Babaevine Dönüş Ortak Öykümüz (2)

Uzun zamandır köyüme geri dönme düşüncem artık gerçekleşecek gibi görünüyor. 40 yıl boyunca hanımı ve çocukları buna hazırlıyordum, yani İstanbul’a gelişimizin ilk gününden beri. Çocuklar büyüdü, okudu, kendilerine göre yollarını çizdiler, hanımla ben yaşlandık sayılır. Köyüm hep gözümde tüttü.

Şehir hayatının sıkıntısını zaman içinde gördükçe ellerimizdeki imkanların hiç bir işe yaramadığını ve insanlığımızın nasıl kaybolduğunu anlayan eşim de;

-Şehirde yeteri kadar zaman kaybettik, emekli olduk, artık insan gibi yaşama, başkasının buyruğundan kurtulma zamanımız geldi. Bundan sonra sadece düşlerimizi yaşayıp, uçurtmalarımızı özgürce uçurabilelim, orada ufak ta olsa bir şeyler üretebilelim, komşuluğu ve insanlığı yaşamaya çalışalım, kimsenin emrinde yaşamayalım, kendimizi nasıl olsa orada da doyururuz. Zamanla öğrenir, geçinmenin yolunu buluruz, hiç değilse ileride çocuklarımıza, torunlarımıza toplumun çizdiği yolu değil de, kendi düşlerini gerçekleştirebilecekleri bir yer bırakırız. Anne baba olarak kaybettiğimiz yaşamın nimetlerini belki geri alamayız ama kalan ömrümüzde, çocuklarımız ve torunlarımız için değişik bir gelecek çizebiliriz. Eşim de bu düşüncede olunca, başarmak duygusu bizim için açık bir yol haline geldi. Gemileri yakıp köye dönmek için bir engel kalmadı.

Ancak senede iki ay kalabildiğim babaevine dönebileceğim sonunda, geriye İstanbul’a dönme zorunluluğu olmadan… Bizimle gönüllü dönen küçük oğlanın gelmesine de çok sevindim, toprakla uğraşma da, sebze, meyve yetiştirmede, ne kadar acemi de olsa, bana ve annesine çok yardımcı olacağını düşünüyorum.

Uzun süre büyük şehirlerde yaşayanlar insan kalabalığına, araçların karmaşasına, kuyruklarda beklemeye, kısaca şehrin her türlü mihnetine karşı bir alışkanlık geliştiriyorlar. Bir tür öz savunma bu aslında. Ama zamanla yaşam biçimine dönüşüp uyuşturucu bağımlılığına benzer bir etki yaratıyor. Bedenimizi sıkı sıkıya saran zincirlerden kurtulmak hemen hemen olanaksızlaşıyor. İşte biz bu zincirleri kırıyoruz. Umarım yeni yaşantımızdaki yoksunluk krizlerimizin yerine, doğanın ve yalın yaşamanın yeni doyumlarını koyabiliriz.

Küçük oğlum bilgisayar mühendisi olduğu için yazılımla uğraşıyor, yani bilgisayar programcısı .İlk önce köydeki internet durumunu araştırdı. İnternet erişiminde bir sıkıntı olmadığını öğrenince büyük bir sevinç istekle bizimle gelmek istedi. Şehrin bunaltıcı havasından bıkmış ,doğaya özlemini giderirken istediği programcılığı kafasını dağıtmadan sakin bir ortamda yapacağını düşüncesindeydi. Büyük heves ile bilgisayarını topladı özenle kutularına yerleştirdi. Sadece kullandığı laptopu çantasına koymak kalmıştı. Onun için tüm hazırlıklar bitmiş yola çıkmaya hazırdı.

Bizim buralarda baba ocağını tüttürmek özlemini de gerçekleştirmiş olacağım bunu yaparken… Rahmetli annemle babam bunu isterlerdi eminim. Köyüme dönünce çocukluk arkadaşlarımın da benim yaptığım gibi baba ocağına döndüklerini görmek beni çok sevindirdi. Özlemler, beklentilerimiz hep aynıydı. Hepimiz unumuzu elemiş, eleğimizi duvara asmış, hayatımızın bu yaşlarında, dinginlik ve huzur ortamını arıyorduk. Dönüşümle beraber şöyle bir etrafımı gözlemlediğimde şuna şahit oldum ki, doğup büyüdüğüm topraklar eskisi gibi değildi.

Şehirde bırakıp geldiğimi düşündüğüm soğuk ve mesafeli ilişkileri burda da hissetmeye başlamıştım. O sıcacık, samimi ilişkilerin yerine, geldiğim şehirdeki ilişkilere benzerlerini yaşıyordum. İyi ki birkaç akrabam ve çocukluk arkadaşlarım vardı. Zaten anne babamın yokluğu hep içimde yaşayan bir sızıydı.

Doğayı özlemiştik tertemiz oksijen dolu nefes almayı… Evi oturulacak hale getirmeye çalışırken, elimizden geldiğince doğallığını bozmamaya çalıştık. Kapının girişine karışık otlarla çiçeklerle yaptığımız “hoşgeldiniz” güzelliğimizi bile astık.
Yaşayanlar uzak durmaya çalışsalar da, biz sabah kahvaltılarına davetle başladık komşuluk ve dostluğu yeniden canlandırma çalışmalarına. Biz davet ettik onlardan beklemeden kahve içmeye.
Çekinerek geldikleri kahve sohbetinden, kahkahalarla anlattığımız çocukluk anılarımızın keyifli halleriyle gittiler evlerine. Yeniden bir araya gelme dilekleriyle…

Bahçemizi düzenledik toprak kokusunu içimize çekerek, sebzeler ektik. Bir kaç tane de meyve ağacı. Sabah uyanınca ilk işimiz onların büyümelerini izlemek sulamak çok keyifliydi.
Bahçemizin bir köşesine kümes ve köpek kulübesi yapma fikri iyi geldi. Çalışmalar yardım alarak başladı. Oğlum gücüyle spor yapar gibi bize yardıma koşuyordu. Çok da mutlu oluyordu terleyip enerji kazanınca…

