Adnan Koşcağız 2. Bölüm

DENİZE İNİŞ YAPILABİLİR Mİ?

Bu uçaklarla Afrika’nın bu tür meydanlarına uçmanın riskli olduğunu defalarca yönetime bildirdiklerini hatırlıyordu, işte korktuğu başına gelmişti. Aklından bunlar geçerken ikinci pilotun “Kaptanım yakıtımız çok az kaldı,” ikazı ile tekrar gerçeklere geri döndü. Yapılacak tek şey yolcuyla dolu olan bu uçağı emniyetle bir yere indirebilmekti, ama nasıl? Kaptan kararını verdi ve net bir komutla:

“Solda gördüğümüz sahile iniş yapacağız,” dedi.

İkinci Pilot hiçbir şey söylemeden verilen komutları yerine getiriyordu:

“Sürati düşür…”

Sonra büyük bir sessizlik…

Uçağın motor gürültüsü ile kalp atışları birbirine karışmıştı, hatta kalp atışlarının sesi çok daha kuvvetliydi. Bu sessizliği bir uçağın mevki raporunu veren pilotun bezgin fakat kendinden emin sesi bozdu. O uçak hemen yakınlarındaydı kaptan, ikinci pilotuna dönerek;

“Hemen diğer uçakla temas et ve acil yardım iste.”

Diğer uçaktan konuşan Avrupalı pilot, çağrıya hemen cevap verdi ve mevkilerini görerek tanımlamalarını istedi, ikinci pilot aşağıda görebildiklerini, arazi yapısını, sahilin durumunu tek tek tanımladı. Bu bölgede uzun yıllardır uçan ve bölgeyi çok iyi bilen pilot onlara; uçmaları gereken istikameti ve mesafeyi en yakın iniş yapabilecekleri meydana göre verdi. Daha sonra meydanın iniş yardımcısı yer cihazının ve telsiz frekansını verdi. Sonra da acil durum kanalında meydanla temas ederek uçağın iniş yapmakta olduğunu bildirdi.

Kabin amiri bildiği bütün duaları okumayı sürdürürken, kabin ekibinin yolcuların sorularına cevap vermekte zorlandıklarını fark etti. Yolcuların bir kısmı ayağa kalkmış, kimi Türkçe kimi İngilizce kimi de kendi lisanında, neden hâlâ inmediklerini soruyor ve neler olup bittiğini öğrenmek istiyorlardı. Tabii ki bu onların haklarıydı, ancak kabin ekibinin de bir şeyden haberi yoktu ve standart kelimelerle yolcuyu yatıştırmaya çalışıyorlardı. Bir Türk yolcu arka tarafta görevli olan kabin memurunun kolundan tutmuş, onu sarsarak küfürler ediyordu. Bu sırada kaptanın:

“Kabin ekibi iniş için lütfen yerlerinize,” komutu duyuldu.

Tüm yolcularda ve kabin ekibinde büyük bir rahatlama olmuştu ve bir telaşla herkes yerlerine oturarak kemerlerini bağladı.

Kaptan verilen bilgiler doğrultusunda uçağı iniş paternine soktu ve o anda da meydanın sönük olan ışıklarının yandığını gördü. Kaptan, kulaklarının uğuldadığını, sırtından aşağıya doğru soğuk terlerin indiğini hissediyordu. Stres onu ele geçirmeye başlamıştı ama korkuya yenilmeyecekti. Pisti görmüştü, pistin kenar ışıklarının hiç bu kadar hoş ve cazibeli görüneceğini düşünemiyordu. Aslında ışıkların bir kısmı yanıyor diğer bir kısmı ise yanmıyordu, ancak pist istikametini net olarak seçebiliyordu. Kokpitte yakıt sistemiyle ilgili tüm ikaz ışıkları ve acil durum lambaları yanıyordu, bunun anlamı: uçak piste inmeden yakıtın bitebileceği ve uçağın yere kontrolsüz olarak çarpacağıydı…

Kaptan da artık dua ediyordu, yapabilecek hiçbir şey kalmamıştı, sanki uçağı itmek istiyordu, ya da öyle hissediyordu, o anda ikinci pilotun uyarısı geldi:

“Kaptanım arka rüzgâr, iniş için limit dışı.”

