Alacakaranlık Haydar Uzunyayla

      Zemheri ayının en soğuk günlerinden biriydi. Yaşlı adam, çok katlı ve her katında birbirine bakan altı dairenin bulunduğu evinin sekizinci katındaki penceresinden dışarıyı izliyordu. Bu kadar yüksekten uzayıp giden yollara, koşuşturan insanlara, hızla geçen arabalara, çorak ve gri manzaraya bakmanın kendisini pek de mutlu etmediğini düşünmeye başladı. Muhtemelen bu duygunun içine çökme nedeni, tatsız bir sabahtan öteye, bir ömür katlanmak zorunda kaldığı meşakkatlı geçmişinden kaynaklanıyordu. Çünkü çeşitli nedenlerden dolayı, hayatı boyunca sürekli  didişme, boğuşma içinde, oradan oraya sürüklenip durmuştu. Huzursuz olmasında yaşadığı çevrenin, iradesi dışında içine düştüğü zorunlu ilişkilerin büyük etkisi vardı. Kendini hiçbir zaman tam anlamıyla bir yere sığdıramamıştı.

    Yirmili yaşlarının başında çalışmaya başlamıştı. Emekliye ayrılana kadar da, ömrünü törpüleyen, kötürüm bırakan bir aygıta benzettiği çalışma şartlarından bizar düşmüştü. Hayatının bu dönemini, zorunluluk olarak niteliyor ve yaşamını sürdürebilmek için buna ihtiyacı olduğunu vurgulardı. Hatta “ akşamları iş çıkışı, geç saatlerde eve geldiğimde bacaklarım beni taşıyamıyordu; inim inim inliyordum, ama bu durumu değiştirmek için de kılım kıpırdamıyordu,”  diyecekti sonraları.

    Şimdi ise yaşlı ve yalnızdı. Bu dünyada hiç kimseyle ilişkisi, ilgisi yok, tek başına ıssız bir kuytulukta yaşayan birinden daha yalnızdı. Bunun dışında sağlık sorunlarından kaynaklanan bir yığın ağrıyla da boğuşuyordu. 

    -Yalnızlık kadar insanı eksilten bir şey yoktur, diye konuşmaya başladı. Hem eksiltiyor hem eskitiyor… Devamla:

    -Kimsesizlik insanını içine işliyor. Ne kapıyı çalan olur ne bu tarafa bakan biri bulunur, dedi.

    Bu anda karısı kocasına baktı, ciddi ciddi süzdü onu. Sonra ince ve yumuşak, biraz da üzüntüyle yükselen bir sesle:

    -Ah, dedi. Yalnızsın, ama unutulmuş değilsin. En azından yanında ben varım.

    -Evet, diye cevap verdi sevgi dolu bir sesle.  

    Sonra bitkince elini salladı.

    -Ne yapalım, bu da böyle bir şey işte… Yorgun, bitkin ve gün sayıyor, dedi.

    Kadıncağız bu sözden bir şey anlamadı, ama açıklama da istemedi. Çünkü ondan üzüntülü, bitkin, hasta düşmüş durumlarda cevap alamayacağını biliyordu.

     Kocasının yanına oturdu, ona baktı. Karşılıklı bakıştılar. Yaşlı adamın sesli sesli nefes alıp vermenin eşlik ettiği bakışları yorgundu. Zaman zaman bir noktaya takılıyor, sabitlenip kalıyordu öylece.

                                        

     Önceleri iyi giden, sonra seyrekleşen ve giderek duran açık hava yürüyüşlerini, arkadaş görüşmelerini yapamıyordu artık. Kapıları şu anda sadece sessizliğe açılabiliyordu. Ne karşısında işaret parmağını kaldırıp paylayabileceği biri ne de gençliğinin dizginlenemez büyüsü vardı.  Gözlerine çöken ifadelerin oluşturduğu korku ve belirsizlik, derin bir umutsuzluk içinde olduğunu saklayamıyordu. Dünya başına yıkılmış, bütün yollar kapanmış, hiçbir yerde ışığı göremeyecekmiş gibi umutsuz ve çaresizdi.

