Aydınlanmacı Türk Kültürü Ethem Arı

Bin Yılın Ötesinden Gelen Aydınlanmacı Türk Kültürü

  – Beynimdeki deli sorulardan biriydi, Niyazi Berkes’in (1908-1988) bir betiğine (kitap) verdiği adla “200 yıldır neden bocaladığımız” Avrupa, Anadolu’dan eski Yunan’a, sonra Avrupa’ya; bazılarına göre doğrudan 13. yüzyılda Avrupa’ya taşınan uygarlığı, 300 yıl düdüklü tencere gibi fokurdayarak, taşıp dökülerek ve sonra yeniden dolarak çok ileri bir noktaya taşıdı. Oysa biz, başlangıcı 10-12 bin yıl ötelere giden Anadolu uygarlıklar zincirinin son halkası olabilirdik. Gerçekte akılcı (akliyeci-aydınlanmacı) olan öz neden hala bocalayıp durduğumuza tarihsel süreci içinde şöyle bir göz atalım.

   – “Anadolu’da Türk-İslam medeniyetinin inşasında ve kültürel yapılanmasında Danişmendoğulları Devletinin büyük hizmetleri bulunmuştur. Orta ve kuzey Anadolu’da 100 yıl hüküm sürmüş olan bu devlet, 1071 Malazgirt zaferinden hemen sonra bilge bir kişi olup ve bilge bir aileye mensup bulunan Danişmendoğlu Melik Ahmed Gazi tarafından kurulmuştur. Bu anlamda Türkiye Selçuklularına da öncülük etmişlerdir. Türkiye Selçukluları devletinin kurucusu Süleyman Şah’ın dayısı olan Danişmenoğlu Melik Ahmet Gazi, etrafına bilge kişileri toplayarak, ülkesinde erken sayılacak bir tarihte ilmi faaliyetleri başlatmıştır. Oğulları ve torunları da onun yolundan giderek bu alanda çalışmalar yürütmüşlerdir.(1)”

   – “Hanedan üyelerinin bazıları “Mutezile Mezhebi”  eğiliminde idiler. Bilindiği gibi Mutezile mezhebi İslam’ın doğuşundan bir asır (yüzyıl) sonra ortaya çıkmış, İslam dinini akıl ölçü ve kurallarına göre yorumlayan dini ve felsefi bir harekettir. Mutezile mezhebi mensuplarına “İslam dünyası rasyonalistleri” (akliyecileri) denir. Bu dini anlayışı benimseyen Selçuklu devlet adamlarının bu eğilimlerini dini uygulamalarında da açıkça görmek görmekteyiz. Bunlardan biri de Büyük Selçuklu devletinin kurucusu Selçuk Bey’in oğlu Mikail’in büyük oğlu Sultan Tuğrul Bey’dir (1-23)”

   – “Danişmenoğulları ve Türkiye Selçukluları zamanında ilk 130 yıl boyunca te’lif edilen eserlerin hemen tamamı tıp, astronomi,(heyet) matematik, felsefe gibi akli ve tabii ilimlere dairdir.(1-31)”

   – “Tarihçilerin üzerinde ittifak ettikleri gibi 13. yüzyılda Anadolu Alevi gelenek içinde  bir inanç anlayışına sahipti (2)”

   – “Anadolu Aleviliğine bir orijin (kaynak) bir çıkış yeri aranmak gerekiyorsa Danişmendoğlulları’nın yarattıkları i’tizal (felsefi) hareketine bakmak gerekir. Babai hareketinin meydana gelmesinde, Danişmend İl’indeki Hanefi ve Mutezil eğilimli Türkmen (Türk) fukahanın (bilginlerin) büyük rolü bulunduğu muhakkaktır (1-38)”

   – “Anadolu Aleviliği Hz.Ali kültünü 15 ve 16. yüzyıllarda Safevi-İran propagandaları ve Şah İsmail (Hatayi) etkisiyle benimsemiş, Şia etkileşiminden çok evvel, şu anki ritüelleri (sema dönme, müzik, edebiyat, hikâyeleme, vecd, eşitlik özgürlük ve felsefesine (birlik) sahip bir inanıştı.(3)”

