Okul müdürü ve yardımcıları önde, öğretmenler arkada binanın girişine geldi, müdür yine esti, gürledi “asarım da, keserim de” diye. Sıra İstiklâl Marşı’na geldiğinde, müzik öğretmeni ses verdi, toplu olarak hepimiz en gür sesimizle İstiklâl Marşımızı seslendirdik. Caddeden geçenlerin bilenleri kaldırımda hazırol duruşuyla durdu, şapkalı görevliler selam vererek durdu, bihaber olanlar şaşkın bakışlarla seyretti, askerken İstiklal Marşı’nı bilenlerden kasketli olanlar, kasketlerini eline alarak hazırol’da durdu.
Sıra halinde giriş yapıldı, müdür çoğumuza kıyafetlerimizden ötürü “aferin” dağıtıyordu, üst sınıftakiler “hangi dağda kurt öldü?” diyerek şaşkınlıklarını dillendirdiler. Sınıflarda birinci sömestr düzeniyle oturuyorduk, en ön sıralarda kız arkadaşlarımız bizlerden daha şık giyinmiş saçlarını taramış, kiminin saçları bukle bukle örülmüştü.
İkinci yarıyıl, birinci yarıyıldan daha zorlu geçiyordu. İsmet’le bir düzen tutturmuş gidiyorduk, Ahmet birkaç defa geldi, geç saatlere kadar çalıştığımızı görünce vazgeçti. Mahmut Karpuz okula gelmez olmuştu, “babasıyla tarlaya gidiyor” dedi Ahmet. Ben Düziçi’nde edindiğim alışkanlıkları devam ettirmeye özen gösteriyordum. İsmet vazgeçmiş gibiydi. Nihayet Yılsonu karnelerimiz dağıtıldı, bütün derslerim Pekiyi de, hâl ve gidiş dersim İyi. Bu yüzden Teşekkür belgesi verilmedi bana. Kırılmıştım, kimseye de bir şey söylemedim. İsmet, okuldan eve gelinceye kadar bildiği bütün küfürleri sırayla etti. Ben boş ver dedikçe küfre yeniden başlıyordu. Nihayetinde duruldu.
Önümüzde uzun bir tatil dönemi başlamıştı, ben yine babamla çalışacaktım, İsmet abileriyle. Pazar yerinde devamlı kurdukları karpuz, kavun sergisinde onlara yardım edecekti. Mahmut zaten okulu bırakmıştı, ovaya yeni yeni traktör getirilmeye başlanmış, Mahmut’u traktörde görür olmuştuk.
Ahmet’in işi zordu. Ziraat Bankası tarafından haciz edilen köylünün mahsullerini bekleyecekti yaban, yazıda. Tek başına değildi ama yine de işi zordu. Anası Ziraat Bankası’nda çalışıyordu, yardımcı hizmetlerde, rica minnet ederek ayarlamıştı bu işi oğluna. Çalışmayan birkaç ağa çocuğu vardı, zaten bizim onlarla alışverişimiz yoktu. Tekdüze ve monoton bir yaşam sürüyorduk, İsmet’le yine bir aradaydık, onların işi gece gündüz devamlıydı ve sırayla kalıyorlardı sergide, bazen akşamdan sonra da gidiyordum oturmaya. İkimizin de hedefinde birer lacivert takım elbise alma vardı. Babam günlük yevmiye veriyordu bana, ben de Tenekeci Cemil’de yaptırdığım bankaların verdiği Kumbaralara benzer bir kumbara yaptırmıştım tenekeden. Yevmiyemi alır atardım her gün, bir de koç boynuzu topluyordum, evimizin girişindeki tuvaletin damında bu koç boynuzlarını biriktiriyor her pazartesi günü Antakya’dan pazara gelen bıçak satıcılarına satıyordum koç boynuzlarını. Bıçak satıcıları koç boynuzlarını işler bıçak sapı yaparlarmış, her satıştan sonra anam bana damı temizletirdi. Bir de koyun ve keçilerin diz kemiklerindeki “aşık” denilen kemikleri toplar, köylerde oynanan zar yerine kullanılan bu kemikleri çiftler saklardım. Her pazartesi günü alıcıları gelirdi bana, ben de “aşık” kemiklerini onlara satardım parayı harcamaz kumbarama atardım. Bütün yazı yedik bitirdik, ortaokulda okuyorduk ama gören delikanlı sanırdı. İsmet’in sakalları belli olmuştu da bende pek belli değildi. Yeni yeni rengi değişiyor gibiydi sakal kıllarımın.