Yıllardır özlemini çektiğim memlekete dönme hayalimi gerçekleştirdiğim için içten içe çok mutluydum. Evimiz yol üstündeydi. Her gelip geçen sesleniyor ve vakti varsa sohbet ediyorduk. Dağlardan, ağaçlardan, anılarımızdan bahsetmek öyle iyi geliyordu ki…. Kendimi burda gençleşmiş hissediyor ve bu enerjimizle karı koca, aslında küçücük ama bizim için dünyalar kadar büyük bahçemize aklımıza ne gelirse ekip dikmeye çalışıyorduk. Bu harika bir duyguydu bizim için. Yoldan her geçen, şunu da dikin, bunu da aşılayın, diye bize fikirler veriyordu. Artık yeni hayatımıza yavaş yavaş alışıyorduk. Küçük oğlumuz da ilk zamanlar biraz sızlansa da, oda kendine göre arkadaşlar edinmişti çevremizde.

Babamdan kalma köye yakın yerde üç dönüm bir arazimiz olduğunu biliyordum ama bakımsızdı, içinde bir şey dikili değildi. Doğrusu yerini de bulamam şu anda…
Çaya kahveye gelen yeni komşularımıza bahsettim bu araziden. Muhtara soralım, o bilir, dediler.
Muhtarı bulduk. Muhtar biraz gönülsüz de olsa gittik. Vay beee, her tarafta komşu bahçelerde kiraz ağaçları olduğuna göre, “biz de kiraz dikelim bari” dedim. Muhtar yüzüme baktı, burnunu kıvırdı, küçümser bir ifadeyle “siz mi kiraz yetiştireceksiniz” dedi.
Biz herkesle iyi geçinmek için kararlıyız. Evet muhtar, burası ata toprağımız, sizlerin yardımıyla niye olmasın, dedim. Eve döndük, muhtarı çay için eve davet ettim. Biraz nazlansa da geldi, sonunda.
“Hanım demle çayları, babamın yerini buldum kiraz dikiyoruz kiraz. Muhtar da yardımcı olacak.

Çaylarımızı içerken oğlum odasından çıkıp sohbete katıldı. Kiraz ağacı fikrini pek beğenmese de, muhtara karşı beni destekledi. Muhtar gittikten sonra yanıma gelip önce araziyi toprağı Tarım ve Hayvancılık bakanlığına gönderip analiz raporu doğrultusunda hangi ağacı dikersek uygun olur, öğrenmemiz söyledi. Nasılsa acelemiz yoktu. Söylediği aklıma yattı. Bölge Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğü ile iletişime geçerek gerekli toprağı analizi için gönderdik.

Muhtar yardımcı olamayacağını söyleyince, yıldırım çarpmış gibi titredim.Heyecanla neden, diye sordum. Muhtar;kiraz dikmeyi düşündüğünüz arazinizin olduğu sahada altın madeni varmış. Araziniz kamulaştırılacak alan içinde. Şu anda ÇED raporu hazırlanıyormuş, dedi. Beni ikinci kez yıldırım çarptı.

İşte burada da karşıma doğa düşmanları çıkmıştı. İstanbul’da az çekmemiştim bunlardan. Evime yakın bir yerde, deprem için ayrılan boş alanı, yüklenici bir firma ucuza kapamış, apartman yapmak için çalışmalara girişmişti bile. Çok az kişiyle engel olmak için uğraşmıştık ama apartmanın dikilmesine engel olamamıştık. Günlerce üzülmüş, oradan geçmemek, görmemek için hep yolumu değiştirmiştim. İşte şimdi de değişen bir şey yoktu. Burada da, az kişinin, çok para kazanması için doğa delik deşik edilecekti. İş makineleri gelecek, toprak siyanürle zehirlenecek, zaten az sayıda yapılan sebze ve meyveleri yedikçe, vücudumuzda zehirler birikecek, kansere davetiye çıkaracaktık. Doğa ile başbaşa olayım diye büyük kentten kaçmıştım ama şimdi yine bir doğayı korumak, kendi toprağımı korumak için savaşım vermeliydim. Köylüyü bilinçlendirecektim. Gece gündüz nöbette kalmalıydık, bu sefer pes etmeyecektim, kararlıydım. Muhtarı da kendi yanıma çekmek için çok uğraşacaktım anlaşılan.

Benim oğlan bu fikre dört elle sarıldı. Şehirden kaçıp dingin bir yaşama kavuşma düşümüz gözlerimizin önünde parçalanıyordu.

– Ben hemen bir internet sitesi hazırlarım. Direnişimizi tüm Türkiye’ye duyururuz. Çevreci gençleri örgütleriz. Köyümüze kamp kurarız. Maden şirketine geri adım attırız.

– Hoop, hopp. Biraz ağır ol bakalım. Ben buraya halk kahramanı olmaya gelmedim. Tüm istediğimiz biraz huzurdu.

– Tamam babacığım. Senin hiç bir şeye karışmana gerek yok ki.

Aslında ben de ilk duyduğumda isyan etmiş, kafamda oyun planımı bile kurmuştum. Oğlanın söyledikleri de çok mantıklıydı ama baba yüreği işte. Oğlan işin içine girince onun için endişelendim, birden. Hay şu üç dönümlük baba toprağını sormaz olaydım. Şimdi ben bu çocuğu bu işe bulaştırmadan nasıl uzaklaştıracağım. Eşim bu konuda ne olumlu, ne olumsuz bir görüş öne sürdü. Sessizliğini korudu. Oğlansa sürekli yeni düşünceler ve direniş planları ile geliyordu karşıma.

Tövbe yarabbim, araştırmaz olaydım şu araziyi… Aşağısı sakal yukarısı bıyık hesabı. Muhtarı ziyaret ettim. “Kimse yokken başbaşa görüşelim şu işi, sen nereden, kimden, ne zaman öğrendin altın muhabbetini” dedim.
-Ya işte, komşu köyden birisi dediydi.
-Kalk o kişiye gidiyoruz.

