3. Bölüm

Bugün benim için önemli; ortaokuldaki ilk günüm. Dün kayıt işlemlerimi bitirdikten sonra, yarın için hazırlıklara başladım, ilk günün intibaı çok önemli diye düşünüyordum, gerekli hazırlıklarımı tamamlamış, eksik olan tek şey ders kitaplarımdı. Kitapların siparişini gazete bayi Haydar Söker’e vermiştim. İsmet geldi, bugün o da şık giyinmişti, arkadaşların çoğunu tanıyordum, benim gayretim öğretmenlerim içindi.

Ders ziliyle birlikte sınıfların yolunu tuttuk, giriş için itiş, kakış olmuyordu da, teneffüste dışarı çıkmak için bayağı izdiham yaşanıyordu. İlk dersimiz Türkçe, bendeki kırık Türkçe gitmiş normal ve düzgün lehçeyi edinmiştim.

Mümessilimiz öğretmene beni takdim ederken geldiğim okulu söylerken şaşırdı, araya girdim, “Haruniye Düziçi Öğretmen okulundan buraya naklen geldim” dedim.

Öğretmenim nedenini öğrenmek istedi. Nedeni var mı? “Ailem öyle olsun istedi” dedim, konu kapandı. Ders arasında deyimlerle, benzetmeler karşılaştırmasında öğretmenimiz “Yılan, yılan iken toprağı kanaatle yalar” deyiminin açıklamasını soruyordu. Parmak kaldıran bir şey söyleyip oturuyordu, benim ilk günüm parmak kaldırmaya cesaret edemiyordum, her hâlimden belli etmiş olacağım ki, öğretmen “sen söyle” dedi. Yerimden kalktım, “yılan insanlar tarafından sevilmeyen bir hayvan, o yılan bile toprağın çok olduğu yeraltında yaşarken, ne olur, ne olmaz diyerek toprağı kanaatle yalar, burada biz insanlar çok ve fazla bulduğumuz şeyleri israf etmeden, idareli kullanmamız öğütleniyor” türü bir açıklama getirmem öğretmeni memnun etti ve ilk sınavı vermiş oldum. Teneffüs ziliyle bahçeye yöneldik, ben sakin sabırlı hareket ediyordum. İsmet sıkıştırıyor, oğlum yürüsene, nereye iki adım sonra bahçedeyiz, sen sıkışmışsan koş git, yürüdü gitti. Öğle tatil arasında eve giderken, çekinerek İsmet’e, “bundan sonra kavga dövüş yok, derslerimizi çalışacağız, üstümüze başımıza dikkat edeceğiz. Müdür benim kaydımı yaptırdığında, ‘en ufak bir hatanı görürsem seni okuldan atarım’ dedi, ona göre” diye uyarıda bulundum.  İsmet, yüzüme ters, ters bakarak evlerinin yolunu tuttu.

Eve girdim, anam öpmeye çalışınca, ‘bırak yine yüzümü tükürük dolduracaksın’ diye kaçtım. Yemekten sonra anama, “eski odamı temizlesinler babama haber gönder bir somya alsın, yerde yatamıyorum” dedim, çıktım gittim. Öğleden sonra İsmet yanında oturan babası özel idarede memur olan sıra arkadaşını ikna etmiş beni yanına taşımıştı. Çıkışta kitaplar için Kırtasiyeci Haydar Söker’e gittik, kitaplar gelmiş paketinde duruyor, birkaç defterle takviye ettik bize gittik.

Odam temizlenmiş, somya gelmiş, uygun yatak açılmış, yere hasır yerine kilim serilmiş, bana ait olmayan ne varsa götürülmüş, duvardaki kapaklı dolaplara iç çamaşırlarımın altına örtü konularak dizilmiş, kapının arkasına askı asılmıştı. Onu beğenmedim, Camcı Zeki’den almışlar. Gittim yenisiyle değiştirdim. İstediğim gibi olmuştu ama tabi Düziçi bambaşkaydı.

Şimdi eksik kalan uygun bir masayla, elektrik işiydi. Anama yanaştım, Arapça “ya yam”(ana) dememle başladı methiye dizmeye, bu gibi durumlarda anamı susturmamın en doğrusu yürüyüp gitmek. Yetişti, ‘söyle’ dedi, ‘elektrik’ dedim, anam “bir iki gün içerisinde baban evin her yanına elektrik çektiriyor, bileziklerimden verdim parasını” dedi. “İyi etmişsin ana” dedim, elini öptüm, başıma koydum.

