9. Bölüm

KARAKTER İNSANIN ARKASINDAN KONUŞULAN ÖZELLİKLERİDİR!

“Gerçeğe erenler, deniz gibi susarlar onca,
Hiçbir şeyden haberi olmayanlarsa, dalga gibi gürlerler.
Güneş ateşten bir kaftan giymiş, dünyayı aydınlatmaktadır,
O ateşlere bürünmüştür, dünyayı aydınlatmak ister.
Bir bölük halk akılla sarhoştur, bir bölük halk akılsızlıktan sarhoş.
Bir küpteki şaraptan, herkes başka çeşit kendinden geçmiştir.
Bir gülden, her ayakta başka bir çeşit diken vardır.
Fakat gerçek erenlerin sarhoşluğu, bir başka türlüdür,
Dünyaya sahip kişilerdir onlar.”

Mevlana

Mevlana herhangi bir düşüncesini, bir duygusunu, bir anlayışını anlatırken mantıksal tahlillere, bilinen felsefi kalıplara, tasavvufun katı kurallarına başvurmamıştı. Hatta bazen “Benim beytim beyit değil, iklimdir, benim alay edişim alay ediş değildir, bir şey öğretmektir.” Diyerek çok açık hikâyelerle halka hitap etmiştir.

İçilen içkiyle olunan çakır keyif veya sarhoş olma durumlarında, kişinin gerçek isteklerinin, arzularının, bilinçaltında yapamayıp da, bu durumda ortaya çıkması, alkolün yapay olarak sunduğu şovun içinde gizlidir. Alkol unutmak istediğinizi, etkisi geçene kadar size hatırlatmaz. Etkisi geçince hatırlarsınız evet, ama zaten siz sadece bir süre unutmak istiyorsunuzdur. Alkol, yapmacıklığı sevmez. İçki sofrasında gerçek insanlar vardır. Bu insanların sıkıntıları, istekleri, hayalleri… İçki içenlerin en büyük söylemleri, bu olmasına karşılık bir kısmı da sevdikleri için içtiklerini söylemektedir. Alkol gerçekten de yaban adamının bir buluşu mudur? Uygarlık gerçekten de bir gün, alkolün hor görülmektense toptan ortadan kaldırılmasını gerektiren bir aşamaya mı ulaşacaktır? Bireyin kendi kendini kontrol etmesi yerine, bu kontrolü toplumsal kurallara bırakmak daha mı uygundur? İçki yasağı tepeden inme, zorbalıkla uygulanabilir mi?

İçkicileri genellemek gerekirse, iki tip içkiciden bahsetmek hiç de yanlış olmaz. Birincisi; herkesin bildiği aptal, hayal evi boş, bacaklarını olabildiğince yana açarak kararsız adımlarla yürüyen, ikide bir çukura yuvarlanan ve kendinden geçmişliğin doruğunda mavi fareler, pembe filler gören içkicidir. Öbür tip içkicinin hayal evi zengindir, ilham sahibidir o. En çakır keyif zamanında bile doğru dürüst, normal adımlarla yürür, hiç sendelemez düşmez ve yaptığını ettiğini bilir. Sarhoş olan onun bedeni değil beynidir. Coşup nükteler döktürebilir. Dostluk üzerine uzun uzadıya konuşabilir.

Araştırıldığında içki ve içkici ile ilgili çok fazla söze de rastlanır. Bunlardan bir kısmı çok gerçek bir kısmı ise nüktelidir;
“Sarhoşken söylenen her söz ayıkken düşünülmüştür.”
“Sigara ve alkol insanı yavaş yavaş öldürüyormuş, kimin acelesi var ki.”
“Âşıkken her alkol alınabilir, alkollüyken herkese âşık olunabilir.”
Sabah çok erken saatte uçuşa başlamışlardı ve yaklaşık on üç saatin sonunda Antalya meydanına iniyorlardı. Burada da yaklaşık on dört saat kaldıktan sonra sabah beş otuzda otelden ayrılmaları gerekiyordu. İkinci pilot olarak ilk defa Antalya’da yatı görevine geliyordu, şirkette henüz yeniydi. Sıcak bir Antalya akşamıydı, karadan deniz istikametine doğru alçalıyordu, daha sonra, soldan dönüşle pist istikametine girerek iniş yapacaktı. Çok güzel bir manzara vardı, güneşin denizdeki yansıması sanki oraya dökülen pırlantaların pırıltısını andırıyordu. Deniz sakin ve masmavi, gökyüzü ondan da maviydi. Alçalmaya devam ederken bir taraftan da sohbet ediyorlardı, çok eskiden tanışıyorlardı. Kaptan ikinci pilotun Hava Kuvvetleri’nden uçuş öğretmeniydi. İşte yıllar sonra ikisi beraber yine bir kokpitte buluşmuşlardı.

