam yazmam yok demez mi? Şimdi şapa oturdun oğlum Barutçu demişim. Bu işi ev sahibine havale etmekten başka çarem yok diye düşündüm, bu parayla bu kâğıdı benim ev sahibine ver o telefon etsin diyerek arabacıyı gönderdim. Ya herro, ya merro yapacak bir şey yok. Otobüs yola çıktı, pencere kenarına oturmuş dışarıya bakıyordum.

Belen yaylasından İskenderun’a doğru iniyoruz. Belen’den deniz manzarası göz alıcı, değişik güzellikte idi. Denizdeki kocaman gemiler bir motorlu kayık gibiydi, göz alabildiğine nazlı nazlı dalgalar kıyıya vuruyordu, iyi ettim de İskenderun’a geldim diye düşündüm. Paç’a gelmek üzereydik, Paç İskenderun’a Antakya istikametinden gelenlerin ilk uğrak yeri, oturduğum pencere kenarından gözlerim Muhittin’i arıyordu, muavine Paç’da ineceğimi söylemiştim, birden Muhittin’i gördüm, demek Antakya’daki ev sahibim haberi Muhittin’e iletmişti, çok sevinmiştim burada okumaya karar verdiğimden beri işlerim hep rast gidiyordu, inşallah sonuna kadar böyle devam eder diye dua ettim. Muavine beni burada indirin, arkadaşımı gördüm diye adete çırpınıyordum, muavin tamam diyerek, kaptan sağda inecek var der demez kaptan sağa yanaştı. Aşağı atladım. Ben ve Muhittin bu kadar eşyayı nasıl indireceğiz, beni bir telaş sardı. Muhittin tedbiri elden bırakmamış, gelirken yanında at arabacısı ve yamağıyla gelmişti. Ufak tefekleri otobüsün üstünden muavin bize uzatıyor, bazen otobüsün merdivenine tırmanıyorum aldığım karton kutuları Muhittin’e uzatıyorum arabacı ile yamağı büyük denkleri yavaşça indiriyorlardı. Derken bütün eşyaları otobüsten indirdik, arabacı arabasını bulunduğu yerden aldı getirdi, bu sefer yerdeki eşyaları at arabasına yükledik, otobüsten direkt neden arabaya koyamadığımızı Muhittin “bakma şimdi bize müsaade ettiklerine, at arabalarını otobüs duraktayken girmesini yasaklamışlar, rica ettim de müsaade ettiler” diyerek durumu anlattı. Yükü arabaya yüklemiştik ama sen gel bana sor dersin ki dağ yüklemişim, arabacı yanındaki yamağıyla önde at sürerken, at arabasının arka tarafında ben bir yanında, Muhittin öbür yanında denge sağlamış vaziyette tutulan eve doğru yola koyulduk, Muhittin arabacıya yolu tarif ede ede eve varmıştık. Arabayla kalacağım odanın önüne kadar geçmiştik, odanın kapısını ardına kadar açmıştı Muhittin. Eşyaların odaya taşınmasına refakat ettik, emaneten şunu şuraya, bunu buraya rastgele koydurduk, arabacıya ücretini Muhittin verdi, bereket versin diyerek uzaklaşıp gittiler.

Oturacağım evi ilk defa görüyordum. Odamın büyüklüğü normaldi, talebenin veya bekar bir memurun kalacağı büyüklükteydi, Kırıkhan’daki odadan azıcık büyüktü. İki büyük penceresi, biri öndeki havuşa bakıyor, diğeri bitişik evin bahçe duvarıyla arasında bir metre mesafedeydi. Bahçe duvarıyla odanın duvarı arasındaki bu pencere sayesinde oda daha ferah ve havadar duruyordu. Bitişik oda sanki biraz daha büyüktü, orta yerde çift musluklu bir çeşme vardı, suyunu tuvalete vermişlerdi.

