Son yıllarda mevki makam, yönetim gibi örgütlü yapıları kullanarak uzun yıllar, bazen bir ömür iktidarda kalabilmek uğruna akıl almaz düzenbazlıklar ve oyunlarla devam edenlerin sayısında önemli bir artış görülmeye başlandı. Bunlardan biri ve sanırım en maharetlisi, uzun yıllardır – aralıksız yirmi sekiz yıl- rakipsiz yönettiği TAŞKALE adındaki küçük kentin belediye başkanıydı.
Başkanın uzun süren yönetiminden kısa bir kesiti, hatta topu topu üç beş saatlik bir karşılaşma anını size dört yıl önce anlatmalıydım, ama her defasında bir engel çıktı. Bazen de, aman bee, diyordum kendi kendime. Başkandan kime ne? Meclis, seçim, takım elbise vs. ile aklı başında insanların canını sıkmaya değer mi, diye düşünüyordum. Ama şimdi kararımı değiştirdim ve onu size anlatacağım. Herkesin bilmesini istiyorum. Biraz sıkıcı olacak, çünkü burada ne sırça köşkün masalı ne romantiğin düşü ne de beyaz atlı prensini bekleyen kızcağızın gözyaşları var. Dünya değişti artık.
Başkan görünüşte dost, gerçekte ise kötü, zalim biriydi. Düşman yaratmayı, düşman olmayı becerebiliyordu. Çelimsiz boynuna ağır gelen kafasının duruşundan, bakışlarından, sararmış yüzünden sinsilik damlıyordu. Evi barkı, işi vardı; aç, susuz da değildi; hatta gereğinden fazla doyuruluyordu. Onun sorunu tatminsizlikti ve bu duygunun esiri haline gelmişti. Tatminsizlik aklın ötesinde bir şeydir.
Şimdi siz kalkıp bu gerçeği bihaber birine söyleseniz, muhtemelen size inanmayacaktır. “ Böyle şey olmaz,” der. “Doymuş biri zaten doymuştur. Neden tatminsizlik yaşasın ki…” Ama böyle değil işte… Size böyle biri hakkında birkaç söz söylemem gerekirse şunu derim: Adamın tarlası, bağı bahçesi, bankası, hanları sarayları, on tane muhasebecinin bir haftada ancak sayabileceği kadar parası var, ama yine de “ Yetmez, daha çok isterim,” diye oraya buraya el uzatır, kıvranır durur… Böyle adamlar her yerde var. Evimizde, sokağımızda, bizden biri gibi yakın ya da uzak yaşarlar.
Başkan öyle açgözlüydü ki, galiba bu özelliği genlerinden geliyordu. Daha önemlisi bu yönünü seviyor, heyecan duyuyordu. Vaktinin büyük bölümünü ötekini berikini aldatmaya ayırırdı. Rüyaları bile tuzak kurmak, yeni oyunlar yaratmak üzerineydi. Sürekli gözetlerdi: Kim ne konuşur, nasıl yaşar, nasıl bakar, ne yer ne içer der, insanları izlerdi. Paranın kokusunu almakta üstüne yoktu.
Yukarıda size anlattığım birkaç özellik, başkanın sahip olduklarının sadece bir kısmıydı ve gelecekte de bunlar hep olacaktır. Kandırma ve aldatma hep olacaktır. Bunu üstüne basa basa söylüyorum ki, ilgi duyanlar için uyarı olsun.
Başkanın ilginç bir özelliği daha vardı: Dolaşmayı seviyordu. Dağda, bayırda, ırmak kıyısında, şehir ya da köy neresi olursa olsun dolaşır dururdu.