Muhtar ipe un sermeye başladı, bunun altından birşey çıkacak ya, bakalım.
Akşam evde üçümüz morali bozuk konuşuyorduk.
-Burada altın maltın yok bence, çünkü her taraf cennet gibi meyve bahçeleri ile dolu. Bu insanlar art niyetli, dışarıdan kimse gelmesin istiyorlar. Bizi yıldırıp araziyi sattıracaklar, köye yazlıkçıların gelmesini istemiyorlar bence. Hadi üzülmeyin, içelim birer çay daha.

İçime bir umut doğdu, sabah ola hayrola. Bu akşam keyifli uyuyacağım.

Keyifle uyudum, horoz sesleri, koyun,kuzu melemeleri arasında keyifle uyandım ama keyfim uzun sürmedi. Ne kadar inanmasam da bu altın işinden kulağıma kar suyu kaçmıştı,bir kere. Muhtardan sağlıklı bilgi elde edemiyeceğimi de anlamıştım. Köyde okul olsa,öğretmene danışırdım ama köyde eğitim taşımalı sistemle yapılıyordu. Cami imamı aklıma geldi. Az konuşmuşluğum olsa da alışılagelen din adamı tipinden farklıydı. Aydın, bilime, bilimselliğe önem veren biri gibi görünüyordu. Köydeki çocuklara yazları mandolin,flüt çalmasını öğrettiğini duymuştum. Yeni bir umutla kalktım.

Heyecandan yerimde duramıyordum. Kahvaltı bile yapmadan, köyün imamıyla konuşmak için evden çıktım. Eşim, hayrola ne oluyor sana, diye arkamdan bağırıyordu.
İmamı bulduğumda caminin camlarını siliyordu. Benim heyecanımın farkına varmış olmalı ki, işini bırakıp yanıma geldi. Ona altın madeni işinin aslı,astarı olup olmadığını, nefes nefese sordum.
-Ben de öyle bir şeyler duydum. Altın madeni karşıdaki ormanlık dağ sırtlarındaymış. Altını çıkarmak için çok geniş alan gerekiyormuş, köyümüzün sınırları içine kadar genişleyecekmiş.

Malum siyanür havuzları,personelin kalacağı evler filan derken köyümüze kadar dayanacakmış.

-Köydekiler bu durumdan haberdar mı, diye sordum.
-Haberleri var ama çok üstünde durmuyorlar, köyümüze yakın değilmiş aldatmacasıyla avunuyorlar,  yanıtını verdi.

İmamdan aldatmaca sözcüğünü duyunca,onun da altın madenine karşı olduğunu anlamıştım. Ona altın madenine karşı olduğumuzu ve direneceğimizden ve direniş planlarımızdan
söz ettim.
İmam;
-Köy halkını da bu direniş içine katmazsanız,onların da desteğini almazsanız zor, dedi.
-Ne yapmamız gerekir, diye sorduğumda;
-Anneniz, babanız için evinizde bir mevlit okutun. Bütün köy halkını çağırın, mevlitten sonra ben doğa ve doğanın korunması için dua edeceğim. Köy halkını uyandırmaya buradan başlayabiliriz, dedi.

Ama önce nereden başlayacağımıza dair bir plan yapmalıydık. Bulunduğumuz bölgede altın olup olmadığını, bu işin uzmanları vasıtasıyla öğrenmeliydik.Gerçekten altın olduğu ortaya çıkarsa ata ocağımıza sahip çıkmalıydık. Bunca yıl mürekkep yalamış birileri olarak, en az topraklarımıza sahip olmak isteyenlere karşı çıkacak kadar mücadeleci, bilinçli, ortak çıkar ve haklarımızı koruyabilecek bilinçte olduğumuzu ortaya koymalıydık.

Mevlit çağrımıza bütün köy halkı gelmişti diyebilirim. Cami İmamı sesi ve tilaveti çok güzeldi.Herkes okunan Kuran-ı Kerim ayetlerini ve Mevlidi huşu içinde dinlemişti. Cami İmamı bu dünya boyutundan ayrılan cümle kullarıyla birlikte annem ve babam içinde af ve rahmet dilemişti. En son doğa ve korunması duasına başlamıştı.

“Allah insanı ve içinde yarattığı doğayı birbirine uygun yaratmıştır. Doğadan nefes alır,doğadan su içer,doğadan beslenir, doğada huzur buluruz.
Allah’ın yarattığı bu uygunluğun korunması, Allah’ın yasasıdır,bu yasaya uymadığımızda göreceğimiz cezalar Allah’ın bu yasasında mevcuttur. Bu yasayı değiştirecek Allah’tan başka güç yoktur. Allah kullarına zulüm etmez, yasalarına uymadığımızda biz kullar kendi kendimize zülüm etmiş oluruz.
Allahım bize doğayı koruyacak bilgiye, bilince, vicdana ulaştır, güç ver.”

Duayı dinleyenler olarak duygulanmıştık. Bu ne güzel bir din adamıydı. 

Mevlitten sonra, üniversiteyi bitirmiş ancak iş bulamamış oğlumu bir heyecan fırtınası sarmış, adeta coşmuştu. Onun bu coşkusu gençliğine çok yakışıyordu.
Oğlumun bu işe karışmasından dolayı duyduğum korkularım tam geçmemişti. O ise, doğayla ilgili sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği yapmalıyız, gibi bir çok öneriler getiriyordu.

Bizim baba evinin önünde küçücük bir bahçemiz vardı. Orada az da olsa bir şeyler yetiştirecek, belki üç beş tavuk alacaktım. Kış için turşularımızı basacak, salçalarımızı kaynatacak, odun biriktirecektik. Oysa şimdi daha biz köylü olamadan köylünün önüne düşecek, biz gelene kadar kendi davasını hiç sahiplenmemiş köylülere öncülük edecek, üstelik bunun için başımıza olmadık dertler alacaktık. Üstelik bu memlekette dört şey olmayacaksın derdi, bir arkadaşım. Kadın, genç, hayvan, ağaç.