Asıl sevinç gösterisini dışarıda İsmet’e giderken gösterdim. İsmet’e durumu anlattım, bundan sonra derslerimizi bizde çalışacağız” dedim. İsmet’lere memleketleri Siirt Tillo’dan çok misafir geliyordu, gelenlerde gitmeyi bilmiyorlardı, İsmet nasıl ders çalışsın. Kısa sürede işler istediğimiz gibi gitti, dersler düzeldi, keyfimize diyecek yoktu.

Bir gün teneffüste okulun duvarında otururken, Türkmen çocuklarından biri geldi sataştı, İsmet duvardan atladı ben önünü kestim, sırtım dönük, bana saldırdılar bir baktım altı-yedi kişi olmuşlar bizi ortalarına almış dövüyorlar. İsmet’le sırt sırta verdik, karşıdakileri dövmeden çok kendimizi koruyorduk. Üst sınıflardan araya girenler bizi ayırdı, ilk sataşan bize saldırıp durunca, babası hem kasap, hem de kebap salonu olan İhsan Alkan saldırganı tuttu, İsmet’i de tuttu ortaya getirdi “şimdi teke tek dövüşün” demesiyle İsmet buna öyle bir vuruş vurdu ki, yere kapaklandı kaldı. Üstümüz başımız yırtılmıştı.

Okul müdürü odasının penceresinden kavgayı seyredermiş, nöbetçi öğretmen geldi bizi önüne kattı, bizimle beraber bize sataşan var. Diğerleri kaçtı. Okul müdürümüz uzun boylu, geniş omuzlu heybetli biriydi, elinde enli cetvelle geldi, “ben her gün kavga edesin diye mi senin kaydını yaptırdım? Aç bakalım elini” dedi. Geriye çekildim, bir daha “aç” dedi tekrar geriye gittim. Soluk almadan, “bunlar kalabalık geldiler bizi dövdüler öğretmen onları getiremedi, üst sınıftaki öğrenciler yetiştiler de bizi kurtardılar, dışarıda yediğimiz dayak yetmezmiş gibi bir de siz bizi dövmek istiyorsunuz, bu adil değil” diye bağırdım. Sesim okul koridorundan duyuluyordu, “çıkın dışarı, bir daha duymayacağım” diyerek bizi kovdu. Bu durum okulda ilkmiş, “bugüne kadar müdürün yüzüne hiç bir öğrenci durmadı” dediler. Elimizi yüzümüzü yıkadık, İsmet’in ceketinin yakası yırtılmıştı, çengelli iğneyle tutturduk sınıfa geçtik, sıramıza oturduk.

Ker’ûn veya Kerğûn  

Bu bölümde benim hayatımda iz bırakan birini sizlerle tanıştırmak istiyorum; Genellikle adını bilen çok azdır, lakabı ile çağrılırdı. Ker’ûn veya Kerğûn diyerek.

Uzaktan sağa, sola selam vererek, önündeki üstü yüklü eşeğiyle yaklaşan, kasap esnafının “sakatat”larını, dericilerin “deri”lerini taşıyan “Kerğûn” göründü. Her gün kasap esnafıyla beraber işbaşı yapan, eli öpülesi bu kişiyi önemli kılan özelliği; doğuştan mı, çocuk yaşta geçirdiği bir hastalıktan mı olduğunu anımsayamadığım, elinin birinin çolak, ayağının birinin aksak, gözler trahomdan zayıflamış, yitsen yıkılacakmış gibi duran, bütün bu olumsuzluklara rağmen sabahın köründen kalkarak, kendine iş edindiği bu hizmeti, taşıdığı sakatatları karıştırmadan kasap dükkânlarına kadar eşeğiyle taşıyıp hizmet vermeye çalışan böyle bir insanı tanıdığım için ne demem gerektiğini bilmiyorum.

“Nice insanlar gördüm üstlerinde giysi yok!  

Nice giysiler gördüm içlerinde insan yok” dedirten sözleri yazanlara örnek teşkil edecek bir insandır Kergûn. Kerğûn’un kelime anlamı, küçük ve büyük baş hayvanların “ayak” takımlarına verilen bir isimdir. Onun durumundan çok daha sağlıklı olup da el, avuç açanlara inat kendisinin ve ailesinin geçimini emeğiyle sağlayan biriydi Kerğûn. Yıllar sonra vefat haberini öğrendiğimde çok üzüldüğümü bugün gibi hatırlıyorum.  