   Karısı bir ara ona yardım etmek için yaşamına devam etmesini, sosyal ilgiler yaratmasını, arkadaşlar bulmasını, hatta gençlerle buluşmasını öğütlemeyi düşündü, ama sonra vazgeçti.  Kendi kendine, “Söylesem bile ne olacak ki,” diye söylendi. “Gençlik ve yaşlılık birbirlerini dışlayan yaşamlardır. Bir yaşlıya aşina, sarmaş dolaş bir gençlik bulamayacağımız gibi, genç insanların gücünde ve coşkusunda yatan cevheri de yaşlı birinde bulamayız.”

    Yaşlı adam devam etti:

    -Kimseye bir zararım olmadı. Hep yardım ettim, ama şimdi kimse bana yardım etmiyor ve ben buna katlanamıyorum. Hatırlanmıyorum bile… Kaybolmak, sonra da yitip gitmek denilen şey tam da budur, dedi ve düşünmeye koyuldu. Uzun uzun düşündü. Geride kalan günleri, anıları, kafasının içinde özlemle dolanıp durdular. Gençliğindeki gücünü, izbe köşelerde biten günlerini, başkaldırılarını, kaçışlarını düşündü. O günlerde ufku geniş, aklını yönetebilen, dünyayı kucaklayabilen eylem ve düşüncelerle doluydu. Şimdi ise bilinci de, eylemleri de küçük bir alana sıkışıp kalmıştı. Evde miydi, sokakta mıydı belli değildi. Çünkü koşullar değişmişti. Yaşlanmanın doğal seyrinin üstüne gelen politik istikrarsızlıklar, yöneticilerin akıl almaz oyunlarla yarattıkları kahredici döngüler içinde, kendisini yaşamaya tutsak edilen insanlar gibi yerinden, yurdundan edilmiş olarak görüyordu. Ya bütün gün evde ya da park bahçelerde, duvar diplerinde, zamanı öldürebileceği bir yerde oyalanıp duruyordu. Sıcak kuytu bir yer, şans, oyun, rastlantı derken giderek kendi içine kapandı. Yanı başında biten ve onu yalnız bırakmayan çirkinleşme, sürekli büzüşme kırışma, her yıl biraz daha küçülme, hareket kısıtlılığı, bedeninin üzerinde sırıtmış ve gençliğe dönme umutlarını da alıp götürmüştü. Yaşlanmayla gelen, işe yaramazlık düşüncesi onu boğuyordu… Öyle kırılgan bir hal almıştı ki dokunsanız ağlayacaktı.

    -Keşke gücümü geri kazanabilseydim, diye devam etti. Mucizeler insanlar içindir derler, ama acaba bana…

    -Dünyadan elini eteğini çekme, dedi karısı.

    -Neden, diye sordu. Bunun iyi tarafı nedir?

    -Dünya güzeldir çünkü. Sevgi doludur; sevgi ve güzellik de insanı iyileştirir. Uğradıkları her yeri ele geçirirler. Denizlerin buzlarını, dağların kayalarını dahi parçalarlar.

    Karısı, kocasına göre yaşamla daha barışıktı. İyimser ve umutsuz bir tek günü dahi düşünemeyecek kadar, güvenle bakardı yarına. Yaşamı seviyordu… Bir yerde durmazdı; her şeyi görmek, her şeyi duymak, sürekli kımıldamak isterdi. Yanı başında, şu anda avutulması gereken biri vardı ve ona ulaşmak, ona yaklaşmak gerektiğini düşünerek konuştu:

    -Sen, dedi. Sen ömründe bir defa dahi olsa sevincini haykır. Haykır ki benim de içime sevinç dolsun. Yaşamın ışıkları parıldasın yüreğimde.

    Ne var ki kocası başka bir hava tutturdu. Umursamaz halde:

    -Gerektiği gibi yaşasaydım, belki şimdi bunları konuşmaz olurdum, dedi.