Ailemi nasıl bir maceraya sürüklemek üzere olduğumu düşündüm. Ya oğlumun başına bir şey gelirse kendimi affedebilecek miydim? Altı üstü üç dönüm toprak? Oğlum, toprakla mı büyüdün? Sana mı kaldı bu işler? Korkularım kaybolmuş değildi. Tersine artarak sürüyor, beni huzursuz ediyordu. Bizim aile çay içerken konuşur. Akşam çayında başından beri hiç görüş bildirmeyen, hep susan eşim konuştu. Bu konuşma bir kırılma noktası oldu, bizim için.

Eşim de düşüncesini açıklayıp, sonuna kadar savaşmamız gerektiğini söyleyince aile olarak sonuna kadar gitmeye karar vermiştik.

O akşam ailece neler yapabileceğimizi konuştuk. Oğlan, en iyi bildiği şeyi devreye sokacaktı; sosyal medyayı. Bu durumdan tüm arkadaşlarını haberdar edecek, zincirleme tüm gençler altın çıkarma işini öğrenecekti. Yaşasın Z kuşağı! Tabii internetlerine kısıntı gelmezse… Gerçi ben, bu sorunu da çözeceklerine inanıyordum. Belki de dönüşümlü olarak, belli aralıklarla köye gelerek bize destek olacaklardı. Eşim, köy kadınlarına elinden geldiğince bilgi verecekti. Düşünülen, belki de yapılacak bu işin ne kadar zararlı olduğunu, sadece bizi değil torunlarımıza bile olumsuz etkilerini anlatacaktı, onları çaya, böreğe çağırdığı zamanlarda. Etkili konuşmaları kadınların tehlikeyi görmelerini sağlayacaktı, bundan emindim. Kadınlar inanırsa yolun yarısını başarmış sayılırdık. Ben de boş durmayacaktım, toprak çalışmalarından arta kalan zamanlarda, köyün tek kahvesine gidip, yavaştan harekete geçecektim. Biliyordum ki, birden konuya girsem ters tepki yapacaktı. Onlarla birlik olduğumu, onların iyiliğini düşündüğümü göstermeliydim. Okey, tavla oynayarak başladım önce. Hatta içmediğim halde, sigara paketi taşıyarak, onlara sunmaya başladım. Aramızda bir sıcaklık başlasındı, hele.

Ben kahvede toprağın değerini onu korumamızın gelecek kuşaklar için gerekli olduğunu anlatırken, eşim de kadınlarla konuşuyordu. Çok güzel köy gözlemesi yapmışlar toplanıp kahveye geldiler. Hep birlikte çaylarımızı içerken, gözlemeleri yerken, kadınlar “Yarın altın arama bölgesine gidiyoruz. Gençler de geliyor çadırlar kuracağız. Onlar başlamadan bizim olan toprağımızı biz sahiplenelim. Hem de birlikten kuvvet doğar. Arazinin etrafını da çevirelim. Herkes gelebilecek akrabalarını da çağırsın, çadırlar herkese yeter. Çevreci ekipler hemen kurarlar. Söz konusu toprağı korumaksa” dediler.

Bizler de onayladık. Sabah haberleşmenin etkisiyle herkes arama yapılacak arazide toplandı. Radyosunu alan yatağını pikesini yiyeceğini alan toplanıyordu alana.
El birliği ile çadırlar kuruluyor. Küçük bir yaşam alanı kuruluyordu.
Muhtar da çoğunluğa söz dinletememişti. İmam, dualar edelim kardeşlerim, altın değerinde toprağımız bizim olsun, diyor; çoğunluğa uyum sağlıyordu şimdilik.
Oğlum resimler çekiyor sosyal medyada paylaşıyordu. Haber hızla yayılıyordu…

Benimse, kafamda dolaşan başka tilkiler de vardı. Karşı tarafla karşılaşmadan önce tüm kamuoyunu etkileyecek düşünceleri dile getirecek; dövizler, pankartlar, özlü ifadeleri dile getirecek iri harflerle yazılmış karton levhalar hazırlamalıydık. Etkileme amaçlı bu araçlarda:

“İnsan sağlığı tonlarca altından daha değerlidir.”

“Ne bizim ve neslimizin zehirlenmesini istemiyoruz.”

“Ranta hayır”

“Hiç doymayan insanoğlu gözüne konan bir avuç toprakla doyar.”

“Bu topraklar çocuklarımıza bırakacağımız bir emanettir.”

“Allahın taze bir gül gibi bıraktığı doğayı küle döndürtmeyeceğiz”

“Ölsek de yolumuzdan dönmeyeceğiz.”

ifadeleri bulunsun istiyordum. En kısa zamanda oluşturulacak bir “Karar Alma ve Uygulama Komisyonunda” daha başka hususlar görüşülür, uygulanacak kararlar alınabilirdi.

Ama yıllardır doğayla dost olarak yaşayan toprağı ana bilmiş ata bilmiş insanlarla bu komisyonları kurmak zordu.

Topraktı tüm yasaları, ekip biçiyor, ekmeklerini topraktan kazanıyorlardı. Yıllardır insan büyütüp, bilim öğrensin diye kent yaşamına göndermişlerdi. Şimdi onların toprak anayı koruyup kollama zamanıydı. En temel bilgi ekmeği bize kazandıran toprağımıza vefâydı.

Kimseler biz izin vermedikçe, toprağımıza dokunamaz. O toprakların kazandırdığı ekmekle büyüttüğümüz çocuklarımız kursun komisyonları gerekeni anlatsınlar. Biz altın maden istemiyoruz. Doğa ana gibi üretim saygı sevgi vefâ duygularını kaybetmek istemiyoruz. Hem yalandır maden yoktur. Çok güzel başaklar büyür o arazi de ekelim de görün derler toprağın sahipleri. Onlar gelmeden ekelim toprağa tohumları hiç boş bırakmayalım.

