ÖLEN BEN, ÖLDÜREN BENDEN!
Amcamoğlu elinde sarı zarfla geldi, babamla bir şeyler konuştular, babam ha bire başıyla onaylıyordu dediklerini, sonra beraber çarşıya gittiler. Akşam ezanından sonra yakınlarımızdan erkekler gelmeye başladılar, selam veren büyük odaya geçiyordu. Kimseden ‘çıt’ çıkmıyordu, mangallardaki çaydanlıklardan fokurdama sesleri geliyordu, durum vahimdi. Ben İsmet’le odamdayım, diğerleri mutfaktalar, hepimiz suspus olmuş verilecek kararı bekliyoruz. Mahmut müsaade istedi ve durumu açıkladı, belediye başkanıyla okula gittiklerini, okul müdürünün verilen öğretmenler kurulu kararını uygulamakla mükellef olduğunu, uygulamadığı takdirde okulda disiplini sağlamakta sorun yaşayacağını anlatmış. Amcamoğlu Mahmut’un, “Aziz öğretmen çok ayıp etti, mesele kapanmış diye biliyorduk, meğer kapanmamış, bu akşam aile toplanıyor inşallah doğru bir karar çıkar” diyerek ayağa kalkmış, başkan kendisini teskin ederek, müdüre “Aziz öğretmene siz uymayacaktınız, sorup soruştursanız daha sağlıklı bir karara varabilirdiniz. Ben bir siyasetçiyim, sizlerin yanlışlarınızın değil, bildiğim ve gördüğüm doğrulardan yanayım” bu sözler müdürün hiç hoşuna gitmese de, susup kalmış. Belediye başkanıyla, Mahmut elini sıkmadan oradan ayrılmışlardı.
Mahmut devam etti; şimdi alacağımız karar amcama bağlı, oğlunu okutacaksa Kırıkhan’a gönderebilir, okul müdürü Kırıkhan müdürünü arayacak ve kaydolmasını sağlayacak. Yok okutmayacaksa bizim de ellerimiz armut toplamıyor, gereken neyse yapılır. Derin bir sessizlikten sonra babam, “Allaha havale ediyorum sebep olanları. Oğlum okuyup öğretmen olmak istiyor, ben de okutmak istiyorum. Onu Haruniye’den getirdiğime pişmanım. Burada bizim çocukların okumasını istemeyenler var, Allah büyük. Müdürün yardımına ihtiyacımız yok, insan olsaydı bütün okulun önünde o hareketi yapmaz odasına çağırır söylerdi.”
Köyden kalkıp toplantıya katılan bizim aşirete mensup olanların, “kısasa kısas” tan yana tavırları kabul görmemiş, amcam Hasan’ın “madem oğlun okuyacak, bugünden sonra ne Aziz hocaya ne müdüre selam verilmeyecek, hiçbir kasap bunlara et satmayacak, şimdi burada kalanlar kalsın gerisi evine gitsin” dedi. Toplantı dağıldı. Köyden gelen misafirlerin yerleri bizim üst kattaki odaya, yere serilen yataklarına geçti. Mustafa bana kalmıştı.
Babam çok üzgündü, “senin hatırına boğuldum, sabah erkenden kalk otobüsle Kırıkhan’a git, bak bakalım kayıt için ne gerekiyor, giderken sana verilen zarfı beraber götür, unutma bu sene mutlaka sınıfını geçeceksin, birilerine ileride söyleyecek bir çift sözüm var” dedi. Başım önümde dinliyordum, ayakta durmakta zorlanıyor, babamın sözünü bir an önce bitirmesini istiyordum. Belki bugün ilk defa çeşmenin başına gitmeden odama geçip uyumuştum.Sabah çoğu gün olduğu gibi babamın sesli okuduğu namaz surelerinin sesine uyandım, sanki bugünden sonra uzun bir süre bu sesle uyanmayacakmış gibiydim, Kırıkhan şurada ses versem Reyhanlı’dan duyulacak gibi sanki. Her hafta sonu gelebilirdim, hele bir kaydımı yaptırıp yerleşeyim, sabahlara kadar ders çalışacaktım. Akşamdan nüfus cüzdanımı ve lanet olasıca sarı zarfı iç cebime yerleştirdim, vesikalık resim isterlerse gider çektirirdim Kırıkhan’da.