Sigaraya başlamamla bırakmam bir oluyor
Okul tatilimiz devam ediyordu, monoton geçen günlerimizden sıkılır olmuştum. Öyle anlattığım kadar da “ak kaşık” değildim, yaramazlıklarım tabi ki vardı, hem de çok, o yaşta yetişen yeni nesil her “ergen”de olan huylar bende de vardı. Komşumuz Naim bizden birkaç yaş büyüktü, babasıyla beraber Tandır işletirler, bizim buralarda “Halebi” diye adlandırılan ekmek pişirirlerdi, bir de Küncülü simit. Baba, oğul ve bir işçi ile idare ederlerdi. Bazen öğle saatlerinde işten kaytarır gider fırında oturur ekmek satardım, kasaptaki iş kardeşim Mahmut’un boynuna kalır kızar bağırırdı, bu arada Naim’in ikram ettiği Harman sigarasını öksüre öksüre içerdim. İsmet benim Naim’le olan arkadaşlığımı tasvip etmez, “seni sigaraya alıştıracak, vazgeçmezsen “babana söylerim” diye de tehdit ederdi.Bir akşamüstü İsmet’le yol boyu yapmış eve dönmüştük, o evinin yolunu tutmuş gitmişti. Dışarıdan anamla babamın sesi geliyordu, anam “oğluma vurmayacaksın, koca delikanlı oldu” diyor, babam “sen işime karışma” diyerek anamın müdahalesini reddediyordu. Dış kapıyı iterek içeriye girdim, babamın elinde Nar çubuğu beni bekliyor, anam kendini önüme attı, “dur ana sen karışma, bir yanlışım varsa cezama razıyım” dedim, babam “sen utanmıyor musun sigara içmeye”, hah İsmet beni gammazladı, dedim ve “haklısın baba, bazen Naim verdiğinde içtiğim oluyordu” dedim, gömleğimi sıyırdım sırtımı döndüm, anam yine babamın karşısında diklendi, kızlar salya sümük ağlaşıyor, Mustafa Hasan amcama gitmiş elinden tutarak getirmiş, amcam beyaz uzun antetisiyle (gece uyku kıyafeti) ne oluyor, demesiyle çubuğu almış babamın elinden dışarıya atmış, babam durumu anlatmış, amcam, “bir daha içmeyecek, değil mi?” (Bunu bana söylüyor ve “tamam içmeyecek” diyerek yerime söz veriyor.)
Gittim amcamın ve babamın elini öperken ağlıyordum, kızlar sırayla önce amcamın, sonra babamın elini öptüler. Amcam sessizce evine doğru gitti. Ben de odama, babam nefes almak üzere kahveye gitti. Odamın kapısını içeriden kilitlemiştim. Beni etse etse İsmet gammazlamıştır diye düşünüyordum, akşam aç karnına uyudum, sabah babam uyanmadan kalktım dükkanı açtım. Biraz sonra Mahmut kolundaki sepetle göründü, gitti karşımızdaki peynirciden peynir aldı, dükkana geçti, iki peynirli dürüm hazırladı, birini tezgaha bıraktı diğerini eline aldı, biraz uzaklaştı “Nasıl bir daha kaytarıp sigara içecek misin?” demesiyle ok gibi fırladı kaçtı. Demek İsmet’in günahını almıştım, eh Mahmut ben bunu sana bırakırsam deyip duruyordum. Peynirli ekmeği suyla yutmaya çalışarak yedim bitirdim.