Geldiklerinde yemyeşil tarlalarla meyve bahçeleriyle karşılaşsınlar. Dokundurmayız emeğimiz var diyelim. Elele tutuşup toprak anamıza sahip çıkalım. İmam “yeşile kıymak günahtır son nefesiniz de bile fidan dikin sevaptır” hadislerini anlatsın gelen altın maden düşkünlerine. Muhtar ekilen arazilerimiz bizimdir izin vermiyoruz desin temsilcimiz olarak.

Yıllardır kent yaşamının yorgunluğundan toprağa doğaya ulaşmanın güzelliği ve huzuru en temel haklarımıza sahip çıkmamızı yeniden hatırlatmıştı bize.
Dayan toprak ana herkes değerini anlayıncaya kadar, çalışacağız.
Şimdi kısıtlı zamanda ellerindeki ata tohumlarını terkedildikleri yerden çıkarma ve toprakla buluşturma zamanıydı.
Herkes evlerin depolarına inmeye tohumlar bulmaya başladı…

Köyün kahvesinde geç saatlere kadar sürdürdüğümüz ikna çabalarından yorgun düşmüş muhtarla birlikte konuşa konuşa eve dönüyorduk. Anlaşılan çalışmalarımız çok yeterli olmuyordu. Yeni açılımlar bulmak zorundaydık. Neler yapabileceğimize dair düşüncelerimizi paylaşıyorduk. Derken muhtar bir yerde kendi evine giden sapaktan ayrıldı. Ben köyün karanlık sokaklarından evime doğru yollandım. Daha eve varamadan biraz ilerimdeki sapağın ağzında ay ışığında gördüm karaltılarını. Üç ya da dört kişiydiler. Öyle bir yerde duruyorlardı ki, geri dönme şansım kalmamıştı. Yavaş yavaş yürüyerek kucaklarına düştüm. Aslında çıkarlarına dokunduğumuz şirketlerin bir şeyler yapabileceğinden kuşkuluydum ama bu kadar erken beklemiyordum. Adamlar hiç konuşmadan işlerini yapmaya başladılar. Karanlıkta üzerime gelişigüzel inen sopa darbelerinden korunmak için kapanırken bir yandan da sesimin yettiğince bağırıyordum. Ne kadar sakınsam da kötü darbeler de alıyordum. Bağırışlarıma evlerin ışıkları birer birer yanmaya başladı. Bir kaç dış kapının açılma sesini duyunca adamlar acele ile sokağın köşesindeki arazi tipi koyu renkli arabalarına doğru hareketlendiler. Tam ucuz atlattığımı düşünürken son bir darbe sol koluma indi. Kendi kemiğimin kırılma sesini duydum. Ani bastıran çok şiddetli acıdan kendimden geçmişim..

Bu durumumu kime yakınacaktım ki? Dayak yediğimle, kolumun kırılmasıyla kalacaktım. Çok çabuk harekete geçmişlerdi. Anlaşılan korktukları, acele etmeleri gereken sakladıkları bir şey vardı. Belki, gerçekten altın maltın yoktu, belki HES yapılacak, belki Nükleer Araştırma Merkezi kurulacak, belki de gözlerden ırak diye gizli işler yapılacak büyük bir konak yapılacaktı. Tabii sonuç değişmeyecekti, olan verimli topraklara, gözü, beyni kapalı insanlara olacaktı. Sonra da bunlar bize Allahtan geldi diyeceklerdi. Kolumun kırılması, biraz daha ayrıntılı düşünmeme yol açmıştı. Önce buraya kesinlikle neler yapılacağını bulmamız gerekiyordu. Bu bilgiyi nereden bulabilirdim acaba?

Köye kolum alçıda dönmüştüm. Eşim daha sakin karşılasa da oğlum gençliğin verdiği heyecanla yerinde duramıyor, adeta köpürüyordu. Kol kırığı en sonunda öyle ya da böyle iyileşir. Ancak bu olayın en büyük yararı karşımızdaki gücü hafife alamayacağımızı ve örgütlü olmazsak sinek gibi ezileceğimizi anlamamız oldu. Evimiz konuklarla dolup taşıyor, daha önce soğuk davranan köylülerimiz bile destek ziyareti yapıyordu. Artık daha fazlaydık. Ama bu kalabalığı güce dönüştürecek tek şey örgütlenmek olacaktı. Olayın üstünden bir gün geçmeden direniş komitemizi kurmuştuk bile. Jandarma’da verdiğimiz ifadeler, yakınma dilekçeleri hiçbir işe yaramayacak, yediğim dayak “faili meçhul” olarak kalacaktı. Üçüncü gün evimize olayları duyan çevreci iki genç avukat da geldi. Artık yalnız değildik. Ulusal basından da olaya ilgi vardı. Artık fitil ateşlenmişti. Geriye dönüş yoktu. Uğradığım saldırı beni korkutup sindirmek yerine cesaretlendirmişti. Artık kolum alçıdayken, kolumun sağlam olduğundan daha güçlü, daha kararlı hissediyordum kendimi. Kimsenin yalnız gezmemesi için aramızda karar aldık. Avukatlar da işin hukuksal boyutunu araştırmaya başlayacaklardı.

Kol kıracak kadar öldüresiye saldıran insanları mutlaka yönlendiren bir güç var ama kim? Belli ki bunlarda ne insan ne de doğa sevgisi var. Unutmayalım ki bunlar “suyu baştan” tutarlar. Yani ellerinde maden arama ruhsatı varsa ya da yeni çıkarmaya çalışıyorlarsa, ilçe belediyelerine yardım yaparlar.