  – “Türk Melhamiciliği diyebileceğimiz destan kültürünü de canlı tutmaya çalıştıkları görülmektedir. Danişmendoğlu Melik Ahmed Gazi ve beraberindekilerin kahramanlıklarını dile getiren “Danişmendname” adlı eser Danişmend İl’indeki kültür anlayışının mahsulü (ürünü) olduğu gibi “Dede Korkut Hikâyeleri” de XIV. asırda gene bu yörede, Amasya’da derlenmiştir.(1-47)”

   – “Görülüyor ki Anadolu’da ilk olarak Türkçe eser yazma geleneği Amasya’da Danişmend İl’inde başlamıştır. Hakim Bereket “”Tuhfe_i Mübarızi” adlı eserinden sonra “Hülasa der ilmi Tıp” ve “Tabiatname” adllarında iki Türkçe eser daha yazmıştır. (1-46)”

“Danişmendoğulları Türk milli kültürüne de çok önem vermişler ve Türklük ülküsünü ülkelerinde hakim kılmışlardır. Sanıldığı gibi Anadolu’da Türkçe eser yazma geleneği Karamanoğulları Devletinin Türkçeyi resmi dil olarak ilan etmesiyle  başlamış değildir. Aslında böyle bir resmiyet de mevcut değildir. (1-45)”

   – “XII. yüzyılın başlarında Ahi Evren Hace Nasrü’d-din (Nasreddin Hoca) ile dostluğu da bulunan, Sivas’ta, yani Danişmend İl’inde yerleşen Kübreviye tarikatı şeyhi Necmü’d-din-i Daye, Sultan I.Alâü’d-din Keykubad’a sunduğu , “Mirsadü’ibad” adlı eserinde bakın ne diyor; “San’at ilmin insan ruhunda meydana getirdiği gücün sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Zira insan, sahip olduğu ilmi sayesinde aklın direktifi ile kullandığı birtakım alet ve edevat vasıtası ile ruhunu eşya üzerinde göstermeye çalışmakta ve böylece san’at üretmektedir.” Necmü’d-din-i Daye, bu ana fikri verdikten sonra kendi san’at felsefesini açıklamaktadır. İşte bu düşünce tarzı, Danişmend İl’inde oluşan bilimsel zihniyetin ifadesidir. Bu düşüncenin Anadolu’da  bir süre gelişme gösterdiği ve uygulama alanı bulduğu görülmektedir. O devirde bu zihniyetin uygulayıcıları Anadolu’nun hirfet (el sanatları) ve zenaat erbabı olan Ahiler ve Bacılar idi. Ahi teşkilatının  baş mimarı, Türkiye Selçukluları devrinin en güçlü ilim, fikir ve aksiyon (eylem) adamı, sanatkâr (derici) ve bilge kişi Ahi Evren Hace Nasirü’d-din Mahmud el Hoyi, (Nasreddin Hoca) yukarıda izaha çalıştığım düşünce ve anlayışın sahibi olarak Ahi Teşkilatını kurarak tabii bilimleri iş ve san’at alanında uygulamaya çalışmıştır. Bir ilim ve fikir adamı olarak eserlerinde sık sık ilim ve fikir alanında kullanmak gerektiğini ifade eder. İlmin amelden önce geldiğini, ilimsiz amelin çenden ( o kadar)  fayda sağlamayacağını, kişi ilmini uyguladığı ölçüde makbul insan olacağını savunmaktadır. (1-54.55)”

   – “Danişmendoğullarından Anadolu Selçuklularına geçen bu aydınlanmacı kültür, “Babası I.Alâüd’d-din Keykubad’a suikast düzenleyerek iktidar gelen A.Gıyasü’d-din Keyhüsrev zamanında kesintiye uğrar. A.Gıyasü’d-din Keyhüsrev İrani çevrelerin desteklediği şehzadeydi. İktidara gelince Danişmend İl’indeki Türk çevreler üzerinde şiddetli bir dini ve fikri baskı kurmaya çalıştı. Dini ve kültürel zihniyeti yok etmeye kararlıydı. Nitekim iktidara geldiği yıl, yani, 1237(635) yılında Eğirdir’de yaptırdığı hanın kitabesinde, kendisini zamanın Keyhüsrev’i (İran padişahı), Zülkarneyn ( Arapların kralı) ve ikinci İskender’i (Rum halkın kralı) olarak tasvir ederken, Türkleri kâfir ve müşriklerle bir tutarak onları, kendisine itaat etmeyen, baği (serkeş), zındık ve havaric (asiler-zorbalar) diye anmakta ve kendisini onları ezen, göz açtırmayan, iflahlarını kesen bir hükümdar diye tarif etmektedir. İktidarın ilk yılından itibaren Türkmenlere karşı savaş başlatmıştır. Pek çok Türkmen ileri geleni öldürttü. Baba İlyas’ın halifelerinden şeyh Uban ve Emirce Sultan bunlardan bir kaçıdır. Birçoklarını tutuklattı. Baba İlyas, Ahi Evren, Ahi Ahmed de bunlardan bir kaçıdır. Bu baskılar üzerine Babailer isyanı” diye bilinen isyanlar başlamıştır. (1-37)”