İkindi namazı bitiminde, cami çıkışında esnaf et almayı severdi, etin sonu etin en seçkiniydi. Mahmut ustayla barışmıştık, babam eve gittikten sonra bana sarılmış öpüyordu, sen okuyorsun diyordu, sigara içmek sana yakışmaz, bana bakma uzasam kasap, kısalsam kasap olacağım dedi, affettim. Eve gittim, Mustafa’yı İsmet’e saldım, izin alsın gelsin, dedim, tekrarlattım, hadi koş git. Geldi, ben giyinmiştim, İsmet eve gitti giyindi geldi, Ahmet’e baktık daha köyden gelmemiş, Karpuz’ların evinin önünde traktör duruyor, seslendik. Bizi gezdir şöyle bir tek dut turu atalım, öyle ya traktör mersedes taksiden forslu, atlayın dedi de, nereye atlayacağız bir koltuk, yanlarda boyumuzdan büyük kocaman iki lastik teker, Karpuz atlayın dedikçe gülüyorduk, sonunda tekerlerin üstünü örten yarım ay şeklinde tekerleğin muhafazası çamurluğu gösterdi, birimiz sağına, birimiz soluna oturduk, tutacakları kavradık, yavaş yavaş sür de kızlar bizi görsün diyorduk, Karpuz, oğlum kızlar size mi bakar, traktöre mi bakar diyordu. Güle oynaya, şakalaşarak yol boyu yaptık, Karpuz doğru diyormuş, herkes traktöre bakmaya başlamıştı.
Karpuz’u evine bıraktık, Deli Sülo’nun arka bahçesinin “arık”ın yamacından, dut ağaçlarının dallarını siper ederek sakına, sakına İsmet’lerin avlusuna kendimizi attık. Mustafa biraz önce gelmiş beni sormuş, abim Ahmet’ten mektup var diye yaygara koparmış kaçmış gitmiş. Anam şimdi kıyameti koparır, koşarak gittim, kapının önüne hasırı sermiş komşuları etrafına toplamış beni bekliyor, “neredesin sen, aratmadık yer kalmadı yoksun”, koynunda sakladığı mektubu verdi, büyük odada toplandık, mübarek abim mektubu eğri büğrü yazıyla yazmış gibi, görebildiğim kadarıyla, biraz da eksikleri kafadan tamamlayarak okudum. Hâl hatır soruyor, yakında geleceğini, anamın yemeklerini özlediğini okudukça anam Arapça bir ağıt tutturdu hepimizi ağlattı, ağıt sesini duyan komşular başımıza üşüştü, işin iç yüzünü anlayan anama çemkirip evine döndü. Babamla kardaşım Mahmut geldiler, babamın mektuptan haberi olmuştu, yeniden okudum anam yeniden ağıt yaktı yeniden ağlamaya başladı. Babamın ters ters baktığını sezinleyince sustu. “Selam eder o mübarek ellerinizden öperim” diyen mektubu okumuş, anamdan aldığım gibi bükmüş tekrar anama vermiştim. Geçtim odama yatağa uzandım.