Kaptan babacan tavrıyla;
“Koçum şimdi gideriz hemen mayoları giyip doğru denize, sonra da bir yemek yeriz, böylece yorgunluğumuzu atmış oluruz,” dedi. Kalacakları otel deniz kenarında, beş yıldızlı harika plajı olan bir oteldi. Yemeği dışarda, kaptanın arkadaşının sahibi olduğu bir restoranda yemeye karar verdiler. Bu sırada kabin amiri kokpite geldi,
“Kaptanım tüm ekip yemekte birlikte olalım istiyor, ne dersiniz?”
“Tamam, biz de öyle düşünmüştük.”

Kaptanla kabin amiri birçok kereler birlikte uçmuşlardı ve birbirlerini iyi tanıyorlardı. Onların tanışıyor olması, diğer ekip üyelerinin de birbirlerini iyi tanıdıkları anlamını taşımıyordu tabii ki. Aslında ikinci pilot kendini oldukça yorgun hissediyor ve gitmek istemiyordu, ancak oyunbozanlık da yapamazdı. Aklında hep o söz vardı: ‘Arkadaşını ya içki masasında, ya da seyahatte tanıyabilirsin.’ Hocasını çok iyi tanıyordu, sadece yemek yiyip kalkmak gibi bir niyeti olmayacağını da biliyordu. Mutlaka alkollü bir şeyler içecekti, belki de onlarla birlikte giderse ona mani olabilirdi. Gitmeliydi ve onun fazla içmesine engel olmalıydı.

Otele geldiler, sekizinci kata çıktılar, asansörden indiklerinde içlerini ferahlatan bir görüntü onları karşıladı. Oldukça kaliteli ve rahat olduğu belli olan koltuk ve sehpalardan oluşan bir oturma gurubunun bulunduğu genişçe bir bölme dikkat çekiyordu. Bu bölümün sol tarafında loş ışıklarla aydınlatılmış uzunca bir koridor görülüyordu. Asansöre yakın olan sehpanın üzerinde büyükçe bir çanağın üzerinde pırıl pırıl parlayan iri yeşil elmalar duruyordu. Elmalardan birer tane alarak koridorda yürümeye başladılar. Kaptan ile odaları yan yanaydı, oda kapılarını açarken, on beş dakika sonra denize gitmek üzere kapıya çıkmak için anlaştılar. Kısa süre çabucak geçti ve kapıda buluşarak deniz tarafına doğru inen asansöre bindiler ve aşağıya indiler. Doğru denize giderek yaklaşık on beş dakika yüzdükten sonra kıyıdaki şezlonglara uzandılar.
“Oh be dünya varmış ne kadar da iyi geldi.”
“Hocam şimdi dinlendiğimi hissediyorum.”
“O hâlde haydi kalk sana bir bira ısmarlayayım.”
“Hayır, teşekkür ederim ben almayım.”
“Ne yani beni yalnız mı bırakacaksın, bari gel beraber oturalım sen de meyve suyu içersin.”
Bu konuşmalardan sonra plajdaki küçük bara oturdular.
Barmene, “bana bir bira, arkadaşıma da bir meyve suyu, alkolü fazla olmasın, dedi.”