Anam avludaki hasıra oturmuş sessizce ağıt yakıp ağlıyordu, bu gibi durumlarda babam anama karışmaz, ağlamasına ses etmezdi. Ben daha metin ve kararlıydım, kendimi toparlamış, hırsım karşıdaki dağı yerinden kaldıracak kadar büyümüştü.
Kahvaltıdan sonra babamla Asmalı kahveye gittik İsmet oturmuş gelmemi bekliyor, çayları yudumluyoruz, otobüs durakta duruyor, bagajı üst tarafta, merdivenle çıkılıyor, hiç dikkatimi çekmemişti bu güne kadar, eski püskü bir şey, yitsen yıkılacak gibi. Şoförü Nizam usta, yukardan elinde sigarasıyla geldi doğru babamın yanına oturdu. Uzaktan akrabamızdı. Amcam Hasan’ın karısı, onun teyzesi olurdu. “Hayırdır Halid amca nereye böyle?” Babam kısaca anlattı, “akşama gelirken geri getir” dedi. Muavin “horoz” Kırhan Kırhan diye çığırtkanlık yapıyordu, birkaç yolcuyla yola çıktık, İsmet benden fazla üzgündü.
Otobüs kolçaklı, “Z” harfine benzer bir aparatla çalışan, muavin zayıf kara-kuru biri, bir çevirmeyle otobüs çalıştı, arka kapıda durmuş “Kırhan, Kırhan” diye bağırıyordu. Derviş’lerin su değirmeninde durduk, iki yolcu bulgur ve un öğütmüş bindiler, bu minval üzeri dura, kalka yolda yolcu toplaya toplaya gidiyoruz. Kimi koyunuyla, keçisiyle, kimi tavuğuyla-horozuyla, Üçtepe köyünden Amik gölünden kesilmiş Kamış bağlarıyla, bunları muavin üst bagaja bağladı.
Ben en önde oturmuştum, biniş ve inişler arka kapıdan oluyordu. Kırıkhan’a yaklaşıyorduk, Gölbaşı köyü dağın dibinden gelen kaynak suyla oluşmuş sazlıkla kaplı bataklığı bol bir göl, Karabalık ve yılanbalığı yuvası. Köylü akşamdan sabaha kadar avladığı balığı Kırıkhan pazarına götürüyor. Balıklar çuvallara doldurulmuş, “muavin otobüsün üstüne çıkarın” diyor, balıkçılar otobüsün içerisindeki boşluğa koymak istiyor. İstenen ücretin üzerinde para teklif ediyor, şoförün muavine, “kapat kapıyı” demesiyle gazlıyor, balıkçılar otobüsü kovalıyor neticede balıklar bagaja konuyor. Mübarek otobüsün içi insandan çok hayvan taşıyor. Karabalık olsun, yılanbalığı olsun suyun dışında bir süre yaşayabilen balıklar, oynayıp su sıçratırlar, bunun için üst bagaja konuldu.
Karşıdaki dağın eteklerine sırtını dayamış, tepedeki Kırıkhan’ın Radar Askeri Üssü’nün silueti görünüyordu buradan bakılınca. Nizam usta tam girişteki yolun sağına çekti otobüsü durdu. Elimi cebime attım, “baban verdi ücretini” dedi, fazla uzatmadım. Okulun önünde bir süre durdum. Görünürde kimse yoktu. Kendimi yokladım, cesaretle ileri atıldım, kapının girişinde gözüme ilk çarpan üstünde “Öğrenci İşleri” yazılı tabelâ oldu, kapıyı tıklattım ve içeriye girdim, selam verdim, birisi duyulur duyulmaz bir sesle selâmımı aldı, içimden bu da iyi dedim ona yaklaştım ve elimdeki zarfı verdim, bildiğim bütün duaları okuyorum, memur yazıyı okudu ve diğerine “mecburi tasdikname” dedi.İlk soru, “ne yaptın da seni kovdular”, bu arada gözlüğünün altından beni süzüyordu, kitlenmiş gibiydim cevap veremiyordum, boğazım kurumuştu, aynı memurun “Kırıkhan’daki velin kim, bizdeki belâlılar bize yetmezmiş gibi, şimdi de Reyhanlı’nın belâlıları gelmeye başladı.” Öfkeyle “ben belâ değilim, buraya okumak için gelmek istiyorum, şimdilik velim de yok” diye bağırmışım. Memur aksi birine benziyordu, kapı açıldı uzun boylu, atletik yapılı, siyah bıyıklı, saçları önden biraz dökülmüş, elinde gazetesiyle biri, “ne var, ne oluyor?” diye sordu, memur toparlanarak elindeki benim yazıyı uzattı, aldı okudu ve döndü beni süzdü, benim ceketin önü ilikli hazırol vaziyette duruyorum. Memura döndü, bu arkadaşın kaydını yapın, velisi benim, buradaki işini bitir bana gel” dedi.
