19. Bölüm

Reyhanlı’da sabahları erken uyanmak mecburiyeti vardı, istesen de istemesen de uyanıyorsun. Evimiz çarşıya yakın, az ötede Sabit’in fırını erken saatlerde hamur kesimi ve tartısının sesiyle uyanırsın, “tak, tak, tak” sesiyle keskiyle hamurun kesilmesi, ikinci “tak” sesiyle hamurun tartılmasının sesleriydi bunlar, kısacık bir ara sonra tekrar tak, tak sesi devam eder gider.

Birazdan at arabalarının gürültüsüne, katır ve eşek anırmaları, at kişnemeleri karışır, şimdi de sıra tarla işçilerinin bağırtılarına gelmişti. Dellal Zığıt’in sesi de çabası, uyu uyuya bilirsen! Yorganı istediğin kadar başının üstüne çek, nafile uyanacaksın.

Babam namaza durmuş “hayyi âle sala, hayyi âle felâh” diye başlamıştı yüksek sesle namaz kılmaya, hane halkı uyanmış, uyumak isteyeni uyutmamak için dürtüp uyandırmakla meşgul kardaşlarım. Ahmet abim çoktan yola çıkmış, Mahmut peşi sıra yetişmeye çalışıyor, mezbahane Reyhanlı mezarlığının alt tarafında, arada geçen yol toz toprak içerisinde göz gözü görmez durumda, üstelik yakınlardaki mahalle halkının çoğu tarla işçisi. Erkeği, kadını ve eli Kazma tutan çocukları ile emek çalışanı. Bayır mahallesinde oturan kasap Hasan ebûbeşir’in kestirme yolu mezarlığın ortasından geçer, her mezardan geçişinde “selamun alekûm ya ehlil kubur” diyerek başlar yürürken fatihasını okur. Günlerden bir gün yine selam vermiş, fatihasını okurken bastığı mezardan, ahh! diye bir feryat sesi gelmez mi, ardından Kürtçe küfürler eden yarma gibi birinin kendisini kovalamasıyla mezbahadan içeriye yarı baygın bir hâlde girmesi bir olmuş, mezbahada çalışanlar kasap Hasan’ı kovalayan kişinin deli Ahmet olduğunu görünce gülsünler mi, ağlasınlar mı şaşıp kalmışlar, Kürtçeyi iyi bilen çoban Nuri Nebo ile deli Ahmet arasındaki “sekine lo Ahmet sekine” sözlerinin ardında uzattığı sigara ortalığın yatışmasına sebep olmuş, deli Ahmet söylene söylene mezbahadan çıkıp mezarlığa dönmüş. Bu arada kasap Hasan’ın yüzünü yıkamışlar, su içirmişler, sigarasını yakmışlar kapının önüne çıkarmışlar kireç gibi olan yüzü tabii hâle dönünceye ve sakinleşinceye kadar beklemiş sonra durum kendisine anlatılmış. Kasap Hasan mezardan geçerken rastgele mezarlara basarak geçiyor, deli Ahmet rastgele bir mezarın üstünde uzanmış uyuyor, karnına basılmasıyla delinin kendisini kovalaması bir oluyor, Hasan kasap, eyvah ölü dirildi beni kovalıyor düşüncesiyle kendini mezbahaya zor atıyor. Bu hikaye kısa bir süre içerisinde bütün Reyhanlı’ya yayılıyor, tabi bire bin katarak. Kasap Hasan uzun bir süre evden dışarıya çıkamıyor, evine hocalar getiriliyor, “rağba” tasıyla (korkuyu giderme tası) sular içiriliyor, ta ki kendini iyi hissedinceye kadar, o günden sonra da mezarlığa ayak basmadığı gibi bir daha mezbahaya da uğramıyor.