Denizden esen rüzgâr biraz olsun serinlik veriyordu. Güneş biraz sonra Antalya Körfezi’nin tam karşısından, kızıllıklar içindeki yüksek dağların üzerinden kaybolmaya başlayacaktı. Güneşin sarı kızıl ışınları, dağlar boyunca hızlı hızlı akan alaca bulutların üzerinden kayıp kayboluyor ve hava birden kararıyordu. Dağların yükseltisi oldukça heybetliydi, güneşin tam olarak batışı biraz daha zaman alacağa benziyordu. Kıyıya yakın bir şerit üzerinde gidip gelen bir sürat teknesine bağlı olarak hareket eden paraşütteki adamı bir süre izlediler. Bu da yamaç paraşütü gibi adrenalin dolu bir aktivitede doğayla baş başa kalmanın bir başka yoluydu bir bakıma. Sadece hafif bir rüzgâr uğultusu ve arada bir sarsan paraşüt dışında sadece o ve gökyüzü.
Bir saat kadar zaman geçmişti ve karınları da acıkmaya başlamıştı. Sabahın çok erken saatlerinden beri uçağın, çoğunlukla donmuş olan ve artık bıkkınlık veren yemeklerinden sonra, güzel bir yemek hakkını elde etmişlerdi. Ekiple buluşacakları saate de az kalmıştı. Yerlerinden kalktılar, odalarına yöneldiler, aceleyle hazırlanarak dışarı çıktılar. Her zaman olduğu gibi burada da zamanla yarışıyorlardı.

Tüm uçuş ekibi otelin lobisinde buluştuktan sonra, restorana gitmek için on beş dakika kadar deniz kenarına paralel olarak uzanan dar yoldan yürüdüler. Bu yol dar olmasına dardı ama manzara çok güzeldi araç trafiği de çok azdı. Restoranın bahçe kapısına yaklaşırken kaptanın eski arkadaşı onları kapıda karşıladı. Çocukluk arkadaşıydılar, birbirlerini candan kucaklayışları görülmeye değerdi. Uzun sayılabilecek boyuna rağmen göbeğinin büyüklüğü nedeniyle kısa gibi görünüyordu. Başındaki saçların dökülmesini gizleyen, usturaya vurulmuş başı, siyah uzun ve uçları yukarıya doğru kıvrılmış bıyıklarıyla babacan tavırlı görünüyordu. Onları daha önce hazırlattığı masaya davet etti ve hep beraber oturdular. Tanışma faslından sonra, masaya gelen garson önce ne içeceklerini sordu. Masanın diğer ucunda oturan ve ekibin en genci gibi görünen kızın tiz sesi duyuldu; “Tabii ki de rakı!”

Masada oturan herkes ona doğru dönerek soran gözlerle bakıyordu. Kız ellerini ağzına doğru götürerek ağzını kapattı sonra da, kısık sesle “Özür dilerim” dedi. Kaptanın;
“Başka bir şey içen var mı?” Sorusu karşılıksız kaldı. Biraz sonra daha önceden hazırlandığı belli olan meze tepsileri teker teker masaya gelmeye başladı. Diğer taraftan da garsonlardan biri içki servisini yapıyordu. Her şey hazır olduktan sonra kaptan kadehini kaldırarak “Afiyet olsun arkadaşlar” dedi ve akabinde rakıdan büyük bir yudum alarak derinden gelen bir “oh” çekti. Hafiften, uzaklardan gibi gelen caz müziğinin etkileyici nameleri gönüllere ferahlık veriyordu. Otantik olarak düzenlenmiş masalar ve sandalyeler portakal, incir ve nar ağaçlarıyla dolu büyük bahçeye tam uyum sağlamıştı. Bir süre sonra masada sohbet koyulaşmıştı herkes birbiriyle konuşmaya başlamış ve neredeyse yanındakine sesini duyurmakta güçlük çekmeye başlamışlardı.
Kaçıncı şişenin geldiği de önemli değildi. Kaptana hiç bir şekilde engel olamayan ikinci pilot, ilk kadehten sonra kaptanın yanından kalkarak uzaklaştı ve diğerlerinin sohbetini dinlemeye başladı. Arada sırada lafa karışır gibi oluyor fakat diğerlerinden ona fırsat kalmıyordu. Müzik daha yüksek sesle çalmaya başladı, tarzı da değişti, şimdi kıvrak dansların yapıldığı parçalar çalınıyordu. Bir süredir kızlardan ikisi ortalarda yoktu. İkinci pilot yerinden kalktı, onların nerede olduklarını merak etmişti. Gözü dans pistine takıldı, iki kız iki genç erkekle dans ediyordu. Gözleri kaymış, kendilerinden geçmiş vaziyette sarmaş dolaş, adına dans dedikleri şeyi yapıyorlardı.