    Buz gibi soğuk bir cevaptı. Kadıncağız tam bir hayal kırıklığı yaşadı. Kocası son yıllarda hep şunu söylerdi: “ Kendime ait bir günüm dahi olmadı. Onun için bunun için derken, geçti gitti ömür.”  Pişmanlığının arkası gelmiyordu. Bakıyorsunuz bir sabah ya da akşam, günün herhangi bir saatinde, otomata bağlanmış gibi içten içe söyleniyordu. “ Kendime ait bir günüm dahi olmadı. Onun için bunun için derken, geçti gitti ömür.”  Sanki bu sözden olağanüstü garip bir tat alıyordu. Kılı kırk yararcasına geçmişi ayıklıyor, imbikten geçiriyor, sonra da hınçla bileniyordu.     “ Kendime ait bir günüm dahi olmadı. Onun için bunun için derken, geçti gitti ömür.”   İnsana, bahane üretip kendini aklamaya çabalamaktan daha aldatıcı düşünce var mı?

    Karısı, durmadan değişen ruh haline sahip kocasını canlı tutabilmek çabası içinde:

    -Sadece yaşıyor olmak bile bir kıymettir, dedi.

    -Neresinde bunun kıymeti, diye sinirli halde cevapladı. Dünyanın gürültüsü, patırtısı içime akıyor. Günler durmadan kemiriyor içimi.

    -Söylenme, dedi karısı. Bak hava serin, temiz ve hoş. Bu şehir, bu sokaklar yıllardan beri bizim. Dışarı çıkabilirsin.

    -O eskidendi. Şimdiyse bir boşluk,  bir hiç…

     Bütün bu sözlerden, karamsar ruh halinden, insanın içindeki sevinci alıp götüren hastalıklı çabalardan başka bir şey bulamadığı kocasına, içten bir acımayla baktı. Onunla savaşmak istiyordu. Dedi ki:

    -Bu şekilde yardım edemem sana.

    -Öyleyse beni rahat bırak.

    -Sana bulmak isteyeceğin yeri göstermek istiyorum.

    Karısının bu sözlerini gereksiz bir çalım olarak düşündü ve anlaşılmaz, tuhaf bakışlarla baktı. O bu şekilde bakmaya devam ederken, karısına göre de kocası, üstünde başında ne varsa hepsini parçalamış, yırtmış, atmış, sıra yüreğine gelmişti. Artık yüreğini, belleğini didiklemeye başlamıştı.

    Tekrarladı:

    -Sana yardım etmeme yardım et.

    -Bunu nasıl yapabilirim?

   -Kendine yeterince bakmalısın. Günlük hayatında değişiklik yapmak zorundayız. Bütün gün burada oturamazsın.

    Ne var ki küçük bir hınçla patladı.

    -Bana bak, dedi. Şaka mı yapıyorsun! Bu halimle nasıl dışarı çıkabilirim. İnanmıyorum sana…

    -Çıkarsın, dedi karısı. Eskiden evde birkaç saat oturmak, sana zulümdü. İniltinden sızıntından geçilmiyordu.

            Kafasını salladı, bir iki kez öksürdü ve konuyu kapatmak için yüzünü çevirdi. Bir süre konuşmadı. Karısı da konuşmadı. Sonra sessizliği yine kendisi bozdu. Zayıf, parıltısız, donuk bakışlarını yönelterek:

    -Bırak da son günlerimi huzur içinde geçireyim, dedi. Devamla:

    -Ne yapabilirim ki. İnan bana bu kolay değil. Dışarı çıkamamak elimde değil. Yolumu şaşırmış gidiyorum işte… Haksızlığa uğradım. Bana ihanet edildi.

    Sonra her fırsatta dile getirdiği sözünü yineledi:

    -Kendime ait bir günüm dahi olmadı. Onun için bunun için derken, geçti gitti ömür.

    Sonra derin bir iç çekti. Ardından yumuşak bir sesle:

    -Beni rahat bırak… Belki de bu akşam ölmüş olacağım.

    -Ölmek mi! dedi karısı şaşkınlıkla.  Bu ne demek şimdi?

    İçerdeki hava ağırdı. Yaşlı insanların yaşadığı her evde, kapılar pencereler sıkı sıkıya kapanınca, boğucu bir hava her tarafı kaplar. Rahatsız edici, zaman zaman insanın burnunun direğini kıran tarzda hastalıklı kokular yayılır. Havalandırmak için bir pencere açmaya niyet etseniz bile, şiddetle itiraz edilir. Çünkü dışarıdan gelebilecek soğuk havanın kendilerini hasta edebileceği endişesini taşırlar.

