2. Bölüm

Her geçen gün okula biraz daha ısınıyordum. Sınıf arkadaşlarımla yakınlaşmış, etütlerde bilgi alışverişlerine kadar işi ilerletmiştim. Tekdüze bir hayatımız vardı. Bir gün, teneffüste üst sınıftan bir öğrenci bana doğru gelerek, “merhaba hemşerim, ben de Reyhanlılıyım, duyduğuma göre sen de Reyhanlı’dan yeni gelmişsin” diyerek elini uzattı. “Ben Remzi Çakıcı” dedi. Aval aval yüzüne baktığımı ve birden içimde küllenmiş hasret duygusunun su yüzüne çıktığını hissettim, elimi uzattığımı ve gelen öğrenciye sarılarak ağlamaya başladığımı hatırlıyorum. Benim ağlamama hiçbir mana veremeyen sınıf arkadaşlarım su yetiştirerek yüzümü yıkamama yardımcı olmuşlardı. Neden sonra adının Remzi olduğunu söyleyen, “akşam yemeğinden sonra seninle burada buluşup dertleşelim” diyerek uzaklaştı.

Akşam yemeğinden sonra Remzi ağabeyin söylediği yere gittiğimde orada beni beklediğini gördüm. Bu arada sakinleşmiş ve durulmuştum. Remzi, ailemi tanıdığını, kendi ailesinin de Adabucak mahallesinde oturduğunu, babasının çiftçilikle uğraştığını anlattı. Her hangi bir şeye ihtiyaç duyduğumda kendisine ulaşmamı tembihleyerek, Reyhanlı ile ilgili sohbetimizden sonra o kendi kaldığı yatakhanesinin yolunu tutarak ayrıldık. Günlerin nasıl geçtiğinin farkına varamaz olmuştum. Derslerime çalışıyor, herkes gibi temizliğime dikkat ediyor ve arkadaşlarımla iyi geçiniyordum. Bütün arkadaşların hedefi aynıydı, çalışmak ve iyi bir öğretmen olmaktı.

Yine benzer günlerden birinde, sınıfta ders yaparken birden kapı çalındı, öğretmenimizin “gel” sesiyle hepimizin gözü kapıya odaklandı. İçeriye giren görevli öğretmene uzattığı pusulayı bırakıp bir kenara çekildi, birden öğretmenle göz göze geldik, eliyle beni yanına çağırıyordu, gittiğimde, “idareden seni istiyorlar” dedi. Nedense bembeyaz kesildiğimi hissetmiştim. Önde pusulayı getiren görevli, arkasında ben İdare yazılı büyük bir kapıdan geçtik, görevli üstünde Müdür yazılı kapıyı vurarak bekledi, içeriden gelen sesle benimle birlikte Müdürün yanına geçtik. Birden bizim içeri girişimizle birlikte yan tarafta oturan birinin de sandalyeden kalkarak bana doğru geldiğini gördüm, bu gelen babamdı! Neye uğradığımı bilmez bir hâlde babama doğru gittim ve elini öptüm. Babamın eli buz gibi soğuktu, yüzü simsiyah, sakalı uzamıştı, benim bir şey sormama vakit olmadan Müdür beyin bana dönerek “Oğlum, baban seni eve götürmek için gelmiş. Korkacak bir şey de yok, ne dediysek ikna edemedik. Şimdi dışarıya çıkın, bir de sen babanla konuş, ikna edemezsen senin tasdiknameni vermek ve burayla ilişkini kesmek mecburiyetindeyiz” diyerek, dışarıdaki koridora gönderdi.

Bir yandan hıçkıra hıçkıra ağlıyor öte yandan “neden baba neden” diyerek feryat ediyordum. Babam da bana sarılmış o koca adam da ağlıyordu. Neden sonra duruma açıklık getirdi, iki hafta önce ağabeyim Ahmet askere gitmiş, anam “ben iki çocuğumun gurbetine dayanamam, git bana Muhammed’i getir” diye tutturmuş. Gece, gündüz ağıt yakar dövünürmüş. Babamın, “oğlum ananı susturamadım, ne yapalım, kaderde öğretmen olmanı çok istiyordum, ama elden bir şey gelmiyor, olmayınca olmuyor”, diyerek beni teselli etmeye çalışıyordu. Demek buraya kadarmış diyerek, görevli memurlara gittim, durumu biliyorlarmış, dosyamı çıkarmış benim babamı ikna etmemi beklemişler.