Temmuz ayında bir gün, güneşin tam tepede olduğu saatlerde makam odasından çıktı, yalnız başına şehirden on kilometre uzaktaki vadide bulunan eski bir tapınağın önüne kadar geldi. Bu tapınak terk edilmiş eski bir ayin yeriydi. Üzerinden yüzyıllar geçmesine rağmen, küçük çaplı döküntüler dışında hala ayaktaydı. Başkan sık sık buraya gelir, uzun süre kalırdı. Kimi zaman düşünür, kimi zaman dua ederdi. Kiminde de sessizce içini dökerdi. Eski ayin yerinin kalıntılarına bakar, meraklı gözlerle incelerdi. Sağda solda boy veren birkaç bodur çalıya, duvar diplerinde biten sararmış otlara, ötede beride gezinen birkaç serçe ve bir iki tane alacakargaya uzun uzun bakardı. Öylesine derin bir ilgi ve sessizlik içinde bakıyordu ki bir şey duymuyor, hissetmiyor gibiydi. Bu durum her defasında bu şekilde devam edip gidiyordu. Ne kimseyi gördüğü vardı ne de birileri onu görüyordu. Ama bugün nedense yıllardan beri sürüp gelen tılsım bozuldu birden. Biraz sonra öteden bir ses:
-Ne güzel! dedi. Bugün önemli bir gün olsa gerek.
Vadinin ortasında, yalnızlık içinde tuhaf, kalın bir ses duyan başkan şaşırdı. Dönüp baktı, ama sesin geldiği noktayı iyi seçemedi. Çünkü güneş ufku parlak ışığa boğmuştu. Dahası eğer gölgesiz, çorak bir vadide bulunuyorsanız, ellerinizi gözlerinize siper edip bakmak zorundasınız. Başkan da böyle yaptı. Hem ellerini gözlerine siper etti hem de gözlerini kısarak baktı. Uzun uzun baktı. Sonra:
-İyi günler, dedi. Sen de kimsin?
-İyi günler, dedi karşıdaki ve devam etti. Ben kim miyim? Herhangi biri diyelim. Ya da herkes veya hiç kimseyim…
Başkan ürkekleşti. Tahmin edersiniz ki böylesine gizli, örtülü sözler hepimizde derin şaşkınlıklara ve korkulara neden olur.
Devamla:
-Bakışların ateş gibi. Gözlerin alev saçıyor.
-Bu iyi işte, dedi karşıdaki. Böyleyse eğer bana ateş bakışlı diyebilirsin.
Beyaz renk ince kumaştan takım elbisesi içindeki başkan, uçsuz bucaksız irkilme yaşamaya başladı. Dili tutulmuş, beti benzi atmıştı. Karşısındakine dikilen bakışları uzun süre öylece takılıp kaldı. Kendini toparlayınca:
-Ateş bakışlı mı, dedi büyümüş gözlerle… Ateş bakışlı ne demek?
-Ateş Bakışlı, ateş gibi alev saçan demektir. Sizi donuk bir cennetten, cefakar bir yaşamın kollarına atan adam var ya!… İşte o benim.
-Ya! dedi başkan. Yani şu ateşten yaratılan… Yani demek istiyorsun ki…
– Evet evet…
-Yani şu… demeye dilim varmıyor. Deccal! Yani sen o musun?
-Evet, ta kendisiyim.
Başkan dondu kaldı öylece, hayal ve gerçeği karıştırdı. Burası daha önceleri defalarca geldiği tapınak mıydı değil miydi, diye kısa süre tereddüt etti. Kendi kendine, Çok garip, dedi. Şu ıssız vadide böylesine muamma biriyle karşılaşmak ne olsa gerek?
Bakışlarını ufka dikerek düşünmesini sürdürdü: Acaba kimi güçler ya da hasımlarım tarafından? Yoksa sağlığım mı bozuldu, serap mı görüyorum?
Uzun süre karmaşık duygular içinde Deccal’e baktı. Sonra:
– İyi ama burası ıssız bir vadi. Senin gemilerde, bulutlarda veya meclislerde olman gerekmiyor mu?