     Kadıncağız huzursuz halde o yana, bu yana dönüp durdu. Nerden çıktı bu ölüm sözü… İçi içini kemirmeye başladı. Söylenip durdu kendi kendine. Döndü dolaştı, gitti geldi, sonra kocasına dönerek:

    -Ah, dedi. Neden söyledin bunu?  İçime tuhaf şüpheler girdi. Neyse… Şimdi ben gidip sana çorba yapayım.

    Yaşlı adam ufak bir kahkaha attı. Çorba onun yemek alışkanlığında önemli bir yer tutuyordu. Kokusuna, tadına bayılırdı.

    Akşam karanlığı çökmüştü. Hala aynı yerde oturuyordu. Hala pencerenin kenarında güçsüz, zayıf şekilde karanlığa bakıyordu. Sabah ışığıyla akşam karanlığının yer değiştirdiğinin farkında değildi. Kafası, uyuşmuş gibi duran gövdesi üzerinden yana düşmüştü. Gözleri küçülmüş, bakmak için ne kadar zorlasa da göz kapakları her defasında düşüyordu; bir türlü onları kontrol edemiyordu. Ve kocaman göbeğiyle kıyaslanınca, dirsekten aşağı kırılacakmış gibi duran kolları,  çırpı kadar ince, cılız bacakları hareketsiz halde öylece duruyorlardı.

    Karısı biraz sonra elinde çorba tabağıyla döndü.

    -Tamam, bu kadar tembellik yeter, dedi ve salonun ışıklarını yaktı.

    Sonra kocasına baktı. Dağınık saçları, yorgun yüzünde küçülmüş göz bebekleri ve yakası bağrı açık halini görünce:

    -Üstüne başına özen göstermelisin, dedi. Bak gömleğinin yakası sarı sarı… Bunu nasıl becerdin? Çorapların da kötü kokuyor.

    Ardından:

    -Hadi kalk, canlan biraz, dedi. Doğru odana… Üstünü başını değiştireceğim.

    Nedense bu defa itiraz etmedi. Uysal şekilde denileni yaptı. Karısının uzattığı eli tutarak, onun yanında yavaş adımlarla odasına girdi. Giysilerini temiz giysilerle değiştirdi. Sonra kendini yatağa bıraktı.

    Uyumak için yatağa girer girmez, karısı garip bir duyguyla örtüyü, nevresimi düzeltti; hatta battaniyeyi, üzerini iyice örtsün diye adamın kafasına kadar çekti. Sonra sevecen bir tavırla:

    -Hadi iyi uykular, dedi ve çıktı.

   Ne var ki fazla duramadı. Biraz sonra geri geldi.

    -Rahat mısın?

    -Merak etme, merak etme…

    Sonra yeniden çıktı, hemen kocasının yanı başındaki odasına uyumaya gitti. Ama uzun yıllardır edindiği alışkanlıkla, kulağı kirişte, her an bir şey olacakmış gibi tetikteydi.

    Uyuyamadı. Sağa döndü, sola döndü, bir türlü uyku tutmadı. Bu şekilde epey zaman geçti. Derken bir savuruşta yorganı üzerinden attı ve dimdik ayağa kalktı. Öyle çevik bir hareketti ki bu, yaşlı haliyle dengesini bile kaybetmedi.

    Yürüdü, kocasının odasına girdi, başucunda oturdu. Onu uyanık görünce

    -Demek seni de uyku tutmadı, dedi.

    -Evet.

    -Ama uyku vücuda iyi gelir.

    -Bu doğru, ama sağlıklı yaşlılar için. Uyku olsun, uykusuzluk olsun, ikisi de iyileştirici tarafını sağlıklı olmaya borçludur.

    Sonra ekledi:

    -Hepimiz uyuduğumuzu, dinlendiğimizi sanırız ama bunların ne olduklarını bile bilmiyoruz. Dönüp duruyoruz öylece…

    Bakışları farklıydı. Dün daha geniş bakabiliyorken, şimdi daha küçük, aynı noktaya sabitleniyordu.

    -Çok tuhaf, diye düşündü karısı ve kocasına baktı. Kocası da ona saygıyla bakıp gülümsedi.

    -Seni de uykundan ettim, dedi.