Tasdikname işlemlerimin tamamlanması öğle vaktine yakın bitti. Ben cenaze gibi sınıfa döndüm, dönmemle bütün sınıfa neden okuldan ayrıldığımı anlattım, tek tek hepsiyle helalleştim, hepsi üzülmüş bazıları ağlamıştı. Çıkarken öğretmenimin elini öptüm, arkadaşların yardımı ile Yatakhaneye girdik, eşyalarımı arkadaşlarım valizime yerleştirdiler, tekrar babama geldim. Canlı cenaze gibiydim, bir anda hayallerim cam gibi yere düşmüş darmadağın olmuştu, bakalım toplanmam mümkün olacak mıydı?

Haruniye-Osmaniye arasında çalışan minibüse ancak yetişebilmiştik. Babamla arkalarda yan yana oturduk, artık düşünemiyordum, arada ‘ah anam’ diyebiliyordum.

Babam benimle konuşmaya her teşebbüs ettiğinde istemsiz yüzümü çevirdiğimin farkındaydım. Osmaniye’den Hatay-Adana karayoluna kadar bir kamyonetle geldik, Adana’ya yük götürüyordu. Karşı yola geçtik. Bir elinde valizim, diğerinde benim elim, her geçen vasıtaya elini kaldırıyordu babam, gün dönmüş karanlık basmak üzere. El kaldırdığı bir kamyon önce gitti ileride durdu, babam beni âdeta sürüklüyordu. Şoför gençten biri, “emmi nereye” diye sorunca, babam “Reyhanlı’ya gidiyoruz ama nereye kadar gidiyorsan oraya kadar götür, ücreti neyse veririm” dedi. Şoför gülümsedi, kamyona bindik, başımı cama dayadım, bu saatte arkadaşlar yemekte olmalı diye düşündüm, uyumuş kalmıştım. Babam şoförle sohbet ediyordu, ne kadar geldik, nereye ulaştık bilmiyordum, karanlık basmış göz gözü görmez olmuştu. Kamyon durunca uyandım, babam Arapça, Türkçe, “hadi inelim bir iki lokma yemek yiyelim” deyince indik. Etraf kamyonla doluydu, demek burası kamyoncular lokantasıydı. Nazlanmadan yemeğimi yedim, tekrar yola koyulduk, Antakya’daydık, Reyhanlı’ya giden yol üstündeyiz, yeniden gelip geçen vasıtalara el kaldırmalar ve nihayet çarşı esnafının son anda babamı tanımasıyla ileride duran kamyonete doğru bir koşuşturma ile babamın kamyoneti kullanan sebze-meyve satan esnafa duasıyla yola koyulduk. Babamın “kalk oğlum eve geldik” diyen müşfik sesiyle uyandım, uyanır uyanmaz ağlamaya başladım.

Yeniden Reyhanlı  

Sokak lambaları etrafı aydınlatmaya başlamıştı. Oturduğumuz ev çarşının başı, fanusların fersiz ışıkları zor seçiliyordu. Kapımızın arkasına konan kocaman taş merdivenlerden yuvarlanır, kapı öyle açılırdı. Babam öfkeyle kapıyı itti, taş neredeyse avlunun ortasında durdu. Anam kendini dışarıya attı, babamla karşılaştı, karanlıkta beni fark edememişti, fark ettiğinde bana sarılmak istedi, kendimi geriye atmışım istemeden. İkinci hamlesi de boşa gitti, imdadına kardeşlerim yetişti. Bana sarılmış ağlamama ağlıyorlardı, üçüncü hamlesinde avazım çıktığı kadar “benim hayatımla oynadın” diye feryat etmişim, olduğum yere yığıldım kaldım, babam beni içeriye taşıdı, soğan kokusuyla kendime gelebilmiştim. Baygınlık geçirenlere koklatırlardı. Babam kızgın, Arapça anama ateş püskürüyordu. Odama geçirdiler zorla ceketi çıkardım, elbiselerimle uyumuşum.