Yetişme tarzını kapalı gelenekler ve inanışlar içinde geçirmiş biri, giz dolu birine rastlayınca birden, çocukluğundan getirdiği sihirli bilgilerle onu anlamaya yönelir. Gerçekten böyle biri gerçek mi, değil mi, işin bu yönüyle ilgilenmez. Bildiği tek şey var: Öte dünyadan gelmiş biri… Bir melek… Böyle olunca da Deccal’den korkmaya başladı.
-Her yerde, her an olabilirim. Bu da soru mu, diye karşılık verdi Deccal.
Sonra Başkan oracıkta bir taşın üzerine oturup dikkatle baktı. Karşısında onu ciddi ciddi süzen biri vardı, ama bu hakkında bin bir öykü anlatılana benzemiyordu. Ne tuhaf görünüyordu ne de hilkat garibesiydi.
Bu arada Deccal de yürüdü, başkanın yanına kadar geldi. Üzerinde gri renkte, ışıkta parlayan elbise, beyaz gömlek ve yakasına iliştirdiği ateş kırmızısı fular vardı. Gayet alımlı görünüyordu. Başkan onu yeniden korku dolu bakışlarla tepeden tırnağa inceledi ve konuştu:
-Sen benim zihnimdeki Deccal’e benzemiyorsun ama…
Deccal onun ne demek istediğini hemen anladı. Hayatı boyunca bir sürü önemli kişiyle ilişkisi olmuş, gezmiş, görmüştü. Her kesimden insan arasında yıllar geçirmişti. Deneyimli aklı, karşısındakine nasıl cevap vereceğini biliyordu.
– Evet, dedi. Zihnindeki imajım ressamların uydurmasıydı. Ressamların ve peygamberlerin hayal gücü sınır tanımıyor. Öyle şeyler resmediyorlar ki, inanmamak mümkün değil… Gördüğün gibi ben de senin gibiyim.
-Evet görüyorum.
Devamla:
-Evet, görüyorum diye tekrarladı. Ve gördüğüm kadarıyla sen bu halinle güçlü biri olamazsın. Eğer enikonu hepsi buysan, ne kimseyi kandırabilirsin ne de tuzak kurabilirsin, dedi.
-Ohoo, dedi Deccal. Görünüşüme aldanma. Ben ki sizi cennetten çıkardım, kaskatı yalan dünyanın içine attım. Bundan daha üstün güç var mı?
Başkan bir şey demedi. Israrla bakmaya devam etti ve kendi kendine, “Ne tuhaf oluyor şu ressamlar ve peygamberler,” dedi. “Ne kan çanağı gözler, ne uzun kirli tel sakallar… Olmayanı olmuş gibi gösterip insanı şaşırtmayı nasıl başarıyorlar,” diye söylendi. Böylece biraz önce Deccal ’in peygamberler ve ressamlar hakkında söylediklerini onaylamış oldu.
-Peki, sen ne arıyorsun burada, diye sordu Deccal. İşin nedir?
-Ben başkanım, dedi başkan. Ve işim oldukça etkilidir. Şehirde hayatı düzenlerim, kurallar koyarım. Mesela bir imza ile bütün ahaliye, bütün günü sokakta geçirtebilirim. Ya da tam tersi bütün gün evlerinde hapsettirebilirim.
-Ya, dedi Deccal. Demek bu kadar güçlüsün?
-Evet, dedi başkan. Güç böyle bir şey…
-Nasıl?
-Ahaliyi disipline etmenize yarıyor.
-Peki, neden bunu yapıyorsun?
– Başıboş bırakmak olmaz.
Başkan disiplinden söz ettiği sırada, etli, kalın sarkık dudakları kibirle açılıp kapandı. Öteye beriye tükürükler saçıldı. Bakışları değişti, sinsi, kurnazlık dolu hal aldı. Deccal bu görüntüden hoşlanmadı ve onun nasıl biri olabileceğini gözlerinin önüne getirmeye çalıştı. Kâğıtlar, imzalar, güç, disiplin vs. neyin nesiydi, nasıl bir şeydi ki başkanı kendinden geçiriyor, gücüne güç katabiliyordu.