   – “İslam  dünyasında çok eskiden beri akliyeciler (rasyonalist) ile sezgiciler (içe doğuşçu) birbirleriyle mücadele halindeydiler. Akılcılar gerçek bilgiyi elde etmek için aklın ve mantığın ilişkili olduğunu savunmuşlar, hatta akıl, imana varmanın ve Allâh’ı bulmanın vasıtası olarak görmüşlerdir. Kelâmcılar, filozoflar bu zihniyetin (düşüncenin) temsilcileridir. Sezgiciler ise, gerçeğin bilgi ile değil, içe doğuş ile elde edilebileceğini, imana varmak, Allâh’ı bilmekte olan aklın hiçbir fonksiyonu (işlev) olamayacağını, içe doğuş ile hidayet-i ilâhi ile Allah’a varılabileceği, iman edilebileceği tezini savunurlar. İşte Mevlâna bu ikinci düşünce tarzının incilerindendir.(4)”

  – “Kendileriyle amansız bir şekilde mücadele edilen, öldürülen, hizmet yerleri ellerinden alınıp Moğol işbirlikçisi Mevlana ve yandaşlarına verilen, Mevlana’ya bağlanmaya zorlanan pek çok Ahi ve Türkmen Bilecik, Söğüt gibi uç bölgeler göçerek Osmanlı’nın altyapısını hazırlayacaklardır.(4-261)”

   – “Tam bir Türk ve akıl düşmanı, işgalci Moğollar’ın fetvacısıdır, güce tapan, böyle olduğu için halk düşmanı yöneticilerden saygınlık gören, saraylarda ve konaklarda ağırlanan, Nasreddin Hoca’nın öldürülmesinde parmağı olan, “Mevlana Celaleddin Rumi (1207-1273) Belhli bir aileden gelir. Hint ve İran kültürü ile yetişmiştir. Şeriat ölçülerini aşarsa da, temelde bir şeriat adamı olarak kalmıştır. Özellikle Mesnevi’de bir Kuran yorumcusudur. Öyle denildiği gibi hoşgörüden yana değildir. Tam tersine felsefeyi yasaklar. Sonra kendi inancı dışında kalan bütün dinleri ve mezhepleri tanrıdan uzak sayar. Türk’ü kötüler. Onun aşk ve insan sevgisinden söz ederken bunları göz önünde tutmalı. Toplumda en yukarıda gördüğü şeyhler, ermişler, padişahlar ve varlıklılardır. Alt katta ise halk ve köylüler vardır. Tipik egemen sınıf sanatçısıdır. Öyle olduğu içinde Mevlevilik bir burjuva (kentsoylu) tarikatı olarak saraylarda, konaklarda ve seçkinler arasında yayılıp desteklenecektir. (5)”

Aydınlanmacı Türk Kültürü Ethem Arı

  – “Kırşehir’ de Ahi Evren Hace Nasiru’d-din ve beraberindekiler katliama tabi tutulduktan sonra Kırşehir’ den Akşehir, Sivrihisar, Karahisar, Denizli, Uşak, Kütahya, Bilecik gibi uç beldelere yoğun bir göç olayı yaşanmıştır Eratna Oğullan zamanında da bu göçler devam etmiş ve Aziz-i Esterabadi’nin bildirdiğine göre Kırşehir bu göçlerden dolayı köy haline gelmiştir. (4-295)”