Şimdi bize katılan genç avukat ve çevreciler yardımıyla belediyenin, jandarmanın ve kaymakamlığın bu konudaki bilgilerine ve durdukları yeri öğrenmemiz lazım. Çünkü ciddi, güçlü şirketlerin adam dövdürmekle  uğraşacağını sanmıyorum.

Oğlumuzun kanı kaynıyor, biraz daha sakin olmasını diliyorum.

Neye karşı topraklarımızı savunacağımızı bilmemiz için buralarda ne yapılacağını muhakkak bilmemiz gerekiyordu.Belleğimde kalan bilgilere bir bölgede o bölgede yaşayanlara,bölgenin doğal yapısına,su kaynaklarına zarar verecek bir tesis kurulacaksa orada oturanların, ilgili kamu kuruluşlarının, tesis kuracak firma sahiplerinin Çevre İl Müdürlüğü koordinatörlüğünde yapılacak bir toplantıda buluşmaları; kamu kuruluşlarınca hazırlanacak “Çevresel Etki Değerlendirmesi-ÇED” raporunu değerlendirmeleri gerekiyordu. Raporun bu yerde tesis kurulmasını uygun bulması halinde tesis kurulabiliyordu. Ancak yargı yolu açıktı. Tesisin inşaası için yargıda da tesisin kurulmasının hukuka uygun bulunması gerekiyordu.

O halde havada dolaşan çeşitli rivayetlere kulak asmadan konuyu kaynağından araştırmalıydık. Direniş komitemizden iki kişi İl Çevre Müdürlüğüne giderek bölgemizde çevreye zararı olabilecek altın arama, nükleer santral, HES, maden ocağı, termik santral, çimento fabrikası  gibi bir tesis kuruluşu için müracaat olup olmadığını yazılı olarak sordu. Müdürlükçe kendilerine verilen yazılı cevapta böyle bir müracaat olmadığı bildirildi.

Araştırmalarımızı bıkmadan sürdürüyorduk. Bu sefer de bölgemizin, inşaat sektörü için ham diye yutulacak bir lokma olabileceği üzerinde durduk. Bu konuda İnşaat Mühendisleri Odasının yardımıyla ildeki belli başlı müteahhitleri dolaştık. Durumu anlattık. Konuyla ilgili bilgilerini rica ettik. Arayan mevlasını da, belasını da bulurmuş. Edindiğimiz bilgiye göre Türkiye’nin önde gelen 3 büyük şirketi bünyelerinde bulunan inşaat şirketlerinin katılımıyla bir konsorsiyum oluşturmuştu. Bu konsorsiyum vasıtasıyla bölgede her birinin 3 dönümlük bahçesi bulunan 2000 adet lüks villa inşa edilecek; bunun için 10 000 dönüm arazi her türlü yol denenerek sahiplerinin elinden alınacaktı. Demek ki turpun büyüğü heybedeymiş. Zorlu mücadelemiz yeni başlıyordu.

Bu arazi bilgileri 10 dönümlük tarla ve evimizde doğa ile başbaşa yaşama isteğimizi çok farklı bir boyuta taşıyordu. 10.000 dönüm arazi sahipleri hep gitmişlerdi. Bu arazinin bir kısmı da belki mera alanıydı. Gerçek sahipleri terkedip gitmiş birçoğu ölmüş geride kalan miras sahipleri de bu yaşamı belki de unutmuştu. Yani müteahhitlerin işi kolay görünüyordu. Edindiğimiz teknik bilgiler proje iyice umutsuzluğa sürüklüyordu bizi. Bir kaç tarlayı ekili alan gösterme fikri de değerini yitirmişti. Ya tüm toprak sahipleri birleşerek kendimiz köy-kent evler ve ekilen meyve bahçeleri yaparak, projelerini bozacaktık. Ya da savaşacaktık. Çadırlar kurarak, gençlerle araziyi savunarak, maden aramasını engelleme etkinliğinden çıkmıştı durum. Al yap sat ekipleriyle yeni bir mücadele planı şarttı. Yarısından fazlasının terkedildiği köyümüz de bu mücadele nasıl verilecekti. Uykularımız kaçıyor birlikte hareket edebilmek için çareler arıyorduk… Kolumun ağrısı biraz azalınca, köyümüzün bağlı olduğu ilçenin belediyesine gitmeye karar verdik. Ağzı laf yapan bir kaç kişiyle gidecektik. Fazla kalabalık olursa ters tepki olabilirdi. İlçe Belediye Başkanı, bir kaç senedir görev yapan genç biriydi. Ama kısa zamanda belediyenin borcunu ödemiş, çalışanlarına iyi davranan, onlara haklarını veren dürüst bir insandı. Daha İstanbul’dan izlemiştim çalışmalarını. Yanına girmek zor olmadı, işinin çokluğundan derdimizi hemen anlattık. O da zaten olayları yakinen izliyormuş. Bizim kimseye verdiğimiz bir izin yok. Ben Büyükşehir Belediye Başkanına kendim giderek anlattım durumu, ondan haber bekliyorum, olumlu ya da olumsuz bir haber aldığımda, ne yapacağımıza karar vereceğiz. Sizden de yardım bekliyorum. Aklımda yapılacak bir kaç çözüm var. Şimdi köyünüze dönebilirsiniz, benden haber alana kadar aksi bir şey yapmayın dedi. Sanki içim biraz ferahlamıştı, gençlere güveniyordum ben.