    -Böyle konuşmamalısın, diye cevapladı karısı ve yana kaymış battaniyeyi yeniden kocasının omuzlarını örtecek kadar düzeltti.

    Tekrar etti:

    -Böyle konuşmamalısın. Yüzlerce tanıdığım, binlerce hazinem olsa sana değişmem. Terk edildiğimde, insanların arasına karıştığımda, özlem duyduğumda, evde, işte, tutunabileceğim bir el aradığım zaman, bu her yerde sen oldun. Her yere bakabileceğim bir çift göz oldun bana.

Karısının sözleri onu duygulandırdı. Gözlerinde sıcak, sevgi dolu hüzünlü bakışlar belirmeye başladı. Gayet mutlu, minnet dolu bir sesle:

    -İnsan yakın birinden sevgi, umut dolu güzel sözler duyunca, hayatla ve gelecekle olan bağları güçlü olmaya başlıyor, dedi. Sonra sustu. Bir süre bu şekilde devam etti. Sonra derin, içten gelen bir sesle:

    -Uzun zamandır deliksiz bir uykuya hasret kaldım. Yıllar oldu…

    Karısı elini uzattı, onun ellerinin üzerine koydu. Ateş gibi yanıyorlardı. Bu ateşi hissetmek tedirgin etti. Kocasının solgun rengi, hızla çarpan yüreği, her an bir şey olacakmış gibi geldi ona. Buna engel olmak düşüncesiyle kocasının ellerini kavrayarak avuçlarının içinde sıkmaya başladı.

    Kocası konuştu:

    -Bu dünyanın göçerleri olarak gün sayıyoruz, ama hiç birimiz bir gün dönüp neden göçer olduğumuzu, eninde sonunda neden yalnız kalacağımızı sormadık.

    -Evet sormadık.

    -Oysa bütün aradığımız tatlı bir bakışı, çarpan bir yüreği, sevgi dolu birkaç sözcüğü paylaşmaktı.

    -Evet.

    -Kimse gerçeği görmek istemiyor. Ne yapalım!.. İnsanlık hali işte!

    Yaşlı adam kuruyan dudaklarına, zayıf düşmüş sesine, düzensiz nefes alışına iyi gelsin diye, bir bardak su içti. Ama sözleri ve ses tonu vedalaşır gibi öncekinden, hatta birkaç saat öncekinden farklıydı. Hüznü, yalnızlığı, artık sona gelinmiş yaşamın güçsüzlüğünü yansıtıyorlardı. Bir zamanlar ışıldayan gözleri, gülümseyen yüzü, yerini şimdi birdenbire parıltısız bir bilinmezliğe bırakmıştı.

    Sonra gülümseyerek:

    -Su iyi geldi. En azından senin çorban kadar iyi geldi, dedi.

    Karısı güldü. Birlikte güldüler.

    -Ama senin çorban çok baharatlı oluyor.

    -Ah, dedi karısı. Oysa ben çorbamla övünürüm.

    Buna cevap vermedi. Hep boğazına kadar iliklediği gömleğinin birinci düğmesini açtı. Sonra elini kafasında gezdirdi. Sonra birkaç gündür uzamış sakalını kaşıdı. Üzgün bir sesle:

   – Ve bir şey daha, dedi. Evlilik yıl dönümlerimizi unutma ve bir de tanıştığımız ilk anı!

    -Unutmam.

    -Hatırlar mısın, tanıştığımız ilk gün dilim tutulmuştu. Sözcükler bir türlü ağzımdan çıkmamıştı. Terlemiş titremiştim. Masamıza gelen bir bardak çayı da höpürdeterek içmiştim.

    -Evet, hatırladım, dedi karısı kahkaha ile.

                               

     Yorgundu. Yatağından bir an doğrulmak istedi, ama bunu yapamadı. Çaba gösterdiyse de, çırpı bacaklarının bu işi başaramayacağını fark etti ve en iyisinin yatakta kalmak olacağına karar vererek vazgeçti. Gözlerini alabildiğince açarak karısına baktı. Karısı üzgündü, sessizdi. Gözlerinde yaşlar vardı.

    -İçindeki korkuyu da hüznü de at gitsin, dedi. Birlikte bir hayatı seçtiğimiz gün, aynı zamanda ayrılacağımız günü de seçmiş olduk.