Haruniye Öğretmen Okulu’ndaki günlerim bir hiç olmuş, geride kalmıştı. Acısı hâlâ taze ve canımı acıtıyordu, bu yarayı sarabilecek miydim bilemiyorum. Geldiğimi kim haber vermişse, İsmet pijamalarıyla gelmiş, babam, akşam çok geç geldik “ağlamaktan zor susturduk, sen şimdi git sabah erken gel” demiş göndermişti. Şafak sökmek üzereyken ezan sesiyle uyandım, babamı ilk defa ezanla beraber uyanmadığına şahit olmuştum, belli ki iki gün içerisinde taşıt araçlarının eski ve kısıtlı olduğu Osmaniye’nin Haruniye nahiyesine gidip, ikinci gün büyük bir stres neticesinde gece yarılarına kadar vasıtalara el kaldırarak tekrar dönmesi kendisini epey yormuş olmalıydı. Herkes derin uykuda bir ben uyanmıştım. Kalktım elbiselerimi çıkardım, valizdeki pijamamı giydim, tuvalet ihtiyacımı gördüm, bol suyla yüzümü yıkadım, aynaya baktım gözlerim kızarmış, şişmişti. İsmet kediler gibi ayaklarının uçuna basarak geldi, odama geçti, görür görmez ağlaşmaya başladık, bir süre sonra durulduk. Ben anlatıyorum, İsmet dinliyordu. “Şimdi ne olacak” diye sordu, “bilmiyorum, bugün öğretmenime gideceğim, gelirken babama zarf vermişlerdi içerisinde bir yazıyla beraber, onu götürüp göstereceğim” dedim. İsmet anlattıklarımın etkisiyle üzgündü, keşke orada okuyabilseydin, ama dünyanın sonu değil diye hem beni, hem kendini teselli ediyordu.

Buradaki Ortaokulu sordum, nasıl diye, “eh işte vasat bir eğitim, ilkokulun devamı gibi, senin anlattıklarına bakarsak çerez gibi bir şey” dedi. Babam yine kucak dolusu ekmek ve elinde kocaman bir kaymak sahanıyla (tabağıyla) geldi. İsmet karşıladı elindeki sahanı aldı, üzerine toz şeker ekledi. Ortamıza bir siniye (tepsi) koydu. Özlediğim kaymağı silip, süpürdük. Babama zarfı sordum, gitti uzun odadaki aynanın arkasından getirdi verdi. Ne yapacağımı anlattım, “sen bilirsin” dedi. İçimdeki endişemi gidermişti, demek okumamdan yanaydı babam. Anamın cehaleti beni öğretmen okulundan alıkoymuştu.

Giyindim, doğru Atatürk İlkokuluna gittim, kimseyle karşılaşmamak için sağıma soluma bakmıyordum. Öğretmenler odasında öğretmenim elinde çay bardağı ile arkadaşlarıyla sohbete dalmış gülüşüyorlardı. Birden beni gördü, “sen ne arıyorsun burada” demesi benim gözyaşlarımda boğulmama yetmişti. Öğretmenim, ağlamamın sonlanmasını sabırla beklemiş, durunca bir bardak suyu elime tutuşturarak, içmemi istemiş bu arada ders zili çalmış, bir arkadaşından yerine derse girmesini rica ettikten sonra “şimdi sakin, sakin anlat bakalım ne oldu” diye sormuştu. Başım önümde, parmaklarımla oynayarak baştan sona kadar olup bitenleri, ara vermeden anlattım ve elimde tuttuğum zarfı uzattım. “Ne olur öğretmenim beni Ortaokula kaydettir”, son sözüm boğazımda kilitlendi çıkmadı. Hayra, şerre ağlar olmuştum. Öğretmenim zarftan yazıyı çıkartıp okumuştu, baban yanlış yapmaya yanlış yapmıştı da, sen elinden gelen gayreti göstermişsin, müdür kanaatinde öyle yazmış. Yarın sabah beni Ortaokulun kapısında bekle, zarfı sakın kaybetme, orada buluşuruz, demesiyle ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilmez bir hâlde “sağ olun öğretmenim” diyebilmiştim.