Abim o tarihte Ankara’da askerliğini yapıyordu, bu askerlik işi en çok zararı bana vermişti, bunda abimin kabahati yoktu, anamın başının altından çıkıyordu her şey. Şimdilerde anamın derdi, tasası abime bir kız bulmaktı. Yer yer başında kara çarşafıyla kızları çok güzel denen evlere gidiyordu. Bir, iki evden de kovulduğu söyleniyordu, olmadı haftada en az iki gün hamama gider olmuştu. Reyhanlı’da o tarihlerde küçük de olsa yirmi dört saat açık olan hamam, öğleden akşama kadar kadınlara, akşamdan ikinci gün öğleye kadar erkeklere hizmet veriyordu. Hamamın Osmanlı zamanında inşa edildiğini belgeleyen taş, tam kapının üstündeki kocaman taşın üstünde yazılıydı. Kubbeli, mermer kurnaları ve taştan orta göbeği olan, evinde hamamı olmayanlar için (ki bu oran yüzde doksanın üstünde) bir nimetti. Özellikle kervan sahipleri ve çalışanları için kış aylarında kirden, bitten, pireden kurtuluşlarının sebebiydi bu tarihi hamam.
Reyhanlı’nın örf ve âdetlerinden Arap Düğünleri.
Reyhanlı’yı ve civar köylerini anlatmak için öncelikle örf ve âdetlerini bilmek gerekiyor, yoksa kimse tanıyorum diyemez. Reyhanlı nüfusunun büyük bir çoğunluğu köylerde hayatlarını sürdürürler. Kasabada yaşam onlara uygun değildi, esnaf kesimi veya san’at erbabı genelde kasabada yaşardı. Köylü köyünde çiftçidir, Çobandır, sınır köyündeyse Kaçakçıdır, köylü köyde yaşamaya daha yatkındır, şehirde yapamaz. Şehir ve köylerde aşiretlere bağlı Araplar çoğunluktadır.Türkmenler köylerden çok ilçede ikamet eder, genelde hem köyde, hem şehirde evleri vardır. Bu iki kökenden sonra Kürt aileler gelirdi, ilçeye yakın köylerde yaşar, genelde çiftçilikle geçinir, toprağı olanlar kendi toprağında, olmayanlar rençper olarak çalışır, kendi hâlinde insanlardı. Bir de Çerkezler vardı Reyhanlı merkez ve Suriye sınırına yakın köylerde ikamet edenler, mümkün olduğunca diğer ırka mensup kişilerden uzak dururlardı. Kafkasya’dan göç etmiş, genelde suyun bol olduğu köy ve mahallelerde ikamet etmeyi tercih eder, yanlarında çalıştırdıkları Arap çiftçilerin dışında kimseyle muhatap olmaz, içlerine kapalı bir toplumdur. İçlerinde toplumla kaynaşmış Esnaf olmuşların sayısı bir elin parmaklarından fazla değildi. Etnik yapıyı nüfusa göre böyle sıraladıktan sonra, düğün sıralamasını da aynı sırayı takip ederek anlatabiliriz.
Davul bile dengi dengine çalar, denir. O tarihlerde bu kaide daha belirgindi, köylü genelde kendi çevresinden bir kızı ister, onunla evlenmeyi hayal ederdi, münasip olanı da buydu. Herkes birbirini tanır, taşıyacağı yükü bilir, gelecekten umuda ona göre sarılırdı, tabi bunun aksi olamaz demekte mümkün değildi. Genel kaide bu olmakla beraber kız isteme, kız verme, kirve, düğün adetleri birebir birbirine benzerdi.
