Nazilli Öğretmen Okulu ikinci sınıfındayım. Haziran başları, sene sonuna az kalmış; herkes memleket özlemi içinde. Bir an önce okulun tatile girmesini bekliyoruz. Tam bu sırada okul yönetiminden çağırdılar beni. Gittim. Lütfü Selek öğretmenim durumu açıkladı. Kuşadası’na çadır kampına götürülecekmişiz. Bir an önce memleketimize gidip; hem ailemizi görüp izin alacak, hem de eşyalarımızı bırakacakmışız. Gelirken de “Şunları, şunları getir” diye tembih etti. Diğer arkadaşlardan önce gönderdiler bizi.
Bindim İzmir’den gelen Magırus marka otobüse. Denizli’ye vardığımda; garaja yakın geniş bir arsada, tek göz kulübede oturan ve çevre sağlığı memuru olarak çalışan Sadi abimi de görüp öyle gitmek istedim Bekilli’ye. Mukavvadan yapılmış, elbise ve kitap dolu kırmızı renkli bavulumu taşımakta zorlandım. Bahçe kapısından içeri girdiğimde mavi boyalı kulübenin kapısı önündeki çeşmenin yanında anamı plastik leğende çamaşır yıkarken gördüm. Şaşırdım. O da beni görünce şaşırdı: “Hayrola ana, sen niye buradasın?” Moralsiz ve düşük sesle yanıt verdi: “Baban hastalandı. İçeride yatıyor. Merak etme, iyileşecekmiş. Sen niye erken geldin?” Anlatım durumu. Duruladı elini, birlikte içeriye girdik.
Loş bir odada divanda yatıyor canım babam. Koluna serum bağlanmış. Doğrulmaya çalıştı, beceremedi. Sitem etti anneme: “Niye söyledin gızanlara? Derslerinden geri kalacaklar.” Garip anam bir çırpıda anlatıverdi durumu: “Valla ben kimseye bir şey demedim. Okuldan erken göndermişler. Kampa mı ne götüreceklermiş, bizden izin almaya gelmiş. Aha sor kendine.“ Başımla onayladım anamın dediklerini. “Sen bu haldeyken ben kampa gitmekten vazgeçtim baba.” dedim. Babam hemen itiraz etti, emreder gibi bir sesle: “Olmaz öyle şey. Ben iyiyim. Sen gelinceye kadar da kadar ayağa kalkarım. Hemen Bekilli’ye git. Zamanı gelince dönersin okuluna, kampına gidersin.” Israrım fayda etmedi. Vedalaştık. Aklım karışık, garaja yöneldim.
Hemen hemen bir hafta sonrası Nazilli’de olacağız. Bu ara babamın Ankara’daki bir hastaneye kaldırıldığı ve “İyiye gidiyormuş” -pek de inanamadığım- haberi geldi. Çare yok, bekleyeceğiz.
Kampa gidiş zamanı geldi, toplandı arkadaşlar. Okuldaki diğer öğrencilerin kimisi memleketlerine gitmiş, kimisi yaz çalışması için okulda kalmışlar. Ertesi günü Nazilli Belediyesi’nden temin edilen bir otobüse bindirilerek kamp için Kuşadası’na götürüldük. Yolda kendi kendime düşünüyordum. “Niçin ben, niçin biz bu kampa götürülüyorduk? Orada ne yapacaktık?“ Pek bir şey bilmiyordum. Yalnızca Ortaklar ve Isparta Gönen öğretmen okullarından da öğrencilerin geleceği ve on gün kadar çadırlarda kamp yapacağımızı duymuştum.
Kuşadası Kadınlar Plajı’nın az ötesindeki İmbat Oteli’ne yakın çamlık ile deniz arasındaki boşluğa, beyaz çadırların kurulduğu kampa öğleden sonra ulaştık. Diğer okuldan gelenlerle düz bir alanda sıra halinde toplandık. Kamp müdürü kampın amacı, çalışmalardaki görevlerimiz ve uymamız gereken kurallar hakkında geniş açıklamalar yaptı. Başımızda öğretmenler müzikçi Lütfü Bey ile resimci Fahri Bey bu açıklamalar doğrultusunda bizleri onar kişilik oba denilen guruplara ayırdılar. Gösterilen çadırlara yerleştik. Obamızın adını Arı olarak belirledik. Arkadaşlar beni de obabaşı seçtiler. Denizlili Gültekin, Yatağanlı Mesut, Aksekili Niyazi, Fethiyeli Şenol ve Aydın ve diğerleriyle iyi bir ekip oluşturduk. Aramızda görev paylaşımı yaptık.