Odaların tam karşısında iki kapılı tuvalet duruyordu, üstleri açıktı, benim odanın yan tarafında tenekeden yapılmış bir yapıda uzun sakallı orta yaşlı biri uzandığı yerden “hoş geldiniz ağalar” diye seslendi, ben bu sesleniş karşısında sağıma, soluma bakındım kime sesleniyor diye, Muhittin’in “hoş gördük” demesiyle bizlere seslendiğini anladım, tuvaletin bitişiğinde alt katı betonarme, üst katı tahtadan, çatısı kiremitli bir ailenin oturabileceği büyüklükte bir ev daha vardı anladığım kadarıyla orada bir aile oturuyordu.

Bitişiğimdeki odanın yan tarafında yalnızca kapıları avluya bakan tek katlı bir yapı daha vardı, daha sonra buranın yola bakan bir bakkal dükkanı olduğunu gördüm. Ev sahibimiz girişte iki katlı taş yapının üst katında kızı ailesiyle, alt katında ev sahibi hanımıyla oturduğunu sonra öğrendim. Daha sonra ev sahibiyle beraber bir öğrencinin de kalmakta olduğunu öğrenecektim. Ev sahibinin daireleri tuvaletiyle, mutfağıyla tam donanımlıydı. Bakkal dükkanını ev sahibi çalıştırıp kendince boş kalmamak için meşgul oluyordu. Namaz vakitlerinden önce dükkanı iç taraftan kapatır, avluya bakan kapıdan da evine geçer, namazını kılar dinlenirdi. İşte benim yeni evimin kısaca tarifi bu kadardı.

İskenderun Cumhuriyet Meydanı 1970'ler

Muhittin’in sesiyle kendime geldim, “beyefendi yine dalıp, dalıp gidiyorsun, şu evini iyi kötü düzelim, lala paşa eğlendiremem, işim var gideceğim” deyip enseme bir şaplak attı.

Ev dizme konusunda epey tecrübe sahibi olmuştum, yerler temizdi birileri silmiş süpürmüştü, ellerine sağlık, işe kilimi tabana yaymakla başladık, yaylı somyayı Antakya’dan almıştım, arka tarafa bakan pencereye baş tarafını, ayak tarafını da ön pencereye bakacak şekilde yerleştirdik, yatakla somyanın arasına el yapımı bir kilim serdik üstüne yatak, yatağın üstüne çarşaf, yatakla yer kiliminin arasına beyaz bez üzerine işlenmiş kanaviçeli örtü somyanın altını kapatıyordu. Kilis işi Atlasla işlenmiş, baklava dilimli yorgan. Yatak işi biter bitmez Muhittin ben gittim der demez fırlayıp gitmeden önce “akşama kadar yerleş, akşam yemeği dert etme, yengem yemek hazırlıyor, yemeği amcamlarda yiyeceğiz” demesiyle kayboldu gitti. Öncelikle pencereler için perde çıkardım, pencerelerde daha önce oturanların çaktıkları çivilerden faydalandım, perdede mevcut ipleri her iki taraftaki çivilerin arasına gerdim ön pencere kapanmıştı, içerisi dışarıdan görünmüyordu, aynı şekilde arka taraftaki pencereye de perde gerdim ama orayı tam kapatmadım. Elbiseler ve gömlekler artmıştı, hatta artık pardösüm bile vardı, keza gömlek ve kravat bir iken birden çok olmuştu, süveterler çoğalmıştı, iç çamaşırlar, çorap mendil bütün bunlar için küçük portatif bir dolaba ihtiyacım vardı, bunları hiç çıkarmadım, yemek dolabını karyolayla pencere arasındaki boşluğa duvara değin dayamıştım, masayı ve iki sandalyeyi baş uçuma yakın yerleştirdim, kitaplar için küçük bir masa gerekliydi, onu da bit pazarından tedarik edecektim.

İyice yorulmuştum, akşam yemek işini de nereden çıkarmıştı Muhittin, sonra kendime kızdım, ulan şükret ki Muhittin gibi bir arkadaşın var, o olmasaydı rezil, rüsva olurdun, üstelik seni saymışlar senin için akşam yemeği hazırlamışlar, haddini ve sevildiğini bil, nankörlük etme, neredeyse kendi kendime okkalı bir tokat atmak geçti içimden.