“Osmanlı Devletinin  kuruluşunu ve yapılanmasını sağlayan fikri dinamiklerin başında Şeyh Sadru’d-din-i Konevi (673/1275) ve talebelerinin Anadolu’da başlattıkları Ekberiye Hareketi, Ahi Evren diye tanınan Kırşehirli Hace Nasirü’d-din Mahmud el Hoyi’nin (659-1261) baş mimarı olduğu Ahilik Hareketi ve Hace Bektaş-i Horasani (669-1271) mektebinden yetişen Bektaşilik Hareketi bulunmaktadır. Bu üç dini ve fikri hareket Orta Anadolu orijinlidir. Her üç hareketin pirleri olan Sadru’d-din Konevi, Ahi Evren Hace Nasirü’d-din Mahmud ve Hacı Bektaşi Veli çağdaş olup, aralarında sıkı bir dostluk, gönüldeşlik ve ülküdaşlık bulunmuştur. Zaman zaman bir araya gelip görüşmeleri olmuş ve mektuplaşmışlardır. Anadolu Selçukluları zamanında ortak bir dini ve siyasi anlayış içinde bulunmuşlardır. Bu pirler o dönemde Anadolu’yu işgal eden Moğol iktidarı ve bu işgalci gücün hizmetinde olan yöneticilerle, yani (işbirlikçi E.A.) Selçuklu devlet adamları ile mücadele halinde olmuşlardır. (4-259)”

   – “Osmanlı Devleti, İstanbul’un fethini müteakip çok uluslu bir devlet haline gelince, Devlet-i Aliye, tedricen, (giderek) Türkmenlerin kontrolünden ve Türkmen zümrelerin hâkimiyetinden çıkmış oluyordu. Türk olmayan etnik gruplardan olan kişiler devletin yüksek kademelerinde yer almaya başladılar.  Kâtip Çelebi’nin de “Fezleke”sinde ifade ettiği gibi bir zaman devletin yüksek mevkilerinde hizmet veren bazı Türkmen ileri gelenlerin gaddareleri (silah ve üniformaları) ellerinden alınıp, devlet hizmetinden uzaklaştırılmaları sonucunda Türkmen halkın arasına giren bu gibi kişiler Anadolu’nun çeşitli yörelerinde Devlet-i Aliye’ye karşı “Celali İsyanları” denilen halk hareketlerini başlatmışlar ve veya elebaşılık yapmışlardır. Osmanlı devletinde yaşanan şehzade olayları da (Şehzade Beyazıt ve Cem olayı gibi) bu gelişmeleri tahrik etmekteydi.(4-261)”

Aydınlanmacı Türk Kültürü Ethem Arı

   – “XV. Yüzyıl ortalarında itibaren Cihan Devleti kurma yoluna girmiş bulunan Osmanlı Devletinin üst düzey yetkilileri bu zihniyetin Devlet-i Aliye’nin hayrına olacağını düşünmüşler ve bütün vilayetlerde Mevlevihaneler açarak, bu zihniyetin ve ahlak anlayışının yaygınlaşmasına çalışmışlardır. Yüksek devlet memurluklarına da Mevlevi ocaklarında bu ruh ve ahlak anlayışı ile donanmış Mevleviler tayin edilmeye başlanmıştır.(4-263)”

   – “Osmanlı’da Türk” kimliği, yönetimin merkezi olan İstanbul’dan uzak, savaştan savaşa asker ve vergi toplamak için anımsanan, Anadolu köylerinde kapalı bir kültür içinde dili ve töreleri ile yaşamıştır. Zaman içinde “Türk” yöneticisine o denli yabancılaştırılmış ki, kimi kez “Osmanlı Efendisine Türk’ demek hakaret sayılmış”, “Türk” sözcüğü, Anadolu köylüleri için kullanılır olmuştur.(6)”

   – “Anadolu’da, Danişmendoğlu Melik Ahmed Gazi ile başlayıp, Şeyh Sadru’d-din-i Konevi (673/1275) ve talebelerinin Anadolu’da başlattıkları Ekberiye Hareketi, Ahi Evren diye tanınan Kırşehirli Hace Nasirü’d-din Mahmud el Hoyi’nin (Nasreddin Hoca) (659-1261) baş mimarı olduğu Ahilik Hareketi ve Hace Bektaş-i Horasani* (669-1271 ile süren öz Türk kültürünin başlattığı aydınlanma, Nasreddin Hoca’nın Kırşehir’de öldürülmesi ile karanlığa büründükten sonra, Osmanlı Devletini kurarak yeniden tarih sahnesine çıkmıştır. Bir buçuk yüzyıl kadar yaşadıktan sonra Fatih’in İstanbul’u almasından sonra başlayan Türkleri ve temsil ettikleri aydınlanmacı kültürü dışlama süreci, Yavuz’un halifeliği getirmesinden sonra kanlı katliamlarla  bir kez daha karanlığa gömülmüştür.” 