-Anlamak için tekrar soruyorum. Bağışla ama imza, kâğıt, güç, disiplin… Bütün bunlar neden?
-Bu nasıl soru, diye cevapladı başkan küçümser bir ifadeyle. Halkı zapt etmenin başka bir yolu var mı? Yönetmek her şeyden önce güce dayanır. Sen kalkıp da insanlara, “Herkes düşüncesinden, davranış ve eyleminden serbesttir.” dersen ne olur?
– Kargaşa çıkar, her şey karışır, dedi ve düşündü. ”Başkan bu tür sözler ettiğine göre, demek ki ihtiyacı var. Sanırım bu şekilde davranmakla bir yönetim sanatı ortaya çıkarıyor.”
Belki de haklıydı. Çünkü dünyanın herhangi bir noktasında, nerede olursa olsun, üstünde insanın yaşadığı her yerde, bir bekçi, bir yöneten gerekiyor ve bu iş, tüccarın, bezirgânın, bilimcinin işinden daha önemliydi. Hele sarhoşların naralarından daha önemlidir. En azından disiplin denilince herkes boynunu eğiyor, bağırıp çağırmadan evine kaçabiliyor. Ama yararlı mı, zararlı mı bilemiyorum. Buna siz karar verin.
Deccal ağzını açtı, gözlerini kıstı, söyleyecek ciddi bir şey bulamayınca, sadece:
– İlginç, dedi.
-Dünyada o kadar ilginç şey var ki… Sözgelimi benim işime bir çeşit infaz da diyebiliriz, diye karşılık verdi başkan.
Bu kasvetli, karanlık cevapla Deccal irkildi. Şimdi irkilme sırası kendindeydi. Ne garip değil mi? Deccal ki gemiler batırıyor, fırtınalar yaratıyor, insanı doğru yoldan çıkarıyor, ama asla şu karşısındaki gibi tepeden tırnağa zalim olamamıştı. Huzursuz bir sesle:
-Anlamadım, dedi.
-Anlamayacak bir şey yok,” infaz” dedim. Biraz belirsiz gibi görünse de, bunu size en iyi açıklayacak benim yine de. Binlerce yıldır infaz vardır. Yine binlerce yıldır insanlar açık ya da gizli, infazdan korkarlar. Yönetenle yönetilen arasında her zaman bir savaş vardır ve bu savaşta, günün birinde ne yapacağı belli olmayan bir güruha karşı infaz aygıtını canlı tutmak önemlidir. Bir başkan binlerce korumaya sahip olsa bile yine de tehlike içindedir. “Rakiplerimi asla hafife almamalıyım,” diye düşünmelidir.
-Yine anlamadım.
-Demem şu ki, şahıs bir ömür boyu, günün her anında beni duyar ve hissedebilirse, hatta uyarılarımı kalbinde oluşan çarpıntılarla fark edebilirse, beka diye bir sorunum olmayacaktır.
Deccal’in kafası karıştı. Dehşet bir yöneticiyle karşı karşıyaydı. Bir yığın acayip şey söylüyordu ve böyle biriyle birlikte olmak, ateşte olmaktan pek farksız değildi.
Başkan devam etti:
-Düzeni güvence altına almak, inanç, yaşam tarzı hatta aile kayıtlarına dahi bakıcı olmak zorundayım. Kimi zaman aksilikler çıkar ama sonuçta mutlak kazanan ben olurum.
Herhangi biri kafasına açgözlülüğü ve adaletsizliği koyunca, her şeyi, herkesi yok saymaktan sakınca görmez.