Ancak hiçbir yanıt alamadı. Kaptan tecrübesiyle bunu hissetmişti ve buna göre yaklaşıyordu, şimdi yakıt belki piste kadar yeterli olabilirdi, dudaklarından, ‘Allah yardım edecek’ cümlesi çıktı. Kısa bir sessizliğin ardından ana iniş takımlarının piste dokunuşunu hissettiler burun tekeri yere değerken iki numaralı motorun durduğunu gözlemlediler.

Motorun durmasıyla birlikte uçağın burnu duran motor tarafına doğru dönmek istedi ancak kaptan hazırlıklıydı ve hemen müdahale ederek uçağı pist istikametinde tutmayı başardı. Pisti sonundan terk ederek hemen oradaki park yerine direk girdiler, uçağı park frenine alarak takozların konulmasını beklemeden durmak üzere olan birinci motoru da durdurdular.

Kaptan sandalyesini geriye doğru çekti. Şimdi rahatlama zamanıydı, sağ tarafındaki ikinci pilotuna baktı, o da ona bakıyordu. Bu arada kabin amiri, kokpite girmek için izin istedi ve kaptan kapının kilidini serbest bırakan butona basarken, ikinci pilotun titrediğini fark etti. Bu, olası büyük bir kazayı herhangi bir hasar olmadan atlatmış olmanın verdiği rahatlamanın, stresin atılmasıydı. Kabin amiri elinde iki bardak su ile içeri girdi, yüzü bembeyaz olmasına rağmen güler yüzle:

“Başka bir şey ister misiniz?” dedi.

Bir an üçü birbirlerine minnet ve teşekkürle bakakaldılar. Kaptan yolcuların uçaktan indirilmemesini, başka bir meydana inmek zorunda kaldıklarını ve en kısa zamanda varış meydanına gideceklerini söyledi ve yolcuyu bilgilendirici bir anons yaptı.

Yaklaşık on beş dakika uçağı karşılamak için kimse gelmedi. Daha sonra meydan içinde yol gösterici olarak görev yapan bir araç uçağa yaklaştı, içinden bir kişi sürücü tarafından indi, aracın arka tarafından iki adet takoz alarak, takozun birini uçağın ön tekerleğine diğerini de sol ana iniş takımının tekerleklerine koydu ve kaptan tarafına ‘OK’ işaretini yaptı. Bundan yaklaşık yirmi dakika sonra da bir merdiven aracı kapıya yaklaştı ve kabin amiri kapıyı açarak gelen şahsı kokpite yönlendirdi. Görevli Harekât Memuru, durum hakkında kısaca bilgi aldıktan sonra; “Şirketinizin bu meydana herhangi bir uçuşu yok, bu nedenle isteklerinizi üst makama bildireceğim” dedi ve geldiği araca binerek uzaklaştı.

Kaptan kokpitten çıkarak yolcuların arasına karıştı, teknik bir nedenle planda olmayan bir meydana indiklerini izah etmeye çalışıyordu ancak yolcuların bir kısmını ikna etmek mümkün olmuyordu. Sesleri iyice yükselmişti ve içlerinden biri kaptana doğru saldırırcasına ileri doğru hamle yaptı. Kaptanın yanında duran iri yarı Türk yolcu kendinden beklenmeyen bir çeviklikle saldırgan yolcunun kolundan tutarak yere yatırdı ve üstüne oturdu,

“Utanmadan kaptanın üstüne yürüyorsun salimen yere indiğine şükret,” diye bağırdı. Sonra yolcunun üzerinden kalktı. Daha sonra saldırgan yolcu kaptandan özür diledi ve bu olay da tatlıya bağlanmış oldu.