Yatağın üstüne uzanmış yorgunluk atıyordum, kapım kapalı pencerelerin perdeleri çekili olarak dinleniyordum. Kapım çalındı, Muhittin gelmiştir diye aceleyle kapının sürgüsünü çektim, ev sahibi hacı baba karşımda duruyordu, selâmû aleykûm diyerek yerden yüksek bir basamakla çıkılan odama geçti, üstüme alelacele pijamamın üstünü geçirdim, hoş geldin diyerek eğildim elini öptüm, bu davranışım hoşuna gitmişti, el öpenlerin çok olsun diyerek söze başladı. Bak evlat, sana bu odayı tutan hanımı bizimkiler tanıyormuş, onun kefaletiyle sana bu odayı kiraladık, çok kişi geldi vermedik, sen iyi bir aile terbiyesi almış birine benziyorsun. Biraz durakladı, evin dizilişine baktı, bu düzenin güzel, biz karı koca hacca gitmiş, namazında niyazında insanlarız, sana odayı tutan hanıma söylediler, buraya arkadaşlarını toplamak, evde içki içmek, gürültü yapmak yok, tamam mı? Tamam, hacı emmi dedim, inşallah benden memnun kalacaksınız ben evden okula, okuldan eve gidip gelen biriyim, benim yanıma eşyaları beraber getirdiğim arkadaşım ara sıra gelebilir, başkaca kimseyi tanımam, tanısam da eve getirmem, bu konuda bende hassasım, hacı, kirayı her ayın biriyle beşi arasında peşin vereceksin, öyle beni yormak yok, inşallah seni yormam hacı emmi, bir şeye ihtiyacın olursa bana geleceksin, bir şey lazım olursa bana söyleyeceksin, dükkana gelip söyleyeceksin, eve değil, tamam hacı emmi. Peki diyerek kalktı gitti. Oh be dünya varmış dedim, bol keseden hacı emmi, inşallah, maşallahla yırtmıştım.

Hacı gittikten sonra boynumda havluyla kapımın önündeki çeşmede yüzümü, ayaklarımı yıkadım hacı beni terletmişti serinledim, başımı kaldırdım etrafa bir göz attım, hacının evinin önündeki koca bir ağacın altında kadın, çoluk çocuk sesleri geliyordu, teneke barakadaki kişi yattığı yerden beni seyrediyordu, göz göze geldik selam verdim, herkesin duyacağı yüksek bir sesle selamımı aldı, aceleyle odama girdim. Muhittin’i beklemeye başladım, bu arada dalmış şekerleme yapmıştım.

İyi havuş tenha değildi, karşı evden girip çıkanlar, yan tarafımdaki komşularım, barakada anasıyla kalan, sonradan adının Adem olduğunu öğrendiğim kişi, ev sahibi, kızı ve ailesi, ilerde sıkıntı çekmeyecektim. Kalktım giyinmeye başladım, giyindim öylece oturdum, çok geçmeden Muhittin geldi, hazırlanmışsın hadi çıkalım dedi, ayakkabılarımı giydim kestirme aralıktan sokağa çıktık, oradan anayola, sağa sola iyice bakıyordum, dönüşte kaybolmak istemiyordum, Muhittin fark etmiş, korkma evi öğreninceye kadar senin elinden tutup ben götürüp getireceğim der demez elimden tuttu, elimi çekiştirip kurtarmaya çalışıyordum, nihayet bıraktı, Muhittin’in amcasının evi kendi malıydı, yerden bir veya bir buçuk metre yüksek tek katlı, caddeye bakan geniş balkonlu bir binaydı, Muhittin “amca biz geldik” diye içeriye seslendi, salon tarafından geçin diye amcanın sesi geldi, ayakkabıları balkonda çıkarıp terlik giymiştik, selam verdik sofra dizilmiş, yemek gelmek üzereydi, Muhittin “yenge sana yardıma geleyim mi” sorusuna mutfak tarafından “yok ben yaparım” cevabıyla oturduk, Selami abi, ne yaptınız, evi beğendin mi, yavaş yavaş yerleşirsin, Muhittin sana yardımcı olur deyişine Muhittin “bana ne, benden bu kadar, başının çaresine baksın” diyerek yüzüme baktı hep birlikte gülüştük.