Size bir örnek vermem gerekirse: Dünyanın en kanlı, yıkıcı hükümdarlarından biri, daha dokuz yaşındayken, fazladan bir dilim ekmek yiyebilmek uğruna kardeşini öldürmüştü. Evet, yanlış duymadınız, sırf bir dilim ekmek için cinayet işlemişti ve bu cinayet ona devasa bir imparatorluğun kapılarını açmıştı. Birlik oluşturmak, herkesi tek bayrak altında toplama işine önce kardeşinden başladı. Sonra komşusuna, sonra köyüne, sonra kabilesine, kabilelere, komşu şehirlere, ülkelere, ne varsa hepsine garip bir açgözlülükle boyun eğdirdi; yakıp yıktı, kesip biçti. Bir uçtan diğer uca ezdi geçti. Kitapları bile sulara, sellere verdi. Ayak bastığı yerlerde ot dahi bitmedi. İşin feci yanı, her katliamdan sonra adına efsaneler söylendi, menkıbeler yazıldı. Kimi avucunda kan pıhtısıyla doğduğunu anlattı, kimi Tanrının kılıcı, kimi adaletin ve hakkın mimarı dedi. O kadar takdir edildi ki bir gün, tutsak ettiği şehrin meydanına topladığı kalabalığa, “ Ben Allahın size gönderdiği cezayım. Eğer günah işlemeseydiniz benim gibi bir ceza gönderilmezdi,” dediği zaman alkış tufanı kopmuş, yer yerinden oynamıştı. Olacak iş değildi, ama olmuştu işte… Daha önemlisi ilk gün işlenen cinayeti meşru görmeye başladıklarında, sonrasındaki her cinayeti meşru ve haklı sayabiliyorlardı… Herkesi tek bayrak altında toplamak ne demek? O zamanlar moda olan bu iş, bugün de biraz biraz var ama bereket versin ki şimdilerde aklı başında birkaç kişi çıkıp şunu söyleyebiliyor. “ Siz ne yapıyorsunuz efendiler. Dünya değişti artık. Eğer kuzey kutbunda yaşayanla, güney kutbunda yaşayanı sırf ihtiraslarınız için tek renge boyarsanız, bu akıllıca olmaz. .. Hepimiz ayrı ayrı renkte görünebiliriz, ama aynıyız …”
Oturduğu yerde bacak bacak üstüne atıp, şaşkınlık içinde başkanı dinleyen Deccal, bir süre hayatının o ana kadarki öyküsünü düşündü. Cennetten kovuluşunu, Adem ile Hava’ya yasak meyveyi yedirişini, yöntem ve becerilerini gözlerinin önüne getirdi. Sonra konuştu:
– Daha başka becerilerin var mı?
-Evet, diye devam etti başkan. Açlık susuzluk, işsiz kalma, evsiz barksız vs. Beynin kıvrımlarına iğne gibi batarım. Bir kere iğnelemeye başlayınca, çelik iradeler bile gevşemeye başlar.
İnsan güç oyunlarına başlayınca sınır tanımıyor. Başkan da yönetmekten söz edince tamamen gücün zehirli kibriyle her şeyi söyleyebiliyordu. Yönettiklerinden, onların zayıflıklarından, şehirde yaşayan binlerce insanın dünyalarından söz eder ve kendini hem önemli görür hem de ne kadar üstün olduğuna inandırırdı. Ama siz inanmayın başkana. Başkanlar üçü, altı gibi gösterip abartabiliyorlar.
Deccal şaşkın ve “Bu kadar da olmaz…” denilebilecek yüz ifadesiyle başkana baktı. Ardından:
-İtiraf etmeliyim ki bu konuda üstüne yoktur, dedi. Çok müsrifsin.
-Ama böyle olmak gerekiyor.
-Anladım. İzniniz olursa bir şey daha sormak istiyorum!
-Sor!
-Kamuoyu desteğiniz var mı?
-Kamuoyunu umursamayız.
-Peki, nasıl devam edebiliyorsunuz?
-Bir kere yalan söyleyen biri, yalanı açığa çıktığında, yeni yalanlarla eski yalanlarını destekler ve böyle devam edip gider.