Dönemin Reyhanlısı  

Ortaokula kaydolduktan sonra mümkün olduğunca Düziçi’nde edindiğim alışkanlıkları sürdürmeye gayret ederken, İsmet’i yanımda sürüklüyordum. İsmet, benim yaşıtım ve komşum, arkadaştan öte kardeş gibiydik, yediğimiz ekmek, içtiğimiz su bile ayrı gitmezdi.

Reyhanlı Yenişehir Gölü 1943

Doğup büyüdüğüm, bir türlü vazgeçemediğim yeşil REYHANLI ilçemizden söz etmek istiyorum. Bu anlatacaklarım geçmiş günlerle ilgili, bugünlere hiç girmek istemiyorum, arasanız da bulamazsınız.

Hatay ilimize bağlı olan Reyhanlı, Antakya’nın Güneydoğusu’nda, Suriye sınırının sıfır noktasına kurulmuş, Cilvegözü Hudut kapısına beş kilometre mesafede, ilk kuruluşunda Nahiye, sonrasında İlçe olmuş yemyeşil bahçeli evleri, Yenişehir gölünden gelen suyuyla hayat bulan, su değirmenleriyle ilçeye ve köylerine ekmek taşıyan bir ilçemiz. Reyhanlı, ilçe olmadan önce Irtah nahiyesiymiş, “Irtah” Arapça kökenli bir kelimedir. Rahat et, dinlen, konakla manasını içerisinde barındıran bu söz boşuna söylenmemiştir. Reyhanlı, Halep’ten gelen kervanların Antakya ve İskenderun limanına ulaşmalarında ihtiyaçların giderilmesi, eksiklerin tamamlanması, hayvanların dinlenmesi ve özellikle tımar ile Nalbantlık işlerinin, ki binek hayvanlarının olmazsa, olmazı hizmetlerinin karşılanmasında önemli bir yer tutar. Keza İskenderun, Antakya istikametinden gelenlerin de uğrak yeri yine Reyhanlı’dır.

Yine uzun süre göçebe yaşayan hayvan besicileri için Reyhanlı sınırındaki Amik gölü ile Amik ovası paha biçilmez otlakları ve iklimiyle besicilerin vazgeçemediği bir mezradır. Amik gölü bereketin adeta sembolüdür, Göçmen kuşların göç yolu üzerindeki Amik gölü, yüzlerce kuş çeşidine ev sahipliğiyle ünlüdür. Kuş Cenneti denen yerlerden biridir.

Hatay bilindiği üzere 1938 yılında Hatay Cumhuriyeti olarak kurulmuş, ilk Cumhur- başkanı Tayfur Sökmen’dir. 1939 yılında yapılan Halk oylaması neticesinde Hatay halkının büyük ekseriyeti Türkiye Cumhuriyeti’ne ilhak olmaya rıza göstererek Hatay Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün söylediği “Kırk asırlık Türk yurdu, düşman elinde esir kalamaz” sözleri doğrultusunda ilhak gerçekleştirilmiştir. Kısaca söz ettiğim bu birleşme ve bütünleşmenin tarihçesi gayet uzundur. Şimdi Reyhanlı ve civarında yaşayan halkların etnik yapılarını yazmak ve irdelemek istiyorum.

Reyhanlı ilçe merkezi, esnafların yoğunlukla yerleşim yeridir. Hem merkeze, hem de köylerde yaşayan halka hizmet sunar. Tek tek meslekleri saymadan “Hizmet Sunan Tüm Meslek Erbabı”-nın toplu olarak bulunduğu bir ilçe vasfına sahiptir. Bunun yanında Devleti temsil eden resmi ve yerel idarenin bulunduğu ilçemizi ne kadar övsek yeridir. Günün şartlarında yerel yönetimlerin temsilcileri hep Ağa’lardan olmuş, yine devlet yöneticileri de Ağa’ların emriyle hareket etmek durumunda kalmışlardır. Tek parti döneminde Ağalar TBMM’sinde Hatay’ı temsil etmişlerdir. Bu acı gerçek inkârla üstü kapatılacak gibi değildir.