Uçağın dış kapısı hâlâ açıktı, güneşin kızıllıklar arasından ve dağların üzerinden doğuşunu izliyorlardı, tek tük ağaçlar arasından görünen manzara ne kadar da güzeldi ya da onlara öyle görünüyordu.

Kaptan uçaktan aşağıya inmiş, saatlerdir oturmaktan uyuşan ayaklarını ve bedenini rahatlatmak için uçağın etrafında amaçsızca dolaşıyordu, o sırada meydanın uzak köşesinden bir aracın yaklaşmakta olduğunu fark etti ve uçak kapısına yaklaştırılmış olan merdivene doğru yürümeye başladı. Afrika’nın ıssız bir köşesinde kalmış bu meydandan kalkarak diğer bir meydana gitmenin, teknik yetersizlikler ve uçuş müsaadelerinin alınması açısından, oldukça zor olduğunun bilincindeydi. Bir taraftan da yönetime bu arızayı nasıl açıklayacağını düşünüyordu.

 

Araç tam önünde durdu, içinden otuz yaşlarında, dinamik, orta boylu tıknaz ve sakalları kendi halinde uzamış, bölgenin yerlisi olmayan bir şahıs yaklaştı;

“Selamün Aleyküm,” diyerek kendisini selamladı,

O da;

“Aleyküm Selam,” dedi.

Bir an göz göze geldiler, gelen şahıs:

“Size Başkanın selamını getirdim,” diyerek söze başladı.

“Genel Müdürünüzle Başkanım görüştü, buradan hemen gidebilmeniz için elimizden gelen her türlü yardımı size yapacağız.”

“Sorunlarınızı ve isteklerinizi bana iletin gereği yapılacaktır.”

Kaptan şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı, kekeleyerek neler istediğini söyledi, şahıs bunları not etti ve istekleri tekrarlayarak, emin olduktan sonra oradan uzaklaştı. Afrika’nın medeniyetten uzak bir köşesinde hiç ihtimal vermediği birisiyle Türkçe konuşmuştu.      

Gerçekten hiç umulmayan kısa bir süre içerisinde hazırlıklar tamamlanarak uçak kalktı ve otuz dakika sonra varış meydanına salimen indi.

Uçuş ekibi, uçuş sonu hazırlıklarını bitirdi ve kendilerini otele götürecek olan araca bindiler. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu, yorgunluk, uykusuzluk ve stresin ağır yükü altında kimsenin sesini çıkaracak hali kalmamıştı. Aracın otel önünde durmasıyla araçtan indiler odalarının anahtarlarını aldılar ve kaptanın;

“Arkadaşlar yarın durumu sizlere izah etmeye çalışacağım, şimdilik iyi istirahatler,” demesiyle tüm ekip odalarına çıkarak istirahate çekildi, ancak kaptanın gözüne bir türlü uyku girmiyordu.

Kafasını kurcalayan birçok soru vardı; Nasıl oldu da birbirini yedekleyen sistemlerin hepsi birden arıza yapmıştı, üstelik kokpitte hiçbir anormal ikaz vermeden uçuş planındaki rotada seyreder gibi tüm aletler normali gösteriyordu. Gerçi bu sistemler, yerde konuşlu cihazlardan sinyal alarak pozisyon tespitini yapıyordu ancak Afrika’da yer cihazlarının azlığı ve birbirine olan mesafelerin uzaklığı nedeniyle seyrüseferde sorunlar yaşanıyordu. Acaba kargo olarak getirdikleri elektronik cihazlar, manyetik alan oluşturarak uçağın sapmasına neden olabilir miydi?