-İlginç, dedi Deccal ve yeniden bütün dikkatini başkan üzerinde yoğunlaştırdı.. Bir şeyler söylemeli miydi, susmalı mıydı karar veremedi. Sonra, ” Arsıza söz, pişkine yüz dayanmazmış,” denilen eski bir atasözünü hatırladı ve susmayı seçti.
Sıcaklık yakıcı olmaya başlamıştı, ama başkan pek etkilenmiş gözükmüyordu. Çünkü bu iklimde yaşayanlar sıcaklara alışkındılar. Hemen hemen günlerin büyük kısmı güneşliydi ve bütün günler birbirine benzediği için, çorak ve engin vadilerin sıcağı yaşamlarının olmazsa olmazıydı. Yaşam şekillerini, hayallerini güneşe borçluydular. Dışarıdan gelen biri, şu kaskatı sıcakta böylesine dayanıklı yaşama hayret ederdi ve “ Her yer sıcak, güneş kavuruyor. Sert ve acımasız. Acaba buradakilerde düş kurabilme, ötekini anlayabilme yetenekleri gelişmiş mi? “ diye düşünürdü.
Deccal sessizdi. Başkan da böyleydi. Öteye beriye, çorak toprağa, sararmış kavrulmuş otlara baktılar. Böceklerin vızıltısı, sineklerin gürültüsünü dinlediler. Başkan her böceğin sesini ayırmakta ustaydı. Hangisi arı, hangisi ağustosböceği seslerinden tanırdı. Ama bu seslerin önemi yoktu onun için. Çünkü onu etkilemiyorlardı. Çünkü kendinden başka renkleri gördüğü yoktu. Işıltılı ateş böceği, altın renkli serçe, rüzgârla gelen gül, ona bir şey anımsatmıyorlardı. Çünkü vakti yoktu. Yeni şeyler tanımaya, dost edinmeye, kuşlarla konuşmaya gerek duymuyordu.
Bir süre sonra başkan sordu.
-Sen, dedi. Sen Ateş Bakışlı… Neden yalnızsın?
Doğrusu Ateş Bakışlı bu seslenişten epey mutlu oldu. Deccal ünvanı kötülük yüklüydü. Ama Ateş Bakışlı olarak bilinmek dost, sevimli, canlı bir anlam katıyordu hayatına. Bundan böyle bu isimle çağrılmayı diledi başkandan ve cevap verdi.
-Ait olmak benim işim değildir. İtaat etmeyi bıraktığım günden beri yalnızım.
-İtaat etmeyi seçseydin, yerin yurdun, kimin kimseciğin olurdu. Bu iyi değil mi?
-Denizler aşmak, dağlar devirmek, birilerinin yargılarına hapsolmaktan iyidir.
Başkan Ateş Bakışlının sözlerine şaştı. Yargılardan söz eden biri vardı karşısında ve bu düşüncenin gerçekliği adaletin kendisiydi.
– Senin kafamdaki tasavvurun böyle değildi, dedi başkan bir kez daha. Ben seni yoldan saptıran biri olarak bilirdim.
– Arada bir faydalı şeyler de yapmaya çalışıyorum. Şu anda görüyorum ki senin iyi düşüncelere ihtiyacın var.
-Nasıl?
– Çünkü hayatında farklı bir şey yok. Sen insanları yönetiyorsun, insanlar da seni sayıyorlar ve bir şey demiyorlar. Başlarında tutuyorlar. Bu iyi bir şey değil. Tekdüze, tekrarlanan bir hayat… Oysa kendini yargılamaya, insanları tanımaya başlarsan her şey değişecek. Dostların olacak ve onlarla oturup konuşabileceksin. Dertlerini dinler, dertleşirsin. Hem sevinir hem sevindirirsin.. Böylece bütün şehrin mutluluğu artar ve şehrin mutluluğu senin mutluluğun olur. Güzelliğe kimsenin diyeceği olmaz. Çünkü güzelliğin ışığı vardır. Hepimizi, herkesi aydınlatır. Her ne kadar şimdilerde güzellik ve dostluk aramak kimsenin umurunda olmazsa da, yine de vazgeçmemek lazım. Ve bir şey daha: Bir günü ötekinden keyifli hale getirmek istiyorsan, her yeni güne bir demet çiçekle başla.