Bu gibi örnekleri çoğaltmak tabi ki mümkün, dar bir alan içerisinde yaşayan bizler için tek örnek olarak göstereceğimiz çok az kişilerden bir diğeri de, yine kasap esnaflarının mezbahadan iş yerlerine kadar “etleri” derme çatma at arabası ile getiren belediye emekçisi, “Mazratoni” soyadını taşıyan kişisiydi.

Şafakla birlikte Reyhanlı canlanmıştır. Esnaf işyerlerini açmış çalışmaya başlamıştır. Bazı memurlar dairelerine gitmeden önce alışverişe çıkmış, sepete doldurdukları eşyaları evlerine düşük bir ücret karşılığında taşıtmış ve dairesine gitmiş olurdu. Kasap esnafı dükkânlarında siparişleri alır, evlere kadar gönderirlerdi. Etler mezbahadan işyerlerine at arabasıyla gelirdi. Bu araba Dikdörtgen şeklinde, içi ve dışı galvanizli saçla kaplı, at arabası dingili üzerine monte edilen bir nakil vasıtası. Yolların düzgün olmamasından ötürü yavaş, yavaş sallanarak gelir, kış aylarında çamurlu yollarda kaldığı da olurdu. Bu gibi durumlarda kasap çalışanlarıyla beraber omuz verilir araba saplandığı çamurdan çıkarılır, çıkarılmazsa etler kalfaların omuzlarında dükkânlara kadar taşınırdı.

Mazratoni etleri arabanın çengellerine kasap dükkânlarının sıralamasına göre asar ve birbirine karıştırmadan dağıtırdı. Daha sonra arabasıyla tekrar mezbahaya döner, içini dışını bir güzel temizler evinin önüne çekerdi. Bu görevi bitmiş ama şimdi kendisini bekleyen sıradaki ikinci işe, çöp toplamaya gelmişti. Atı çöp toplama arabasına koşar, çöpe çıkardı. Bu iki emekçiden Mazratoni belediye çalışanı, Kerğûn ise kasapların gönlünden kopan, ne verirlerse “bereket versin” diyerek cebine koyan biriydi, aza çoğa bakmazdı. Bu davranışı herkesi etkilemiştir, onun bu tutumu karşılıksız kalmaz, kasaplar birer parça et kesip verir, böylece evin etini de çıkartmış olurdu.

Köylerde hayat şartları çok ağırdır. Atatürk’ün “Köylü milletin efendisidir” veciz sözleri maalesef günümüzde bile çok geçerli değildir.

Reyhanlı’nın köyleri içerisinde ilçeye yakın olanlar diğerlerinden daha şanslıdır. İhtiyaç anında ilçeye ulaşması mümkündür, özellikle Amik ovasında yaşayanların çoğu bu şansa sahip değildir. İlçeye gelmelerindeki tek şansları çift koşulmuş At ve Katırların çektiği arabalardır. Arabaların yapımcıları öncelikle Marangozlar, aksam işlerini yapan Demirci ustalarıdır.

Her evde bulunmaz bu arabalardan, önceleri ağa çiftliklerinde bulunan bu arabalar zamanla toprak bölüşümlerinden sonra toprak sahibi olan çiftçilerde de bulunur olmuş, ilerleyen yıllarda biraz yaygınlaşmıştır. Sınır köylüsü, Amik köylüsünden bir adım öndedir, ürettiği ürünleri pazarlamada, elde ettiği gelirle ihtiyaç gidermede, kaçak ticaretinde, Suriye’de mevcut olan ve Türkiye’de mevcut olmayan mal mübadelelerinde iyi gelir elde ederek gelirini toprağa bağlama şansına sahiptirler. Sınır köylerindeki Aşiretler genelde birbirleriyle barışıktır, çiftçilik, artı kaçakçılık bir arada götürülür, gerçi onların da yolu yoktur, suyu, elektrikler yoktur ama Amik köylüklerinden daha umutlu ve mutludurlar. Ağa ve bey baskısına maruz değiller.

Amik ovasının can alıcısı yalnız ağa baskısı değildir. Çeltik ekiminin olduğu devirde köylüyü kırıp geçiren Sıtma ve Trahom’la savaş ilçede ve civar köylerde başlamış, yavaş yavaş içerideki köylere yönelmiştir. Bu zaman zarfında binlerce çocuk telef olurken, ağaların cüzdanları daha da şişmiştir.