Saatler gece yarısına yaklaşmıştı, pilot kaptanın yanına giderek kalkmaları gerektiğini bir daha hatırlattı. O, her seferinde de “Şu kadehi de bitireyim sonra kalkar gideriz” cümlesini kullanıyordu. Bu sefer kaptanın yanında oturan kabin amirine; “Hemen kalkmamız gerekiyor, gördüğünüz gibi durum hiç de iç açıcı değil, sabah erkenden nasıl kalkacağız, otelden ayrılmamıza altı saat var.”
“Ooo hiç farkında değilim, ben şimdi onu kaldırırım.“
Pilot da, çok az içmiş olan diğer ekip üyesi kızla beraber, dans pisti denilen yere giderek dans etmeye çalışan diğer ikisini götürmek istediler. Bu sırada delikanlılardan biri onu iteleyerek okkalı bir küfür savurdu;
“Sen kim oluyorsun da bize karışıyorsun, defol git,” dedi. Bu arada kızlar “Ne olur biraz daha kalalım” gibi anlaşılan ifadeler kullanıyorlardı.
“Peki, ben de sizi yarın rapor edeceğim,” demek zorunda kaldı. Delikanlılar kızları bırakmak istemiyorlardı ve ikinci pilotun yanına gelerek küfür etmeye başladılar, itiş-kakışla başlayan tartışma boğuşmaya doğru giderken garsonlar araya girerek ortalığı sakinleştirdiler.
Sonunda hep beraber otele dönmek üzere yola koyuldular. Ayaklarının altında solgun ay ışığı hareket ediyordu. Orada burada erken sonbahar yaprakları altın gibi ışıldıyordu. Sararmış nemli otlar üzerinden otele doğru yürüdüler. Tül gibi bir sis çevreyi beyaza boyamıştı sanki. Bu tül neredeyse bellerine kadar geliyordu. Hep beraber otele geldiler ve odalara çıkmak üzere asansöre bindiler. Asansör hızla üst katlara doğru yöneldi ve hepsi aynı katta indiler. Hepsine aynı katta oda vermişlerdi ve sanki kıdem sırasına göre bir sıraya dizilmişlerdi. Asansörden inerek herkes odasına dağılmaya başlamıştı ki kaptan, hepiniz odama gelin brifing yapacağım, dedi. Bu saatteki brifingin amacının ne olduğunu hepsi biliyordu. Hep birlikte odaya girdiler.

Kaptan sallana sallana önce buzdolabına gitti kocaman bir viski şişesi çıkardı ve sehpanın üzerine koydu. “Biriniz de buz isteyin” dedi. Daha sonra çantasından büyük bir torba kuru yemiş çıkardı ve amire uzattı, daha sonra da televizyonda bir müzik kanalı bularak o da koltuğa oturdu. Oturdu ama koca koltuğu zor denkleştirdi az daha yere seriliyordu. Çok hızlı bir servisle buz ve bardaklar çoktan gelmişti bile. Herkese içki dağıtımını amir yapıyordu Önce kaptandan başladı sonra ikinci pilota sıra geldi, o zaten buzu bardağa doldurmuş suyu da üzerine ilave etmişti. Tüm bardaklara buzu çok içkiyi ise az veya hiç koymamasını pilot kendisine ikaz etti, o da buna dikkat edeceğini hatırlattı.

Kısa bir süre sonra ikinci pilot müsaade isteyerek kalkmak istedi ancak kaptanın inatçı itirazı ile karşılaştı. O da diğer ekip elemanlarına haydi hepiniz odalarınıza, sabahleyin dinç olmanız gerekiyor diyerek amir hariç hepsini odalarına göndermeyi başarabildi. Şimdi odada üç kişi kalmıştı ve kaptanın artık gözleri kapanıyordu. Konuşmaları anlaşılmaz olmuş, kelimeleri arıyor ama bulamıyordu. Bulduğu kelimelere ise dudakları biçim veremiyordu. Bilinci gibi yüzü ve bedeni de çökmüştü sanki. Bir yudum daha içmek istedi ve kadehi, gevşek bir hareketle yere düşürdü. Amir pilota dönerek bari sen sağlam kal, ben onu lafa tutarım istersen sen de git, dedi.

DEVAM EDECEK…

Adnan Koscagiz
Adnan Koscagiz son yazıları (Hepsini Gör)
0

Bu yazıyı da okuyabilirsiniz

Çocukluk Çağımız Daha Güzeldi Sadi Geyik

Anı

Bir yanıt yazın