Etnik yapısını ele aldığımızda; nüfus olarak Arap aşiretlerine mensup olanlar çoğunlukta, ikinci sırada Türkmen beylerine bağlı olan Türkmenler ikinci sırada, yerli Kürt aşiretleri üçüncü sırada ve Kafkasya’dan göç ederek gelen Çerkezleri dördüncü sırada sayabiliriz. Şehir merkezinde olsun, köylerde olsun nüfus dağılımının özeti böyledir.

Sosyal boyutta ele alındığında, “Ağa veya Bey” tabir edilenlerin birçok konuda birkaç adım önde olduklarını gözlemleyebiliyoruz. Bunda en büyük etkenin, çeşitli yöntemlerle Amik gölünün bulunduğu toprakların belirli soyadını taşıyan kişilerin, arazi tapularının bu ailelerin inhisarı altında olmasından ileri gelmesinden kaynaklanmaktadır. Hâl böyle olunca Binlerce dönüm arazi üzerinde yaşayan çiftçi (fellah yani süren, eken) ve çobanlar günün şartlarında idarî yönetimlerin boşluklarından ve zafiyetlerinden faydalanarak mevcut toprakların tapularının “ağa” ve “bey”lerce ele geçirilmesi, geri kalan topraksız halkı “köle” gibi çalıştırmasına olanak sağlamıştır.

Ağa ve Bey dediklerimiz, Osmanlı’nın çöküş zamanlarında Halep ve civarına atadığı paşanın yakınlarının, Osmanlının borçlandıkları ülkelere, borçları karşılığında o havalide yaşayan kişilerin vergilerini toplama haklarını Fransa’ya devretmesi ile, yani kısaca Duyun-î Umumîyenin gereğini yapmak üzere Fransız hükümetiyle yakın ilişki içerisindeki bu Ağa’ların adamlarınca Milis (paralı asker) vermesi karşılığında bu topraklar, Fransız kadastrosu üzerinden adlarına geçirmelerine sebep olmuştur.

Topakların işlenmesi ve islah edilmesi için, yöre halkı “derebeylik” hükümleri ile çalıştırılmış ve topraklar ıslah edilmiştir. Kısaca söylemek ve anlatmak gerekirse, bunun en belirgin uygulamasını, halk arasında anlatılan şekliyle şöyle özetleyebiliriz.

Topraksız köylünün çilesi ağa ve beylerin, tapulu toprakları üzerinde kurulan köylerde yaşayan halkın prangasız prangaya vurulması anlamına gelen çalışma koşullarının ağırlaştırılmasıyla başlamıştır. Örneğin; (a) köyünde yaşayan bir çiftçi ailesinin, koşulları kabul etmeyerek, yaşadığı köyden bir başka köye gitme, göç etme hakkı elinden alınmıştır. Ağa’ya koşulsuz biat etmek köylünün birinci görevidir. Burada anlatılanlar; biat edenler, ağa’nın verdikleriyle hayatlarını idâme ettirmeye razı olanlarla, boyunlarını büküp oturanlar ve biat etmeyenler, başkaldıranların zorla biat ettirilme yöntemi “İnsanlık suçu” ile eşdeğerde bir yöntemdir.

Veya mahkemelerin suçlu bulduğu kişiye idam cezası vermesi hükmü o suçu işleyen kişiyi bağlar. Oysa Ağa’nın verdiği hüküm biat etmeyen kişinin bütün ailesini kapsar. Şayet Ağa köyünde yaşayan ve kendisine çalışan bir çiftçisinin kusurunu gördüğünde ona “Çitini Kırdım” dediyse hem çiftçi hem ailesi “açlığa mahkûm” edilmiş demektir. Aynı gün ve saatte Ağa, civardaki bütün ağalara ulak gönderir, ben felânın “Çitini kırdım” demesi o kişinin bir başka köyde, şehirde yaşam hakkı elinden alınmış demektir. Hiçbir ağa, bey o kişiyi köyüne sokmaz ve akrabaları dahi ona bir tas su bile veremez, verdiği duyulursa onun da “çiti kırılır” ki bu ölümden de beter bir insanlık suçudur.