İlk gençler grubumuz gelmiş, çadırlarını kurmuş, ortalık şenlenmişti. Köylüler uzun saçlı, küpeli oğlanlara, burunları halkalı kızlara uzaylılarla karşılaşmış gibi bakıyor, çocukları gruba yaklaşmamaları için uyarıyordu. Ama çocukların onlara kulak astığı yoktu. Gençler hemen örgütlendiler. Kimseye gereksinmeleri yoktu. Açık havada geçici bir resim atölyesi oluşturup köy çocukları ile boyama yapmaya, bir gitar ve bir ritim kutusu ile köy çocuklarına şarkılar öğretmeye başladılar. Kamp ateşleri sürekli yanıyordu ve köylülerden bir parça ekmek bile istememişlerdi. Çevre İl Müdürlüğü araştırmamıza göre bölgede çevreye zararlı etkileri olabilecek bir tesis kurulmayacaktı.İlçe Belediye başkanımızla yaptığımız görüşmeye göre Belediye tarafından konut inşası için verilmiş bir izin yoktu.Durum Büyükşehir Belediye başkanına iletilmişti.O sonuç bekleniyordu.Şu durumda bekleyip görmekten başka bir çaremiz yoktu.Sanki ilçe Belediye başkanımız sorunun çözümünde etkili olabilecek sihirli bir değnek gibi gelmişti çoğumuza. Aslında maden arama ve toprağımızın zehirlenmesi girişimi olmadığını öğrenince, rahat bir nefes aldık. Köyümüzü betonculara teslim etmemekte kararlıydık. Çevreci gençler ve oluşturdukları aktif enerji hepimize moral olmuştu. Bu gençler görünüşleri yanında beklenmedik becerilere sahiplerdi. Doğa da her koşulda mutlu yaşamayı başarıyorlardı. Sanatın her alanında bilgileri vardı. Özellikle resim yapmak müzik yapmak için bu ortam yeterliydi onlar için. Hepimiz bu atmosferden memnunduk. Sayımız da artıyordu gün geçtikçe. Özellikle kadınlar toprağın ekilmesi işlenmesinden yanaydılar. Böyle araziye beton diktirmeyiz demek sanki daha anlamlı olurdu. Hemde çorak topraklar canlanır doğa kendini korumaya alır diye düşünüyorlardı. Saklı yerlerden Ata tohumları çıkarmışlar gerekli hazırlıkları da yapmışlardı. Çevreci gençlerimiz ata tohumlarını görünce çok mutlu oldular buğday başaklarıyla dolsun toprağımız. Ekmeğimiz emeğimiz olsun kimselere vermeyelim diyorlar söylemler eylemler düzenliyorlardı. Moralimiz düzelmişti. Kocaman bir toprak ana ailesi oluyorduk. Her yaştan katılımlarla. Yıllarca hiç uğramayanlar da medyadan haberleri okuyunca, geliyorlardı. Şimdi şarkılarla türkülerle ekim bayramı yapma zamanıydı. Üzülüp kaosa girmek enerjimizi tüketirdi. Gençler sesleniyordu “enerji zamanı”…

Köylüler aslında sevmişlerdi bu gençleri ama bugüne kadar tanıdıkları insanlara hem davranış hem de kılık kıyafet bakımından benzemeyen gençlere yine de temkinli duruyorlardı. Hem bu gençler hiç bir karşılık beklemeden onların topraklarını, sularını ağaçlarını korumaya neden gelmişlerdi? Buna da tam bir yanıt bulamıyorlardı. Akşamları ateş yakıp bağlama,gitar çalıp şarkılar, türküler söylüyorlar, kimseyi rahatsız edecek bir davranışta bulunmuyorlardı. Ama yine de rahatsız olanlar vardı elbette. Bir akşam jandarma geldi. Kimliklerine baktı gençlerin. Orada ne aradıklarını sordu.Sertce uyarıldı gençler. Köyde bir dedikodu da yayılıyordu günlerdir. Bu arazide maden arayacak olanlar köyün gençlerini işe alacaklardı. Hem de sigortalı. Bu yabancı gençler işi kendileri kapmak için mi gelmişlerdi buraya?Öyle ya onların toprağından, havasından, suyundan bu gençlere neydi ki? Aslında belli bir yaşın ustundekilerde gençlere karşı bir ön yargı da yok değildi. Bu olgun kuşak bir ataya gelince başlarlardı: Biz eskiden böyle miydik? Her gece ya afişe, ya yazılamaya çıkardık. Bazı geceler sabaha kadar tartışmalar yapardık. Altıncı Filoyu denize döktük. Yok arkadaş bu gençler ancak internet başında. Ama bilmiyorlardı ya da biliyorlardı mutlaka da biz eskiden eskiden muhabbetlerini sevdikleri için böyle konuşuyorlardı. Gencler bu iletişim çağında yazılarını duvarlara ama bu sefer kendi sanal alemdeki duvarlarına yapıştırıyor, yazılarını da oraya yazıyor. Işık hızıyla haberleşerek anında toplanabiliyor, imza kampanyalarını yine oradan hem de tüm dünyadan imza toplayarak yapıyorlardı. Bilgiye kolayca ulaşıyor, anında bilgiyi kullanma olanakları buluyorlardi. Enerjileri, hayata daha bir umutla bakışları, kendilerine güvenleriyle, gelecek için güvencelerimiz en değerli varlıklarımızdı. Gençler olmasa asla organize olamaz, teknolojiyi böyle verimli kullanamazdık .Daha da açıkçası bu çadırlarda bile kalamazdık. Kolay mı bu dizlerle eğilip doğrulamak, yerde yatıp kalkabilmek.

Yeniden yeşili koruma ve doğayı yaşatma projesiyle gençleri de aldık Çevre bakanlığı ve İlçe belediyesi ve Büyükşehir belediyelerine dilekçelerimizi verdik. Artık birlikte hareket edecektik. İzin lehimize çıkarsa, etkinliğimiz gerçeğe dönüşecek, betonlaşmaya izin vermeyecektik. Oğlum evrak takibini yapıyor yanıtını hızla bize ulaştırmak için çabalıyordu. Ayrıca yemyeşil bir doğa yaşanabilir bir projenin de yazılımını projesini bitirmek üzereydi. Karanlık, yıldızlardan alacaktı aydınlığını. Gençlerle başaracaktık bu toprağa ihanetin engelini. Umutlarımız vardı dürüstlük kazanırdı her zaman, güneş bizden yanaysa, aydınlanacaktı karanlıklar, canlanacaktı doğa ve ağaçlar… Kitle olarak betonlaşmaya tepkimiz ve doğaya olan sevgimiz olumlu sonuçlarını vermeye başlamıştı.