Her sabah bütün obalar jüriyi oluşturan öğretmenler tarafından denetleniyor. Çadırın içi ve dışı temizlik ve düzenlilik bakımında incelenip puan veriliyor. Sonra 10-15 oba meydana çağrılarak ilk üçe girenler açıklanıyor. Bizim gibi Karınca, Aslan, Güneş, Lale, Gül gibi isimler alan obalar sonuçları merakla bekliyorlar. İlk üç açıklandıktan sonra birinci gelen obanın elemanları orta yere çağrılıyor. Onlar da adlarına uygun bir ses veya hareketle başarılarını kutluyorlar. Öğünmek gibi olmasın ikinci olduğumuz gün dışında hep biz çıktık orta yere. Omuzlarımızda kollarımızı birleştirerek halka oluşturup yere eğilerek arı gibi vızıldıyorduk. Doğrusu başarımızdan gurur duyuyor dolayısıyla arı gibi vızıldamak çok hoşumuza gidiyordu. Okulumuzu iyi temsil ediyorduk yani. Eee, kolay değildi hep birinci olmak. Denizden ıslak ince deniz kumu taşıyıp Arı adımızı her gün farklı güzellikte yazıyorduk. Çadırların etrafını, göze hoş gelecek şekilde beyaz taşlarla ve dolgun yapraklı arsız çiçeklerle süslemiştik. Yataklarımız ve pikeler düzenliydi. Her taraf tertemiz. Hatta son gün öğretmenler bizim ranza altındaki bavullarımızın içini de denetlemiş ve hepsinin derli toplu olduğunu görmüşlerdi. (İyi ki bir gün önce ben arkadaşlardan bavulları da düzenlememizi rica etmiştim. O güne dek bavul içleri curcuna idi. Kirli çoraplar, çamaşırlar ve diğerleri karma karışıktı.) “Aferin, hak etmişsiniz her gün birinci olmayı.” demişlerdi de biz ve öğretmenlerimiz gururlanmıştık.
Adam yokluğundan ilk kez bir spor takımında resmen görev aldım. Okullar arası futbol turnuvasında kaptanımız Mesut, yedi kişilik takıma -hatta forvete- beni de seçmişti. Ortakları 7-0 yenen Gönenliler ile karşılaşacaktık. İyi direnmiş ve 1-0 yenilmemizi başarı görüp teselli bulmuştuk. Sağdan kaleye çektiğim bir şutun arkadaşlarca alkışlanması oldukça hoşuma gitmiş, bana güven kazandırmıştı. Zamanla kamptan uzaklaşıp sığ bir koyda denize girerdik. Ben yüzme bilmiyordum. İlk yüzme derslerimi arkadaşlarımdan almıştım. Bizler öğretmenler ile söyleşerek gelip giderken bazı arkadaşlar gruptan ayrılır önden hızlı adımlarla uzaklaşırlardı. Meğer amaçları çam dipleri veya kayalıkların kuytu yerlerinde öpüşen kokuşan çiftleri gözetlemekmiş. Vay keratalar vay! Bir keresinde de Aksekili Niyazi kampın sırtını verdiği çamlıkta bir ağacın tepesinde nöbet tutarken az ötedeki ağaçların altında bir kadın ile genç kızını mayolarını giyerken gördüğünü, hatta kızın annesi ile ağız dalaşı yaptıklarını ballandıra ballandıra anlatması bizleri güldürmüştü.
Hepimiz için güzel bir tatil olmuştu ama aklım babamdaydı. Yüzüm gülse de içim yanıyordu. Korkuyordum.