Yemekler sofraya gelmişti, Selami abi “buyurun” demesiyle yemeğe başladık, yemekte Selami abi havadan sudan konuşuyor biz hem yemeğimizi yiyor hem dinliyorduk, ara sıra Muhittin amcasına cevap veriyor bu düzen içerisinde karnımızı doyurduk, lavaboya geçtik elimizi ağzımızı yıkadık, arka cebimden hiç eksik etmediğim mendilimle elimi, ağzımı kuruladıktan sonra salona geçtik, ben hem yemek için, hem ev konusundaki yardımları için Selami abinin hanımına çok, çok teşekkür ettim. Muhittin, bize müsaade, bu deniz görmemişi deniz kenarına götürüp denizi göstereceğim diyerek yine elimden tutup balkondaki ayakkabıları giydik yola çıktık, çıkmadan önce tekrar her şey için teşekkür ettim evden ayrıldık.

Selami abinin eviyle deniz kenarı yakındı, Muhittin geçtiğimiz yerleri anlatıyordu, gezine gezine yemek sonrası yürüyüşünü yapıyorduk. Her yan ışıl ışıldı, denizdeki gemiler de keza öyleydi, ayın şavkı denize vurmuş, sanki dans ediyordu. Bir çayhaneye oturduk, çay söyledik kadınlı erkekli kalabalık kimisi gezinti yapıyor kimisi de bizim gibi oturmuş meşrubat içiyordu Muhittin’e ev sahibiyle aramızda geçen görüşmeyi anlattım, ulan sende az değilsin, hacıyı can evinden yakalamışsın, korkulur senden vallah, ne yapalım ustamız sensin dememe hadi oradan diyerek tersledi, elbise dolabı, küçük masa ve ütü ihtiyaçlarımı dile getirdim, yarın sabah kahvaltıdan sonra gel, gider bakarız başka ihtiyacın varsa bugün düşün ikide bir şu eksik, bu eksik deyip beni yorma diyerek ayağa kalktı içtiğimiz çayların parasını ödedi, bu İskenderun’un ana yolu, diğer yolların hepsi bu ana yola çıkar, burası postane, arkasındaki bina Merkez bankası diye tarif ede ede Lise binasına geldik, liseyi geçtikten sonra ileride soldaki sokağa saptık biraz ilerledik oturduğum evin önündeydik, evimin yeri çok kolaymış dedim, öylece ayrıldık. Vaktin nasıl geçtiğinin farkına varmadım, saat dokuzu geçmişti, şimdi Reyhanlı’da sokakta bekçilerle, sokak köpeklerinden başka kimse yoktur diye düşündüm, ana cadde üstündeki mağazaların camekânları pırıl pırıl ışıklandırılmış, herkes kendini deniz kenarına atmıştı. Kimsenin kimseden haberi yoktu, herkes canı nasıl istiyorsa öyle giyiniyordu. İskenderun’un adını duyardık, Hatay’ın en modern ilçesi diye, dedikleri kadar varmış. Üstümü değiştirdim, kapının önündeki çeşmede yüzümü yıkadım, yan tarafımdaki kapının önünde yaşlı bir kadın ile genç ve güzel bir kadın oturuyordu, her ikisi de yaşmaklıydı, bana diye baktıklarını görünce “iyi akşamlar” dedim, yaşlı olanı cevap verdi genç olanı cevap vermedi, odama geçer geçmez uyumaya karar verdim, ışığı kapattım yatağıma geçmemle uykuya dalmam bir olmuştu. İskenderun’da bu ilk gecemdi.

Mehmet Barutçu

 

DEVAM EDECEK

Mehmet Barutçu son yazıları (Hepsini Gör)
3

Bu yazıyı da okuyabilirsiniz

Çocukluk Çağımız Daha Güzeldi Sadi Geyik

Anı

Bir cevap yazın