Cumhuriyet’ten sonra kurulan Muhtarlık müesseseleri vatandaşların devletle olan bağlantılarında bir rahatlama sağlamıştır. Asker alımları daha düzenli olmuş, köy taramalarında sağlık ekiplerine rehber olmuş, ikame ve barınmaları sayesinde sağlık hizmetleri verilmeye başlanmıştır. Sınır köylerinde Muhtar’ın başı özellikle seyyar Jandarma ile belâdadır, kaçakçıların ölü-mü göze alarak sınırı geçmelerinin, bu geçişlerde yakalanmamalarının hesabı Muhtar’dan sorulur. Muhtar hiçbirini ele vermez, veremez, köy aynı aşiretin mensubudur ve köylüler akrabadır. Sınır köyleri ilçeye yakın olduklarından ve genelde ağa’lara mahkûm olmadıklarından Cami yapımında, İlkokul yapımında bir adım öndedir, Camisini kendisi yapar, İlkokulu iktidar mensuplarından ister. Birbirine yakın köyler bir arada okur, öğretmeni Köy Enstitüsü mezunu olan, Salim Tıraş adlı Çukurovalı öğretmenin gayreti sayesinde Bellene, Berniyes köyünden mezun olan öğrenciler Cüneydioğlu aşireti mensuplarıdır ve zaman içerisinde birçoğu üniversite mezunu olmuş, devlet kademelerinde yükselmişlerdir.

Amik Gölü
Bmik köylük yerlerinde yaşayanların en büyük mutlulukları göl sayesinde Balık avlayabilmeleridir. Amik gölünün Göçmen Kuşlarının göç yolu üstünde olması sayesinde bol miktarda çoğalan “Sığırcık”, “Çulluk”, “Su Ördeği” ve benzeri kuşları avlamalarıyla et ihtiyaçlarının bir bölümünü karşılamaları, meraların bolluğuyla süt ve süt ürünleri ihtiyaçlarını gidermeleri sayesinde şanslı sayılabilirler. Yine Amik gölünde bulunan Sazlıklar ve bataklık çamuru sayesin de barınma sorunlarını yaptıkları sazlık evlerle çözmüş kabul eder, şükreder dururlar. Yukarıda değindiklerimizle ört ki ölem, durumu gerçekleşmiyor, hallerine şükretmeleri telkin edilerek susturuluyorlardı. Susmayanların başlarına nelerin geleceğini anlatmıştık.

Benim yönümden sömestr tatili iyi geçiyordu, babama yardım ederek ‘hayırlı bir evlat’ olduğumu göstermiş oluyordum. Bu durumdan şikâyetçi olan ise İsmet’ti. İsmet’in babası da, abisi de Sünnetçiydi, durmadan bana küfür ediyordu. Sende çalış söylemime “ne yani ben de Sünnete mi çıkayım” diyerek hoşnutsuzluğunu gösteriyordu. Gel beraber çalışalım, söyle-mimle “he valla söyle babana ben de çalışayım” cevabını babama açtım. Babam ‘olur’ dedi de, “Şıh Salih’in haberi olmazsa olmaz, geçerken bana söylesin yeter” demesini İsmet’e iletmemle eve doğru gitmesi bir oldu. Çok geçmeden Şıh Salih ile İsmet göründüler, “Halid sana çırak getirdim, bunlar birbirinden ayrılmazlar” demesiyle babam yer gösterdi, karşılıklı kahvelerini içip tütün tabakalarından sigara sardılar. Şimdi İsmet resmen babamın yanında kasap çırağı olmuş oldu. Mahmut kardeşim bu işten memnun, iki kişi durup dururken kendisinin yardımcısı olmuş yükü hafiflemişti.

DEVAM EDECEK

4. Bölümü okumak için tıklayınız

Mehmet Barutçu son yazıları (Hepsini Gör)
2

Bu yazıyı da okuyabilirsiniz

Çocukluk Çağımız Daha Güzeldi Sadi Geyik

Anı

2 Yorumlar

  1. Bir dönem hayallerimiz ve anlatımınızla canlandı.Yaşamın öğrenimsiz sınavlarını başarmanın, deneyimleriyle sürdürmek zorunluluğu var.Her deneyim bize zorluğu aşmanın aşısı olıyor.
    Çok teşekkürler.

    4

Bir cevap yazın