Kamp sonrası Bekilli’ye geldim. Ankara’dan seyrek haber alabiliyoruz. Herkes umutla bekliyor babamın dönmesini. Bir gün sabahın köründe sokaktaki gediğimizin önünde, steyşin açık yeşil renkli bir otomobil durdu. Sevinçle evdeki halam ve Fatma yengeme: “Babam geldiii!” diye bağırarak var gücümle koştum sokağa. Aman Allahım, o ne? Arabanın arkasında bir tabut uzanıyor. Şok oldum. Arabadan inen anama abime bir şey demeden döndüm geriye. Aklım çok karışık. Evimizin arkasına geçtim, bir bağın dibine çömeldim. Kabullenmedim babamın ölümünü. Hüngür hüngür ağlıyorum. Peşimden gelen yakınlarım, komşular benden endişeli. Teselli veren yatıştırıcı sözler söylemeye çalışıyorlar; duymuyorum, duymak da istemiyorum. Kovdum hepsini, ısrarımı görünce hepsi çekildiler. Bir yandan ağlıyor, bir yandan bundan sonra ne yapabilirim diye düşünüyordum. Bir sene sonra iki oğlunun da öğretmen olacağını düşünerek parasal sıkıntısının gideceği umudunu taşıyan canım babam, Uzunçalı mevkiisindeki tarlamızda orakla ekin biçen komşularına: “Vurun orakları ekine kadınlar. Seneye de ben paralara orak çalacağım.” demiş. Ne yazık ki o günleri göremeyecek artık. Bizim güvencemiz, sığındığımız liman gitti. Kahrolmuş, yaşam direncimi yitirmiştim.
Omcanın dibinde ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Toparlanmaya çalıştım. Cenazeye gelen kalabalığı yararak eski evdeki odalardan birine girdim. Yine kimseyi yanıma yaklaştırmıyordum. Öğretmen okulundaki Din Dersi öğretmenimiz Ömer Bey’den geçerli not alma umuduyla aldığım “Yavrularımıza Din Dersi” adlı kitaptan, “Cenaze namazı nasıl kılınır?” bölümünü okuyarak bilgilerimi tazeledim. Babamın cenaze namazında hata yapmak istemiyordum.
Gerisi malum. Cenaze eve getirildi. Gerekli işlemler sonrası, tabut eller üzerinde önce çarşıdaki musalla taşına ve cenaze namazı kılımı sonrası da mezarlığa taşındı. Saygın kişiliği ile sevilen ve bugün dahi hala “Kaşif Amca” diye anılan babamın cenazesi, o güne dek gördüğüm en kalabalık cenaze idi.
1971 yaz dönemi güzel bir tatille başladı ama ne yazık ki benim için acı bir sonla bitti. Çok sonraları babamın evraklarını karıştırırken evrakları arasında ispirtolu teksir makinesi ile çoğaltılan sarı renkli kâğıttaki yazılanlar dikkatimi çekti. Okuldan babama gönderilen ve bana ait olan bir takdirname yazısı… Demek onun için beni kampa göndermişler diye düşündüm.
Sevgili babamı ve anamı bir kez daha özlemle ve saygı ile anıyorum. Mekânları cennet olsun.
Fuat Keyik
Arkadaşlar ilginiz ve yorumlarınız için teşekkür ederim.
Fuat öğretmenim unutulmaz değerde anınızı, güzel anlatımınız ile sayfamıza aktarmışsınız, teşekkür eder kutlarım.
Yaş aldıkça, yıllar geçtikçe geçmişte yaşanmış sevinçler biraz geride kalırken acılar daha öne çıkıyor ve hatırlanmaya devam ediyor. Sizinki hem başarı ve gururu hem de ailevi büyük kaybın, acının öyküsü olmuş. Ana babanıza rahmet ve saygı ile; yazılarınızın devamını beklerim.
Çok acı bir anı. Baba gitti mi evin direği de gidiyor. Hiç bir şey eskisi gibi olmuyor. Mekanları cennet olsun.
Mekânları cennet olsun.
İlginiz için teşekkür ederim.
Acı bir anı… Işıklarda olsunlar 🙏