Öğretmenlikte ilk görev yerim Ordu’nun Ünye İlçesine bağlı Bolluk Köyü Kabakeşir mezrası idi. Yazın mülk sahibinin fındık deposu olarak da kullandığı bir derslik ile minicik öğretmen odası olan incecik duvarlı okulumuzda, müdür Ankaralı Hüseyin Sarı ile birlikte çalışıyoruz. Birden beşe kadar kırkı geçen öğrencilerimize birlikte aynı sınıfta ders veriyoruz. Okulun etrafında yalnızca dört ev var. Bir de okul bahçesine çok yakın küçük bir kulübe bakkal olarak hizmet veriyor. Az ileride kuytu bir çukurda ise genelde cuma günleri ve bayram namazlarında kullanılan ahşap cami var. Herkes evlerini kendi fındık bahçesine yapmış. Öğrencilerimiz birbirilerinden oldukça uzak, tahtadan yapılmış bu tipik Karadeniz evlerinden okulumuza geliyorlar. Hüseyin Bey ile ikimiz, fahri olarak köy imamlığı yapan İbrahim Efendi’nin tahtadan yapılmış; iki oda, bir mutfak ve bir tuvaletten oluşan evinin, girişi farklı bir odasında kalıyoruz.
Bir gün sabahleyin okula gideceğiz. Kapıdan çıkarken imamın hanımı -ismini unuttum- kanatlarından tuttuğu büyükçe siyah bir hindi ve kemik saplı büyük bir bıçak ile önümüze çıkıverdi. “Hocalar, İbram Abiniz, diğer komşu erkeklerle ormana tahtalık ağaç kesmeye gitti. Bu hindiyi biriniz kesiverin de akşama hep birlikte yiyelim.” dedi. Hüseyin öğretmen hemen yan çizip topu bana atarak sıvıştı. “Ben kandan korkarım. Çocukları okula alacağım. Fuat kesiversin.” Ben o zamana dek kuş bile kesmiş değilim. Ne olacak şimdi? O an sakal bıyık durumundaydım. Kesmesem, “Aaa, Ne biçim erkeksiniz siz! Bir hindiyi bile kesemiyorsunuz.” sözünü duyacağımdan eminim. Mecburen isteği yerine getireceğim. Rahmetli anamı kümesimizdeki tavuklardan keserken bi’kaç kez izlemiştim. Ben de öyle yapacağım. Aldım hindiyi elime, az ilerideki çukura yatırdım. Sol ayağımla kanatlarına bastım, sağ ayağımla da ayaklarını kıstırdım. Sol elimle kafasını kıvırarak hafif geriye kanırtıp boynunu öne çıkardım. Sağ elime aldığım bıçağı, başının hemen altından besmele çekerek hızlıca sürdüm. Keskinmiş bıçak ki hindinin başı elimde kalakaldı. Oluk gibi kan fışkırıyor. İşim bitince attım hindinin başını yere. Ayaklarımı çektim, bıraktım elimdeki kanatlarını. Derse geç kalmayayım artık.
Amanın o ne!.. Vay başımıza gelene!.. Bizim hindi ayaklandı. Kanatlarını çırparak sağa sola uçuyor hatta benim üzerime üzerime geliyor. Ben koşuyorum, hindi peşimde. Nereye gitsem o tarafa geliyor başı kesik hindi. Çırpındıkça da boynundan artezyen gibi kan fışkırıyor. İmamın hanımı bir yana, ben bir yana kaçıyoruz. Bizde bet beniz gitti, korkudan tüylerimiz diken diken oldu. Ne yapacağımızı şaşırdık. İkimiz de kesikbaş hindiden yeterince uzaklaştık. Ev sahibinin hanımı: “A hoca ne yaptınnn? Kanı süzülmeden bırakılır mı hiiiç?” diye sitem etti. “Ne bileyim ben. Kafası kesilince öldü sanmıştım.” diye karşılık verdim. Sonunda bi’kaç dakika içinde çırpına çırpına yere düştü zavallı hindicik. Yaptığım işi yüzüme gözüme bulaştırmıştım. Utandım. Hemen okula koştum.
Okulda ve akşam hep birlikte yediğimiz pilav üstü hindi yemeğinde bu komik durumdan söz edip epeyce gülüştük. Daha sonraları kesmek durumunda kaldığım tavuk ve kuzularda böyle acemilik yapmadım ama bir bilen varsa geri durmayı yeğledim.
Fuat Keyik
Kaleminize emeğinize sağlık ???