   – “Osmanlı yönetiminde Türk’e yaklaşım o denli aşağılayıcıdır ki, o günlerden kalan aşağıdaki şiir bu yaklaşımı özetlemektedir.

“Türk değil mi Merzifon’un eşeği;

Eşek değil köpekten de aşağı.”

Osmanlı’nın bu yaklaşımına Türk’ün verdiği yanıt, bir şiirin dizelerinde şu şekilde yer almıştır.

“ Şalvarı şaltak Osmanlı

Eğeri kaltak Osmanlı

Ekende yok, biçende yok

Yiyende ortak Osmanlı”

Abdülhamit’in Araplara ve İslamiyet’e dayanan siyaseti, Türkü, Türkçüleri baş düşman olarak görmekteydi. Onun zamanında “Türküm” demek, Türk’ten söz etmek büyük suçtu. (7)”

   – “Fatih, Türk tarihçilerinin iddia ettiği gibi atalarının göçebe çoban kabileler olarak Tatarların-Moğolların-Oğuzların bulunduğu bölgeden [Orta Asya] geldiğine inanmıyordu. Fatih Sultan Mehmet, ailesinin Bizans İmparatorluk ailesi Komnenoslar’dan geldiğine inanıyordu. (8)”

 

  – “Osmanlı tarihinde çok saygın bir konumu olan Fatih bile, Otlukbeli Savaşından dönerken, elinde bıçak olan birisine ne yaptığını sorduğunda; öldürülen Türkmenlerin kulaklarını keserek küpelerini topladığını öğrenmiş ve “İşine devam et” demiştir. Hırvat kökenli, Sadrazam Kuyucu Murat döneminde (1606-1611), 55 bin insan (kızılbaş Türkmenler) doğranmış ya da diri diri kuyulara doldurulmuşlardır. Aman dileyen insanlara Kuyucu’nun yanıtı “Vurun şu pis Türkün başını” olmuştur. Cellâtların bile öldürmeye kıyamadığı çocuğu atından inerek öldüren Kuyucu Murat, Osmanlı’nın yetkilisi, öldürülen çocuk da Anadolu’nun evladı bir Türk’tür. (Olayı ayrıntıları ile Osmanlı tarihçisi Naima’dan öğrenmek olasıdır.) Yavuz Sultan Selim’in, halifeliği zorla da olsa aldıktan sonra, yönetim ile Türk unsur arasındaki anlayış ve ideoloji ayrılığı açık şekilde çelişmiştir. Şeriata dayalı yönetim anlayışı üst yönetime egemen olur iken, Anadolu’da yaygın olan Alevilik sayesinde Türk dili ve Türk kültürü kendini korumak olanağı bulmuştur. Yönetimin Anadolu’yu dil aracılığıyla Araplaştırmasına ve Acemleştirmesine karşı olan bu halk, yok edilmek istenmiştir. Bu nedenle Anadolu’da öldürülen Türk sayısı, Yavuz Sultan Selim zamanında 40 bin kadardır. Bu gerçek Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk halkından koptuğunun açık bir kanıtıdır. (9)”