    Alnında ter damlacıkları birikmişti. Karısı bir yandan havluyla teri silerken, öbür yandan konuşmaya çabalıyordu. Ancak sözleri yerini buldu mu, bulmadı mı, bundan emin değildi

    -Hadi birkaç söz söyle, dedi kocasına. Söyle ki sana cevap vereyim.

    -Peki… Sanırım bu akşam uyuyabileceğim. Bu iyi olacak.

        Kadın bir kez daha şaşkınlık ve korku içinde donakaldı. İçinden bu zamanın,  konuşmaların, vedalaşır gibi sözlerin, yatağın ve ateş gibi yanan ellerin kötü bir düş olduğunu dilemeye başladı

     -Yaşam böyle bir şey işte, dedi adam. Sabah başka, akşam başka… Ne zaman ne olacağı belli olmuyor.

    -Evet.

    -Hayatı acısıyla, tatlısıyla, iyi ve güzel yanıyla, doğru yanlış ne varsa, bize sunulduğu şekliyle yaşamalıyız.

    -Evet…

    -Benden sonra beni ararsan eğer, gündüz ya da gecenin her hangi bir anında fark etmez, benim nerede olduğumu görebilirsin. Kafanı kaldır gökyüzüne bak; toprağa, suya ve güneşe bak. Bunlardan birinde mutlaka varım ben… Bu iyi olacak, çünkü beni bulduğun her yerde avunabileceksin. Avunduğun yer senin için güzel olacak.

    -Birlikte gezdiğimiz, eğlendiğimiz, bol ağaçlı çocuk bahçesini hatırlıyor musun?

    -Hatırlıyorum.

    -Oraya git. Onlarca çocuk, bir bu kadar da ebeveyn göreceksin. Her biri çocuğunun elinden tutmuş, öteye beriye koşup duruyor. Kimi oynuyor, kimi gülümsüyor; kimi de suskundur. İşte o suskunlardan biri benim. Çünkü ben çayı höpürdeterek içerdim, ama sıra konuşmaya gelince yorulurdum.

    Karısı güldü. Bu öylesine içten, sıcak bir gülüştü ki, yaşlı adam belki bu gülüşü bir daha duyamama endişesiyle ona:

    -En azından bu akşam, yüzündeki bu tebessümü, bu gülüşü eksik etme lütfen, dedi. Öyle hoş, öyle huzur dolu ki, serin dağ rüzgârı gibi diriltiyor beni.

    -Peki…

    -Banklardan birine otur ve orada bulunan herkese bak… Yavaşça ve sessizce bak.

    -Sonra?

    -Sonra onlara de ki, -ama içinden, kimse duymadan- çocuklarla birlikte olmak, onlarla konuşmak, koşmak ne güzel!

    – Önemli mi?  Kimin umurunda…

    -Hayatı sevenler için önemlidir. Aksi durumda zaten kimsenin umurunda olmazsın. Üstelik böyle dediğin için seni yadırgayacaklardır belki. Ama sen yine de söyle.

    Sesi giderek zayıflıyordu. Gözleri kapanıyor, nefes alışı zorlaşıyordu.

    -Beni anlıyorsun değil mi?

    Karısı cevap vermedi.

    -Hem beni de görmüş olacaksın, dedi ve konuşmadı bir süre.  Sonra yeniden:

    -Beni yalnız bırak, dedi.

    -Bırakamam.

    -Dert etme, ben iyiyim.

    -Hayır, bırakamam seni.

    Karısı kocasının yalnız kalma isteğine, ısrarla karşı çıktı. Her defasında, “Hayır, bırakmam seni” diyerek bekledi.

     Uzun zaman devam etti bu bekleyiş. Sonra yaşlı adam bir ara, ilerleyen saatlerde, gözlerini araladı ve karısını yanı başında, gözyaşları içinde görünce, zor duyulan hırıltılı bir sesle:

    -Hadi git artık, dedi. Ölmek istiyorum.

    Bunlar onun son sözleri oldu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

5

Bu yazıyı da okuyabilirsiniz

Çocukluk Çağımız Daha Güzeldi Sadi Geyik

Anı

Bir cevap yazın