Kız isteme
İlk adım erkek tarafından atılır, kız evine nabız yoklamak için ailelerin anaları, bacıları ziyaret bahanesiyle gider, konu açılır. Kız evinin kadını konuyu babaya, varsa kardeşlere taşır. Köyümüzden veya falan köyden bugün kızımıza görücü geldi, uygun bir zamanda gelmeyi dilerler. Kendi içlerinde istişare edilir, son sözü, evin en büyük erkeği verirdi. Kıza önceden ana durumu iletmiş, “siz bilirsiniz” cevabını almışsa ana bunu babaya fısıldamış, aile kızı vermeye taraftarsa, erkek tarafının maddi durumu göz önünde bulundurularak istenecek başlık parası kararlaştırılır, erkek tarafına iletilir ve buyur edilir. Haberi olumlu bulan erkek tarafı köyün ve yakınlarının büyüklerini toplar kız evine haber gönderilerek kararlaştırılan saatte gidilir. Kız evi hazırlıklı, güçleri nispetinde ikramda bulunurlar, neticede erkek tarafının büyüğü “Allah’ın emri, peygamberin kavliyle kızınızı, oğlumuza istiyoruz” mealindeki söylemi Arapça ve yüksek sesle dillendirir. Şimdi söz kız evindedir, isteklerini bildirirler, kabul görülenler kabul edilir, olmayanlara gücümüz yetmez, diye açıkça söylenir. Bu kabul ve itirazlar genellikle “başlık parasında” olur. Verilebilir miktar tayin edilirken devreye hatır girer ve geleneklere, göreneklere uygun bir başlık parası üzerinde anlaşmaya varılır, düğün için iki tarafta elini taşın altına koyar. O akşam “Fatiha” okunarak hem kız evine hem de oğlan tarafına “hayır”lanır. Kız istenmiş ve düğün günü ileride tespit edilmek üzere gelenler evlerinin yolunu tutmuş olur.Şimdi düğün için sıra “ağa”nın rızasını almaya gelmiştir, yine büyükler durumu önce vekile iletirler, vekille ağanın kararlaştırdıkları gün ve vakitte buyur edilirler. Ağa’ya köyün yaşlısı ve aşiretin ileri geleni söz ister. “Filanın kızını, falanın oğluyla evlendirmek istiyoruz izniniz ve yardımınız olursa” denir. Ağa ileri görüşlüdür, yeni ırgatlarını çoğaltma ve yetiştirme hesabı içerisindedir, kabul eder, döner Vekile buyurur, bak bakalım ne eksik varsa tamamla der, ayağa kalkar, bu izin verildi çekin gidin manasındaki bir kalkıştır.
Kirve
Düğünün en önemli aktöründedir sıra. Kirvesiz düğün olmaz gibi bir şey. Köylü fakirdir, arkası kıraçtır, biri kendiliğinden çıkar elinden tutma kabilinden kirveliği üstlenir. Yapabildiği kadar yapar. Birde Kirve’liği bütün kaideleri ile yapmaya talip olan vardır, bu erkek tarafının yakını olabilir veya arkadaşı olabilir, başka bir köyde veya ilçeden olabilir. Kirvelik bir nevi ikinci akrabalık, akraba değilse yeni bir akrabalık gibi algılanabilir, düğünün bütün maddi yükünü taşımayı taahhüt etmek gibi bir şey. Erkek tarafıyla karşılıklı oturulur, istekler sıralanır burada kirve ya hepsini kabullenir veya yük ağırsa bir kısmını kabullenir, mutabakat sağlandıktan sonra Kirve’nin adı açıklanır ve düğün davetinde dillendirilir. Kirvemiz felândır denir. Düğün günü tayin edilir, genelde mahsul sonlarında Buğday düğünü, Pamuk düğünü, Soğan düğünü gibi, genellikle düğünler hafta sonunda yapılır, aşiretin o hafta bir başka düğünü olmamasına dikkat edilir, aynı köyde iki düğün yapmak icap etmez. Davulcular, Zurnacılar ve yerel çalgı olan “Zamir” çalanlar kiralanır. Düğün evi ve kirve ayni köyde oturuyorsa mesele kolaydır, yok ayrı ayrı yerde oturuyorsa hem düğün evi için, hem kirve evi için