    –  Aleviler ve 1923 Türk devriminden sonra genel olarak “laikler” diye adlandırılan aydınlanmacı Türk kültürü, Osmanlı’da günümüz Romanların durumuna düşecek, ezilecek, horlanacak ve aşağılanacaktır. Öyle ki artık herkes gibi kendisi de kendisinden umut kestiği bir anda, 19 Mayıs 1919’da Samsun’da, “Mustafa Kemal” olarak yeniden tarih sahnesine çıkacaktır. Öyle bir çıkış yapacak ki, Avrupa’nın üç yüz yılda başardığı devrimleri 15 yılda başaracak, okullaşma, eğitim ve sanayileşmede “Türk mucizesi” denen atılımı yapacaktır. Selçuklu’da, Mevlana ve Moğol işbirlikçisi yöneticiler ile başlayan aklın aydınlığına düşmanlık, Osmanlı’da Yavuz ve Mısır’dan alınan Arap Şeyhülislamlar ile doruğa çıkmış, Cumhuriyet’te ise Menderes ile hortlamıştır. 1950’ye kadar aydınlanmacı özelliğini koruyan bu yönetim, çok partili siyasal yaşama geçtikten sonra Menderes’in “Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” sözü ile  açığa çıkan karşı devrimin karanlık güçleri, 1970’lerde Amerikan telkiniyle uygulanan Türk-İslam sentezi, ülkücülük, milliyetçilik, sağcılık ve  milliyetçi muhafazakârlık adını alan işbirlikçi güç, tarihsel süreci için yazar ve belgesel film yönetmeni Ömer Tuncer’in deyimiyle “inanç-kul kültürü” bir kez daha dış destek ve taktikle güçlenerek Anadolu Selçuklu, Ankara Devleti ve Osmanlı İmparatorluğundan sonra Türkiye Cumhuriyeti’ninde  devamlılığını tehdit aşamasına gelmiştir.  “Milliyetçi muhafazakâr” etiketi altında gizlenen dogmalara dayalı uygarlık karşıtı toplum modelinin kolay yönetilirliği, dinci iktidarların biricik dayanağıdır.

  – “Selçuklu ve Osmanlı’da olduğu gibi Sünni Diyanet, özellikle 1980’den sonra  zorunlu Sünni İslam din dersi ile Cumhuriyette de “kafir” statüsü dışında  kalan Anadolu halkının Sünnileştirilmesi iradesinin sürmesi, “aydınlanma” ve öz Türk kültürünün geleceği açısından kaygı vericidir. Devlet kendini Tanrı iradesinin yeryüzündeki gölgesi gördüğünden, her şeyi belirleme yetkisini, doğru ve iyinin tekelini elinde tutmayı kendine doğal bir hak görüyor.

   – “Allah adına fethediyor, Allah adına yönetiyordu; kutsal ve sorgulanamazdı, dolayısıyla halk üzerinde de kendini sınırsız bir tasarrufa sahip görüyordu. Bu bağlamda gayri Müslim olmayan halkı Sünnileştirme yönelimini de doğal bir hak olarak gerçekleştiriyordu. Bu tercihin Sünnileştirmede yapılanmasının nedenine gelince, tarihten beri kendini kutsal ve mutlak göre gelmiş olan Türk devlet geleneğinin bu konumunu, yani siyasal ve ekonomik koşullarda meşrulaştırması için uygun araç olmasından kaynaklanmıştır. Nitekim Osman (gerçekte Otman*Ataman) ve Orhan Beyler döneminde ağırlıkla Alevi özellikler gösteren öncü kadrolar I. Murat döneminde Sünni bir kararlılık kazanmış bulunmaktadır.(10)”

KAYNAKÇA

(1) – Prof.Dr.Mikail Bayram / Danişmendoğulları Devletinin Bilimsel ve Kültürel Mirası / Unimat Ofset Mayıs 2009, önsöz.s.23-31-38-47-46-45-54-55-37

(2) – Özgür Üniversite Forumu / Cantekin Matbaacılık / Erdoğan Aydın, Hikmet-i Hükümet (*) Ya da Demokratikleşememizin Esbab-ı Mucibesi, s.181

3) – Lena Umay / Anadolu Aleviliğinin Antik Kökleri.

(4) – Prof.Dr.Mikail Bayram / Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi / NKM Yayınları, s.232-261-295-261-2636

(5) – Server Tanilli / Yüzyılların Gerçeği ve Mirası / Cem Yayınevi, 2.Cilt ortaçağ, s.359

(6) – (8) Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, s.22, 23, Cahen’den aktaran, Bernard Lewis,

(7) – Esat Kamil Erkut / Osmanlı Devletinde Türklüğe Bakış, s.63

(8) – Bizans Tarihçisi Spandounes / (Kaynak ;Theodor Spandounes, On The Origin of The Ottoman Emperors – çev: Lena Umay

(9)- Çetin Yetkin, Türk Halk Hareketleri ve Devrimler,  s.161.