Memurun gösterdiği sandalyeye oturdum, beklemeye başladım memurun sesiyle irkildim, “ikametgâh ile altı adet fotoğraf getir, nerede kalacaksan oranın muhtarından ikameti sonra da getirsen olur, vesikalıkları getirsen yeterli” dedi, teşekkür ede-ede, geri-geri odanın kapısından koridora çıktım, tuvalete kendimi zor attım. Rahatlamış ve yüzümü yıkamıştım, bu stres ve sinir beni öldürecek diye geçirdim içimden.
Üzerinde “Öğretmenler Odası” yazan kapıya vurarak içeriye girdim, üç öğretmen oturmuş sohbet ediyorlardı. Biraz önce bana sahiplenen ve diğer ikisi yer gösterdiler oturdum. Velim olmaya talipli, “anlat bakalım kimsin, necisin, sana neden mecburi tasdikname verdiler. Senin Velin olarak bunları bilmeye hakkım var” dedi. Gözlerimi kapadım Ortaokula nereden geldiğimi, ailemi babamı ve bir çift güvercin yüzünden başıma gelenleri dilim döndüğünce anlattım. Gözlerimi açtığımda gözlerimin yaşardığının farkına vardım. Öğretmenler söz birliği etmişçesine, bunun için bir öğrencinin geleceğiyle oynanamayacağını eline tasdikname verilip kapının önüne koyulamayacağını söylediler. Birisi de; okulun ilk günü, sabahı öğretmenlerin bir araya gelmesi ve toplanması imkânsız ve teamüllere aykırıdır. Bu işte kasıt var, kurban aramışlar ve arkadaşı kurban seçmişler, çok yazık. Velim, “olan olmuş, burada şöyle veya böyle hiç bir şekilde disipline aykırı bir davranış içerisine girmemelisin. Sana sataşan olabilir, karşılık vermeden bize geleceksin, tamam mı, anlaştık mı?”“Tamam efendim.”
Elimden tuttu, bahçeye çıktık, talebeler bahçede bize bakıyorlar, “Muhittin’i bulun” dedi etrafa, öteden orta boylu, esmer, simsiyah saçlı, gözleri yerinden fırlayacakmış gibi duran Muhittin geldi, “buyurun hocam” dedi, adının Suat Taner olduğunu sonradan öğrendiğim öğretmen, “bu arkadaş biraz önce tasdikname ile gelmiş bize kaydoldu, ben de Velisi oldum, sana emanet, iyi birine benziyor, yardımcı ol.”
Muhittin, “bundan sonra senin emanetin, benim emanetimde” dedi. Ben oradan ayrılmadan önce Velimin ve bundan sonraki öğretmenimin elini öpmek istedim müsaade etmedi, “disipline uy, gerisi bizde” dedi.
Mehmet Barutçu
9. bölümü okumak için tıklayınız.
Öğretmenlerin çocuk psikolojisi, eğitim psikolojilerini iyi bilmesi ne kadar önemli. Okumanız için babanız iyi ki sizi Kırıkhan’a yollamış, ayrıca babanızın “çalış sınıfını geç” sözü nasıl da anlamlı, çok beğendim. Yaşadıklarınızdan çıkarılacak çok dersler var Mehmet öğretmenim, Saygılar
Öğretmen öğrenciyi topluma kazandırmaya uğraşmalıdır oysa bunlar tam tersini yapmışlar…
Güvercin sevdası senden Murat ‘a geçmiş demekki baba. Kolaylıklar diliyorum.