düğün yapılmalıdır. Kıl çadırlar her iki taraf için gereklidir. Duruma göre bunlar da yoluna konur. Şehre inilir, pişirilecek yemekler için gerekli bütün malzemeler Kirve tarafından alınır. Başyemek pirinç pilavı, bulgur pilavı ve frik (buğday başağının süt hâlinin pişirilmesiyle elde edilen tane halindeki buğday) pilavıdır. Bu çeşitlerin her birinin üzerinde “pişirilmiş koç kelleleri konur, bu da düğün için, on kelle konul-muşsa on, yirmi kelle konulmuşsa yirmi Koç kesilmiş anlamı taşır”. Dövme kazanları kurulur, Dövme Türkmen yemeğidir, zamanla çok beğenildiğinden Arap düğünlerinde de ikram edilir oldu. Dövme buğdayı iyice kaynatılır, yeteri kadar parça et katılır, dövme için yapılmış kazan Kepçeleriyle sürekli karıştırılır, bu pişirimin tecrübelileri “kıvamını aldı” demesiyle kazanın altındaki ateş çekilir. Şimdi sıra gençlerdedir, ellerindeki Dövme Tokmaklarıyla pişmiş et ve dövme buğdayı iyice birbirine karışıncaya kadar dövülür, bilenler “tamam kıvama gelmiş” komutundan sonra “dövülmüş biber, tereyağı, kimyonla, tuz ekelenir, tabaklara doldurularak düğüne gelen misafirlere ikram edilir, dövmenin hatırına o gün için perhize ara verilir.Düğün gününden önce özellikle erkek tarafı, Kirve tarafı, davetlileri tek tek ziyaret etmek suretiyle davet ederler. Kız tarafı da yakınlarını, komşularını davet eder. Herkesin haberi vardır düğünden, yine de gönül koymasın diye ayağına gidilir. Cumartesi günü çalgıcıların bir kısmı Kirve evinde, bir kısmı düğün meydanında davul çalmaya başlarlar. Biz burada düğün evi bir köyde, Kirve evi yakınlardaki diğer köydeymiş gibi düğünümüzü anlatacağız. Kirve, evinin mümkün olan en yüksek noktasına Türk Bayrağını asmış çadırları kurmuş, minderleri hasır ve kilimlerin üstüne sermiş, yastıkları dizmiştir. Köyde bulabildiği kadar sandalyeleri de toplayıp dizmiştir, nargile için mangallar kömürlenmiş yakmaya hazır hâle getirilmiş, Mırra için “Dibekte” dövülen kahve defalarca aktarılarak kaynatılmış misafirleri beklemektedir. Kivre’nin davetlileri hazır olunca, Erkek tarafına doğru güçlü bir silahla bir tarak mermi sıkılır, bu biz hazırız buyurun demektir.
Düğün evi tarafından da silah sıkılmış, bu da yola çıktık demektir. Bunun adına da “Kirve ağırlaması” denir. Kirve evine yaklaşan düğün alayından silahlar sıkılır, karşılık verilir. Erkek tarafı halay kurar, yaşlılar ister sandalyelerde, ister çadırlarda dinlenir, Mırra (çok acı kahve özü) ikram edilir bu arada gençler silah sıkma yarışına girmişçesine havayı yarmakla meşguldür. Davullara yürüyüş havası vurdurulduğunda bayrak yerinden indirilir, Kirvenin genç oğlu en önde, düğün evine götürülecek erzak arabası onun arkasında, gelen misafirlerle köylülere pişirilecek yemekler için erzak akrabasının arkasında, boynuzlarına kırmızı, beyaz, yeşil kurdele bağlanmış koçlarla erkek evinin önünde kurulan çadırlara doğru gidilir, gidilen köyde Kirve yanında köylüler ve yakınlarıyla beraber gelen düğüncüleri karşılar, bundan sonra düğünün bütün yükü Kirve’nin üstüne yıkılmıştır.
DEVAM EDECEK
Mehmet Barutçu
6. bölümü okumak için tıklayınız.
Reyhanlıyı ve o dönemi adet geleneklerini çok iyi anlatmışınız
Ne kadar akıcı bir dil…Keyifle okudum
Kutluyorum yazım emeğinize sağlık
Reyhanlı da düğün geleneklerini güzel bir dille anlatmışsınız.Elinize sağlık.