(10)- Erdoğan Aydın / Özgür Üniversite Forumu, s.181

 (*) – “Türkmen” sözcüğünün sağlıklı bir kökenbilimsel (etimolojik) açıklaması yok. Anadolu’daki Oğuz neslinden gelen Türk boylarına Türkmen, Yörük, Türk… gibi adlar veriliyor. Bu farklı adlandırmaların farklı göç dalgaları ile ilgili olduğu düşünülebilir. / Mustafa Topal / Orta Asya’dan  Ulus Devlete Türklerde Siyaset, Özgür Üniversite Forumu, Sayı: 18, Nisan-Haziran 2002

  (*) – Osman’ın asıl adı büyük olasılıkla Otman ya da Atman (Ataman) idi. İngilizce “Ottoman” sözcüğü buradan geliyor olmalı. Osman’ın Müslümanlıktan haberi olmadığı Şeyh Edebali’nin evinde gördüğü Kuran’a “Bu nedir?” diye sormasından bellidir. Okuma yazması olmayan Osman tipik bir “göçer evlu” Türk boy beyidir. Adı gibi yaptıklarının sonradan İslami kılığa sokulduğu anlaşılıyor. / Mustafa Topal / Özgür Üniversite Forumu, Sayı:18, Nisan-Haziran 2002, Orta Asya’dan Ulus Devlete Türklerde Siyaset.

(*) Horasaniler, Orta Asya’dan yola düştükten sonra uzunca bir süre İran üzerinde kalarak yaşamlarını sürdüren ve kültürel etkileşim içinde Müslümanlaşarak bir yandan “akılcı İslam” (Mutezile) kültüründen alınan temeller üzerine kendi düşüncelerini de katarak oluşturdukları özgün tasavvuf kültürü ile günümüze değin ulaşan, yaşadıkları döneme uygun düşünsel olgunluğa ermiş düşünsel bir akım oluşturmuş insanlardır. 12. yüzyıl sonuna değin Hindistan, Azerbaycan, İran ve Bağdat dolaylarında yaşayan insanlar,  Moğolların sürekli batıya saldırarak yaklaşmaları üzerine,  olası ki artık akıllarını kullanmayı öğrenmiş, belki bu nedenle silah kullanmayı da  unutmuş olduklarından, batıya, Anadolu’ya akmışlardır. Önemli bir bölümünün, bir kültür merkezi olan Horasan’da doğmuş ve yetişmiş olması, zaman içinde tasavvuf düşüncesi taşıyanların bütününe “Horasaniler” denmesine neden olmuştur.

Ömer Tuncer / 13. Yüzyıl Anadolu Devrimi (Osmanlı’da Karşıdevrim Süreci) Bilim ve Gelecek Kitaplığı, Birinci Baskı Ocak 2017 s.34

ETHEM ARI
İzlemek için
7

Bu yazıyı da okuyabilirsiniz

Çocukluk Çağımız Daha Güzeldi Sadi Geyik

Anı

2 Yorumlar

  1. Bu bilgiler ne yaman bir aymazlık ki ders kitaplarında okutulmuyor. Asıl ihanet buralarda başlıyor. Türklüğe en büyük darbeyi vuranlar başat liderler olarak okutuluyor. Kuru kuru Osmanlı ile övünmek kime ne kazandırıyor? Halktan kopuk yaşamın simgesi olan saraylardan başka ne kalmış Osmanlı’dan? Hangi ulus kendisine ihanet edenleri baş tacı yapar?

    0
  2. NURETTİN ŞENOL

    Saygın arkadaşım, Anadolu’ya göçüp gelmiş, genelde Horasani olan Türk geleneksel yaşam biçimi ve dinsel inanç biçimleri ile uygulamalarına, dış baskılarla, etkilerle ve Arap milliyetçiliğinin öteki adı ümmetçilik etkisiyle çok yönlü değiştirme, dönüştürme baskıları altında kalan Türk boylarının Anadolu’daki tarihine bir ışık tutan özet derlemen çok yerinde bir araştırmadır bence.
    Anadolu’da yerleşmeye ve yaşamaya alışma aşamasında, yaşam biçimlerine ilk baskı Selçuklu Sultanı Giyaseddin Keyhüsrev döneminde başlamış. Ondan sonra işgal gücü Moğol baskıları ve kıyımları yanında ulusal olmayan etkilerle Selçuklu ve Osmanlı döneminde Türkler dışlanmış, horlanmış, devlet yönetiminden uzak tutulmuşlar. Bu dönemi kaynaklar göstererek anlattığın için kutluyorum değerli arkadaşım.
    Bu belgesel önemdeki derlemeyi belgeliğime aldım.

    3

Bir yanıt yazın