Bugün ilk fırsatta Süleyman Elibol’u ziyarete gideceğim. Evde kahvaltıyı beklemeden doğru dükkana gittim, babam dükkanı açmış, önünü sulamış, sandalyeye oturmuş kahveci Urfalı Kadir’e kahvesini sipariş etmiş, gelip geçenin selamlarına cevap yetiştirmeye çalışıyor, “selamün aleykum ve rahmet ûllâ”, “ve âleykü selâm” diyerek karşılıklı selâmlaşılarak gün başlıyordu. Babama bugün kahvaltıya dalak böbrekle yapacağım dedim, gülerek “ehlen ve sehlen” diye cevapladı, kahvesi gelmiş yanında sigarasını yakmış keyifle içiyordu. Birazdan önce kelle, ciğerleri getiren “kergun” eşeğine yüklediği yükle gelecek, her kasabın yükünü birbirine karıştırmadan dağıtacaktı, ardından abim Ahmet, kolundaki sepetiyle Mahmut gelecek ve doğru evin yolunu tutacaklardı. Etlerin gelmesi biraz zaman alacaktı, belediyenin mezbahane görevlisi Mazratoni, galvanizle kaplanmış at arabasıyla getirdiği etleri, kalfaların bağırtısı çağırtısı arasında teslim edecekti. Mazrotoni tek başına on kalfayla baş edebilmek için laf yetiştirirdi. Etleri omuzunun üstüne atan kardaşım Mahmut dükkanda kendisini bekleyen abisine getirir Çengel’e asmasına da yardımcı olurdu, babam yapılanları uzaktan seyreder, işlerine karışmazdı, etler asıldıktan sonra devreye babam girer asılan etleri kendince yeniden elden geçirirdi.

Şimdi sıra etlerin kemiklerinden ayrılmasına gelmiştir, bu arada ben dalak böbreği bir kağıdın üzerine açmış götürüp fırına teslim etmiştim. Kahvaltıdan sonra babama teşekkür ettim, hayırlı işler dileyerek yola çıktım, abim arkamdan “Bu dünyada işin iş” diye takıldı. Süleyman’ı evde yakalamak için onların oturdukları eve doğru gittim, dış kapıya hızlı hızlı vurdum, içeriden kim o diyen bir kadına, Süleyman evde mi ben arkadaşıyım diye cevapladım, Süleyman pijama altı, atletle kapıyı açtı, beni görmesiyle boynuma sarıldı, gel içeri, benim odam ayrı bizi kimse rahatsız etmez diyerek buyur etti. Aney kız, bize çay demleyin diye seslendi, tabi ilk sorusu “okulu ne yaptın” olmuştu, anlattım, ben anlattıkça Süleyman oh, oh veya devam et anlamında eee diyerek devamını anlatmamı istiyordu. Benim söyleyeceklerim bitmişti sıra Süleyman’daydı, Mithat Köseoğlu’nun bize zararı mı oldu, faydası mı oldu bilemiyorum diye söze girdi, bizi birbirimizden ayırdı ama okuma azmimizi pekiştirdi diye devam etti, sen de, ben de o hırsla sınıfımızı geçtik, kimlerle oturup kalkacağımızın farkına vardık diyerek bardağın dolu tarafından söylemine devam etti. Doğrusu ben işin bu yönünü hiç düşünmemiştim, sohbetimizi tekrar görüşme dileğiyle sonlandırarak oradan ayrıldım. Doğru evin yolunu tuttum.