O aile aç, susuz bir süre öylece tutulur, köylü bu cezanın kaldırılması için, Ağa’nın has adamı, o köyün aşiretine mensup biri olan Şahne veya Vekil’e, müracaat etmeden başka çaresi kalmamıştır. Ağayla görüşmek köylünün haddi değildir. Birkaç yaşlı köylü “Şehne”ye varır, izzet ikrarlarla karşılanırlar, “Mirra” (acı kahve) ikram edilir, içlerinden biri elini Şahne’nin Şalvarının üzerine sardığı, eğri kamasını koyduğu kuşağa elini atar ve Arapça “idne bi zinnerek” (bize sahip çık) diye şefaat diler. Şahne bu işin tek anahtarıdır, köylüye bu izzet ve ikram oradan gelmektedir, Şahne: “buraya kadar geldiniz, sizin hatırınıza Ağa’ya gidip ricacı olacağım, gerekirse hatırınız için yalvaracağım, ancaaak, bir daha bu köyde, böyle bir şey olmayacağına dair bana söz vereceksiniz” der, gelenler söz verir ve damlarının yolunu tutarlar. Bundan sonra senaryonun devamı sahnelenecektir. Çünkü o ailenin toptan açlık ve susuzluktan yok olması ağa’nın hiç işine gelmez, aza çoğa bakmayan bir ailenin eksilmesi bir yana, olabilecek daha vahim olumsuzluklardan çekinir.

Binlerce yıl sağılmışım,

Korkunç atlılarıyla parçalamışlar,

Nazlı, seher – sabah uykularımı

Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,

Görüyor musun?

Ne de güzel söylemiş, Ahmed Arif.  

Ağalığın  hak(sız) düzeni  

Ağa da vekil de köylü de neticesi önceden belli bir oyunun oyuncularıdır. Sabah köylü işe gitmeden Konağın önünde toplanmış, ağanın balkona çıkmasını beklemektedir. Köylünün bir an önce işe başlamasını isteyen Vekil, ağadan fazla telaşlıdır, nihayet ağa elinde kırbaç, üstünde Fransız muhipliğinden kaynaklanan robdöşambrıyla arz-ı endam eder. Aşağıda köylü sessizce pür dikkat ağanın ağzından çıkacak sözleri beklemektedir. “Vekilimin ve sizlerin hatırı için (burada çitini kırdığı kişinin adını anmadan) filân kişinin oğlu ve ailesini affediyorum” der, köyün kadınları topyekûn zılgıt çeker. Köylü ellerini semaya açmış ağaya dua etmektedir. Cezalandırılan köylü böylece açlığa mahkûm edilmekten kurtulmuştur.

Ağa hükmü ve zulmü, ağaların ağız birliği -etmesinden kaynaklanmaktadır. İnsanların bir bölümünün, diğerlerine zulüm etmesi, hürriyetini kısıtlaması, dinen de, içtima durumla da kabul edilecek bir şey değildir. Oysa o tarihlerde Türkiye’de Cumhuriyet kabul edilmiş, Fransızların giderayak ettiği zulüm tohumları yeşermiş olsa da, toprak ağaları marabalara karşı alışkanlıklarından vazgeçmemişlerdir. Oysa bu sözler onlar için dillere düşmüştür; “Mal sahibi, mülk sahibi; hani bunun ilk sahibi? Mal da yalan, mülk de yalan, var git biraz sende oyalan”.

Zaman içerisinde köylünün üzerindeki bu hukuksuzluk ve baskı, köylüyü toprak ve hâk arayışına yönlendirerek semeresini vermiştir. İktidara gelen ve sosyal politikalar uygulayan hükümetler, hiçbir emek sarf etmeden, hile ile elde ettikleri topraklar yetmezmiş gibi, Ağalar Devlete ait toprakları da zilyetlerine geçirmiş, Mal Müdürlüğü, Defterdarlık vasıtasıyla Hazineye ait toprakları kiralayarak köylüye “tırnakları sökülene” kadar ıslah ettirmişlerdir.