Bölgemize yapılacak büyük kapsamlı betonlaşma projesi ilçe Belediye Meclisi ve Büyükşehir Belediye Meclislerinde görüşülüp oybirliğine yakın bir çoğunlukla reddedilmişti.Her iki.kuruluşta kabul edilen red sebebi ; “Varsılın mutluluğu için yoksulun üzüntü çekmesinin vicdanları yaralamasıydı” Artık yeşil çevre ve doğayı geliştirme aşamasına geçmeliydik.

Bu karara ikircim içindeki, acaba gençlere bir iş alanı çıkar mı, diye düşünen köylüler bile sevindiler. Kurulu düzenin değişmesi bizi ürkütür. Doğamızın kurtulmasından çok ortalığın dinginleşip eski olağan yaşantılarına dönecek olmalarına seviniyordu, çoğu. Utkumuz bir kutlamayı hak ediyordu. Gençler kamplarının önüne derme çatma bir sahne kurmak için izin istediler. Ama muhtar onlara daha güzel bir fikir verdi. Yan kapakları açılmış iki traktör kasası yan yana çekildi. Şahane bir sahne oldu. Gençler evlerden gelen örtülerle kasanın önden görünen tekerleklerini de görünmez hale getirdiler.

Kutlamalara genç belediye başkanımız da katılacaktı. Belediye görevlileri açık toplantılarda kullandıkları ses düzeni ve amfileri kurdular. Her yönden hazırdık, artık. Kutlama günü her evde ocaklar yakılmış, imece yöntemi ile toplantının yiyecekleri birleştirilmiş masalar boyunca dizilmişti.

Gösteri hazırlıkları tümüyle gençler tarafından hazırlanmıştı. Ne göreceğimiz, ne dinleyeceğimiz konusunda hiç bir fikrimiz yoktu. Derken Belediye Başkanı’mız da geldi. Muhtar, ben ve köyün ileri gelenleri ile, gençlerle tek tek tokalaştı. Ne de olsa siyasetin içinden geliyordu. Davullar, zurnalar çalıyor, ortalıkta bir düğün havası görünüyordu. Evet, bir çeşit düğündü bu. Kurtulan toprakların, bir doğa parçasının sevincinin düğünüydü.

Çok ısrar etmesine karşın Kaymakam’ı çekinmesi yüzünden şenliğimize getiremeyen Belediye Başkanı ilk konuşmayı yaptı. Köylümüzü haklı savaşımında aldığı güzel sonuç için kutlayarak, tutumun beton ve maden tehdidi altındaki tüm insanlarımıza örnek olmasını diledi. Köylülerim başkandan sonra benim de konuşmam için zorladılar. Muhtarımızın konuşmasını istesem de, muhtar da dahil herkes beni sahneye adeta iteleyerek çıkardılar. Hiç hazır değildim. Yaşamım boyunca hiç bir zaman bir topluluk önünde konuşmamıştım. Ne diyeceğimi, söze nereden başlayacağımı bilemedim.

“Değerli arkadaşlarım, Bundan bir süre önce ailemle birlikte baba toprağıma yerleştik. Doğrusu buraya geldikten sonra bile, burada kalıcı olup olamayacağımızı, geri dönüp dönmeyeceğimizi tam bilmiyorduk. Sizlerle birlikte yaşadığımız bu süreçte, topraklarımızı el birliği, güç birliği ile kurtamamız, dayanışmamız yaşamım boyunca unutmayacağımız anılarımızın en değerlileri arasına girdi. Biz kazandık, köy kazandı, doğa kazandı.

Peki, ben ve ailem ne kazandı, diye sorarsanız; yanıtı şu: Biz de bu köyden ve sizden biriyiz, artık. Burada doğmadık ama burada öleceğiz. Hepinize teşekkür ederiz.”

Köyümüz alkıştan yıkılıyordu. Sahneden inerken erkekler bana, kadınlar eşime, gençler oğluma sarılıyor; tam bir kaynaşma yaşanıyordu. İçimden geçeni söylemiştim. Yüreğimin sesi en güzel konuşmadan bile iyi gelmişti. Sonrası da yıllarca anımsayacağımız kadar güzel geçti. Gençler önce küçük bir tiyatro eseri ile başladılar. Oyunda köyün gençleri ve benim oğlum da yer alıyordu. Ne zaman çalıştınız da ne zaman birbirinize bu kadar uydunuz, gençler? Gözlerim dolu dolu olmuştu. Sonrasında şarkılar, türküler söylediler. Zaman zaman eşlik ettik, oynadık, eğlendik. Belediye başkanı eşiyle, ben de eşimle dans ettim. Bir kaç kız çocuğu ve genç de kız kıza dans ettiler.

Daha çok yolumuz var. Ama umutsuz değilim. Bu insanlardaki cevher biraz derinde gömülü olsa da çıkarılmayı bekliyor. Değil mi ki, bu köydeniz; değil mi ki, bu koca savaşı kazandık; her savaşı kazanırız. Yeter ki, inancımız sarsılmasın.

Konuklarımızı uğurladıktan sonra, tatlı bir yorgunluk içinde köyün tek kahvehanesinde kadınlı erkekli oturduk. Yorgunluk çaylarımızı içerken uzun süredir köyümüze uğramayan mutluluğun artık köyümüze yerleştiğini biliyorduk.

Öykümüzü imece ile yazan yazarlarımız;(katılım sırasına göre) 

Nurcan Yüksel Öçal, Hüseyin Sert, Kadriye Alaca, Tülay Demir, Mehmet Sönmez, Serap Işık, Sadi Geyik, Şefika Keskin, M. Serdar Köker, Ayşe Yılmaz

3

Bu yazıyı da okuyabilirsiniz

Çocukluk Çağımız Daha Güzeldi Sadi Geyik

Anı

Bir cevap yazın