***

Süleyman’dan ayrıldıktan sonra doğru İsmet’lere geçtim, dış kapıdan geçerken “ev sahipleri” diyerek ses verdim sesimi alan Bayram abinin karısı Nazira bacı gel Memet buradayız diye seslendi kırık Türkçesiyle. Vardım öncelikle İsmet’in anasının elini öpmeye, sonra aklıma geldi ailenin tümü “şafiî” mezhebinden oldukları için kadınları yabancı erkeklerin elini almazlardı, erkekleri de yabancı kadınların elini almazlar, abdestleri bozulurmuş. Bir an ne yapacağıma karar veremedim, elini öpeceğim ama öptüm kabul et diye geçiştirdim, içeriden Bayram abi çıktı, hoş geldin diyerek yer gösterdi, sohbete başladık, yaz tatili başlayalı iki hafta olmuş İsmet, Hikmet neden gelmediler diye sordum, Bayram abi bir iki güne kalmaz gelirler, Melengiç topluyorlar onun için gelmediler deyince gecikme sebepleri anlaşılmıştı. İsmet benim hissemi ayrıca getirir sakın kimse elini hisseme uzatmasın dedim. Nazıra bacım “seni hayın seni, kaç gündür buradasın, anca şimdi geliyorsun” diyerek gönül koydu. Kalkar giderim ha, deyince sustu, Hakime kahveleri pişirmiş getirmişti, beni her görüşünde İsmet abimi hatırlatıyorsun der, gözleri yaşarırdı, bugün aynı şekilde gözü yaşlı bir hâlde idi kahveyi ikram edince, “senin yüzünden bir daha buraya gelmeyeceğim” söylemime “yok yok Memet abi vallahi ağlamıyorum” diyerek odaya geçti, görüyor musun Bayram abi, her gelişimde burnumdan getirir. Bayram abi oralı olmadı, sigara tuttu, içmiyorum dedim, ama sigara içtiğimi nereden duymuşsa, olsun bir tane iç siğarayla kahve iyi gider deyince elindeki kibritle sigarayı yaktım kahve ile içtim. İsmet’le Hikmet sınıflarını geçmişti Ahmet’ten haber yoktu. Sohbet sonlanmış Bayram abi işine gidecek diye kalktım, (hatırkon) allahaısmarladık diyerek eve anama diye gittim.

Anam beni sorup duruyormuş, geldiğimden beri ben ne istersem anam o yemeği pişiriyor, hiç bıkıp usanmadan ve evde sanki benden başka kimse yaşamıyormuş gibi davranması hiçte hoşuma gitmese de sırf anamı kırmamak için aklıma gelen yemeği pişirmesini istiyordum. Bugün yine ve yeniden, akşama ne yemek pişirmemi istersin, sorusuna sizin canınız ne istiyorsa onu pişirin, akşama Naim’e davetliyim, biraz geç gelirim beni beklemeyin, dış kapının arkasına taş doldurmayın, geldiğimi babam duymasın, cibinliği bağlayın içine sivrisinek dolmasın diyerek odama girdim. Mustafa’yı çağırdım para verdim, gazeteci Haydar’ı tanır mısın deyince “ha ya tanırım”, bana oradan bir “Akşam” gazetesi getir, geri kalan para senin harcarsın. Çok geçmeden elinde Akşam gazetesiyle çıka geldi, yol boyunca gazeteyi önüne gelene gösteriyor, bu gazete abimin, o okuyacak diye teşhir ediyormuş, öyle ya, o güne kadar bizim eve okunmak üzere giren ilk gazeteydi ve bu Mustafa için bir devrim niteliğindeydi. Benim için de, babam için de. Gazete okumak bize mahsus bir alışkanlık değildi, zenginler, ağalar beyler, kaymakam hâkim, savcı, müdürler ve öğretmenlere mahsus bir alışkanlıktı, demek ki ben o mertebede biriymişim ki gazete okuyordum. Hiç aklımdan geçmemişti bu konu, oysa İskenderun’da birkaç yerde gazete bayisi var, birçok kişi gider gazetesini alır, okurdu. Demek Reyhanlı’da gazete okumak bir ayrıcalıkmış da haberim yokmuş. Gazetemi okumaya başladım köşe yazısını okurken uyuyakalmışım, gazete göğsümün üstünde uyumuşum. Kalktığımda fırıncı Naim’in beni iki defa sorduğunu söylediler. Hazırlanarak fırının yolunu tuttum.

Mehmet Barutçu

 

DEVAM EDECEK

 

Mehmet Barutçu son yazıları (Hepsini Gör)
2

Bu yazıyı da okuyabilirsiniz

Çocukluk Çağımız Daha Güzeldi Sadi Geyik

Anı

Bir yanıt yazın