Başkan, Ateş Bakışlının sözleri üzerinde düşündü mü, düşünecek miydi belli değildi. Ne sordu ne konuştu. Ateş Bakışlı ise bir süre uzun uzun baktı, anlamaya çalıştı ama onun hiçbir şeyi umursamadığınım sezdi. Boş yere konuşmuştu. Başkan, kim ne söylerse söylesin doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü görmek istediği biçimde görmeye devam edecek görünüyordu.
Sonunda Ateş Bakışlı gitmeye karar verdi. Başkanla daha fazla neden çene çalsın ki… Bunun zerre faydası yoktu. Sıcaklığın yaydığı gizemden midir, bilinmez ama onun kayıtsızlığına akıl sır erdiremedi.
-Ben artık gitsem…
-Hayır, dedi başkan. Yarın önemli bir toplantımız var.
-Olmaz, dedi Ateş Bakışlı.
-Hatırım için kal. Yarın Büyük Kafa’nın başkanlık edeceği büyük toplantımız var. Büyük Kafa bu toplantıları gösteriye dönüştürmeyi sever. Belki önemsiz, hatta gülünç gelebilecek şeyler söyleyecektir; genelde inşaat ya da rakibini karalamak üzerine konuşur, ama yine de izleyiciler tarafından alkışlanır. Sen de burada bir konuşma yapabilirsin. Beni ve Büyük Kafa’yı onurlandıracak birkaç söz söyleyebilirsin. Mesela adaletin nasıl kusursuz işlediğini anlat. Gülümse ve teşekkür et.
– Bunu neden yapayım?
– Mutlu olmak istiyorum… Ve mümkünse yüksek sesle konuş. Belki bu tarz karakterine uygun olmayabilir, ama benim için yap lütfen.
-Hayır, dedi Ateş Bakışlı. Seninki netameli bir iş. Beni işlerine bulaştırma.
-Ama düzen böyle yürüyor.
Ateş Bakışlının yüzünde geniş, alaycı bir gülümseme belirdi.
-Demek düzen böyle yürüyor, diye tekrarladı ve oturduğu yerden kalktı, yola koyuldu. Yolda kendi kendine, “ Bazıları doğruluğu, hatta sevgiyi gerçek anlamından çıkarıp kendilerine hizmet edebilecek yalana dönüştürme konusunda yetenekli olabiliyorlar. Başkan da bunlardan biri işte…” diye söylendi.
Yukarıda size anlattığım öyküyü, yaklaşık iki ay sonra yolda karşılaştığım komşuma anlattım. Beni dikkatle dinledi… Her anını, her cümlesini merakla takip etti. İşi vardı, acele etmesi gerekiyordu, ama o olabilecekleri göze alarak beni dinlemeyi sürdürdü.
Öykü bittikten sonra sordu:
-Ateş Bakışlıya ne oldu?
-Gitti, dedim.
-Üzüldüm. Peki başkan?
-Bilmem ki… Belki de hala orada, taşın üzerinde oturmaya devam ediyor.
Derin bir nefes aldı. Kafasını kaldırdı gökyüzüne baktı. Öyle güzel, öyle yakarış dolu önemli bir bakıştı ki, bugün hala anımsıyorum.
Sonra şunu dedi:
-Umarım başkan hala oradadır ve oturduğu taşa yapışıp kalmıştır.
Haydar Uzunyayla
- Eğitimin Geleceği (2) Haydar Uzunyayla (4. Katkı) - 12 Nisan 2022
- Ahmet Hamdi Bey Haydar Uzunyayla - 26 Mart 2022
- Eğitimin Geleceği 1 Haydar Uzunyayla (2. Katkı) - 16 Mart 2022
Emeğinize, kaleminize sağlık. Yazım diliniz çok akıcı…