Yıllar süren haksızlık ve hukuksuzluklar günü geldiğinde hukuk devleti hükümleri içinde Hazineye ait topraklar hâk sahiplerine “Çap” adı altında 40’ar dönüm olarak dağıtılmış, köylü toprak sahibi olabilmiştir. Binlerce dönüm sahibi ağaların toprakları miras yoluyla, mirasçılara geçmiş, hazır yemeyi alışkanlık haline getirmiş mirasçılar ellerindeki tarlaları satıp savurmuş, topraklar yine aslî sahiplerine rücu etmişti. 1974 Bülent Ecevit hükümetinde “Toprak işleyenin, Su kullananın” sloganı toprak sahiplerini tedirgin etmiş ve kendilerine yakın duran çiftçilere peşin, veresiye satmışlardı. Günümüzdeki toprak sahiplerinin tamamına yakını çiftçidir. Ağalık ve beylik ülkeye de Reyhanlı ve Kırıkhan’a da Hatay’a hiçbir katkıları olmamıştır. Günümüzde üç-beş ağa artığı kalmışsa da hiçbir etkinlikleri kalmamıştır.

Söz hazır “ağa”lardan açılmışken burada ağa zihniyetinin Türkiye’ye verdiği zararların en önemlisi olan “Köy Enstitüleri”ne kısaca değinmek istiyorum. Kinyas Kartal adındaki Doğu illerinizdeki köy ağalarından biri bu konuda verdiği beyanatta, Köy enstitülerinin nasıl kapatıldığının hikâyesini anlatırken; Ben Doğu Anadolu’da bir köy ağasıyım, Ağalık o tarihlerde Türkiye’nin birçok bölgesinde yaygındır. İktidarda hâkimiyet kuranların halkı sömürme yöntemidir. Hatıralarında Kinyas Kartal özetle; Ben Rusya’da okumuş ve Komünizmin ne olup olmadığını bilen biriyim. Biz Ağalar olarak Köy enstitülerinde Komünizm propagandası yapıldığı için değil, Köy Enstitülerinden aydın insanların köylerimize atanmaları yoluyla, köylüleri aydınlattıkları için, Türkiye genelinde bir araya geldik ve CHP’nin içerisinden koparak, DP’yi kuran Adnan Menderes (o da köy ağasıdır) hükümetini, Köy Enstitülerini kapatması şartıyla destekleyeceğimizi, Adnan Menderes’in oluru ile kabul ettik. Ve destekledik, hükümet olmasını sağladık.”

Kişisel kanaatim; Türkiye’ye yapılmış en büyük kötülük Köy Enstitülerinin kapatılması neticesinde, aydınlanmada bu kadar geriye düştük. Şimdilerde ah’lar, vah’lar bize tekrar Köy Enstitülerini geri getirmeyecektir. Günümüzde İstanbul ve Ankara Büyükşehir belediye başkanlarının çabasıyla Köy Enstitülerinin benzeri yapılanmalar gazetelerde okunmaya başlanmıştır.

DEVAM EDECEK

3. bölümü okumak için tıklayınız

Mehmet Barutçu son yazıları (Hepsini Gör)
5

Bu yazıyı da okuyabilirsiniz

Çocukluk Çağımız Daha Güzeldi Sadi Geyik

Anı

3 Yorumlar

  1. Mehmet Barutçunun hayatını anlattığı kitabını soluksuz okuyorum .çok yalın bir dille yazılmış o günleri yaşıyor hissi veriyor.kendisini kutluyorum

    0
  2. Üzüldüm…
    Okulu bırakmanıza üzüldüm.
    Doğup büyüdüğünüz yerlerdeki ağalık düzenine üzüldüm.
    İlk bölümde yazdığım uzun yorumla sizi üzdüğüme üzüldüm.
    Aslında iki cümle sonra anlamıştım, bir nedenle öğretmen okulunu bıraktığınızı…
    Silmedim yazdıklarımı.
    Köylünün kendilerine verilen 40’ar dönüm toprağı sahip çıkamayıp tekrar ağaların eline geçmesine üzüldüm.
    Ananızın hasretinize dayanamayacağı nedenle okuldan ayrılmış olmanıza, köylünün sahip çıkamadığı topraklara, köy enstitülerinin kapanmış olmasına…hepsine birden üzüldüm.
    Anlattıklarına göre ikinci büyük abim sabah tam gidecekken okula anamın sulugözlülüğü ona da engel olmuş.
    Kesinlikle okurdu.
    Belki diğer kardeşlerin de kaderi değişirdi.
    Kutlarım, kaleminize, zihninize sağlık.

    3

Bir cevap yazın