Bu tür seyrüsefer arızalarının, olabileceği olasılığını kendi arkadaşları arasında da konuşuyorlardı, hatta yönetime bir öneri sunarak uçaklara GPS sisteminin konulmasını önermişlerdi. Ancak bu uçakların satılacağını ve ‘şimdi böyle bir masraf yapmanın gereksiz olacağı’ cevabını almışlardı. Peki, bugün yaşadıkları olay, büyük bir kaza ile sonuçlansaydı, bir uçağın ve onca canın hesabını kim ve nasıl verecekti? Hangi vicdan bunu kabul edebilirdi? Tabii ki tüm suç pilotların üzerine atılacak ve olay kapatılacaktı. Seyrüseferde sorunu olmayan uçaklar buraya gönderilemez miydi? Bunu daha küçük fakat daha modern olan diğer uçaklarla daha önce denemişlerdi ancak bu sefer de yedek meydana gitmek için gerekli yakıt sorun oluyordu. Peki, neden daha modern ve aynı yolcu kapasitesine sahip olan ve çoğunun kıdemli ve bir kısmının yönetim kadrosunda olduğu pilotların uçtuğu uçaklar gönderilmiyordu? Çünkü bu tip meydanlara gitmek ve iki gün orada medeniyetten uzak yaşamak onlar için hiç de hoş değildi. Onlar daha çok kendilerini üzmeyecek ve nispeten eğlenceli yerlere gitmeyi tercih ediyorlardı.

Her başarı bir çabanın ardından gelir ve o başarının değerine değer katar. Ancak, cehalet, anlayışsızlık, katı kuralcılık ve tutsaklık inatçı ve vazgeçilmez hale gelince, insanın karakteri her geçen gün daha da yozlaşır. Bu yozlaşma da düşüncenin sultası altında ancak ıstıraplar ve olumsuzluklar üretir. Unutmamak gerekir ki, bir insanın canının her istediğini, düşüncesinin her ürettiğini yapmasının sözde özgürlüğü de, kendi başına bir bağımlılık ve bir tutsaklıktır.

Yattığı odanın kliması devamlı çalıştığı hâlde hâlâ terliyordu, güneş muhtemelen oldukça yükselmiş ve tüm sıcaklığı ile şehri yaşanmaz hale getiriyordu. Yataktan kalktı pencereden sızan ışığa engel olmak için perdeyi biraz daha çekti, ama bu sefer de pencere diğer taraftan açıldı.

Bir taraftan da Başkan kimdir? Buralara kadar nasıl ulaşmış? Bu adamların burada ne işi var? Genel Müdürü nereden tanıyor? Gibi sorular da kafasını kurcalayıp duruyordu.

Televizyonu açtı, buzdolabından bir içecek çıkardı, nasıl olsa iki gün daha burada kalacaklardı, uyumak için birkaç yudum bir şeyler içmesinin bir problem olmayacağını düşündü. Televizyonun karşısındaki oldukça rahat görünen koltuğa kendisini bıraktı. Televizyonun görüntüsü çok iyi olmamasına rağmen ihtiyacı karşılıyordu. TV kanallarını gezerken bir Türkçe kanalın olması onu oldukça sevindirdi, diğer kanalların çoğu yabancı

spor kanalları ve haber kanalları idi. Yerel kanal ise sayı olarak çok az ve görüntü kalitesi de oldukça düşüktü. Türkçe kanalda bir söyleşi sürdürülüyordu, konuyu anlamaya çalışırken, konuk konuşmacı ilgisini çekti. Onu izlemeye niyetlendi, ancak konu kendisine ağır geldi: “Şu anda hiç çekemem” diye geçirdi içinden.

Her neyse, bir futbol maçını seyretmek için koltuğa uzandı, maçı takip etmeye başladı, sonrasını hatırlamıyordu. Uyandığında akşam olmuştu, her tarafı tutulmuş ve ter içindeydi duş almak için yerinden doğruldu bir taraftan da bu gece nasıl geçecek diye düşünüyordu…

DEVAM EDECEK…

Adnan Koşcağız

Adnan Koscagiz
Adnan Koscagiz son yazıları (Hepsini Gör)
3

Bu yazıyı da okuyabilirsiniz

Çocukluk Çağımız Daha Güzeldi Sadi Geyik

Anı

Bir cevap yazın