Beyoğlu’nda Gezersin Seyhan Can

Bestesi Rıza Bey tarafından yapılan “Beyoğlu’nda gezersin, gözlerini süzersin” sözleriyle başlayan mahur makamındaki şarkı dilimde birkaç gündür. Hani takılır ya dilinize, bırakmaz sizi bir türlü… Eh, madem o beni bırakmıyor, ben de takılayım şarkının peşine, dedim. Bakalım beni Beyoğlu’nda nerelere götürecek?

Bazen iş nedeniyle yaptığınız bir yolculuk, bir geziye dönüşebiliyor. Her şey Kanada vizesi için VFS Vize ve Pasaport Bürosu’ndan biyometrik randevusu almamızla başladı. Vize işleri eskiden olduğu gibi değil. İstanbul’a gitmek gerekiyor. Parmak izi de istiyor adamlar, bir de biyometrik fotoğraf çekiyorlar. Aslında VFS’deki işimiz on dakika bile sürmüyor. Madem gideceğiz, o zaman bu yolculuğu daha eğlenceli hâle getirelim, dedik. Öncelikle randevu tarihimizi 14 Şubat’a ayarladık. 14 Şubat’ı da Beyoğlu’na…Çünkü VFS, oraya yakın bir yerde…

Beyoğlu, benim bilmediğim bir yer değil, özellikle İstiklâl Caddesi’ne defalarca gitmişimdir. Fakat yine de fark ettim ki bilmediğim ya da önünden geçip gittiğim hâlde fark etmediğim çok şey var. Çünkü fark etmek için o şehirde yaşamanız gerekmiyor, hatta tam tersi o şehirde uzun süre yaşadığınız hâlde birçok güzelliğin farkında olmayabilirsiniz. İşte bu düşünceyle kendimize bir İstiklâl Caddesi gezisi armağan etmeye karar verdik.

Eminönü’nde deniz otobüsünden indikten sonra Galata Köprüsü’nden Karaköy’e geçtik. Köprü, sabahın mahmurluğunda balık tutuyordu. Çinekop ve istavritler su damacanalarının, köpükten tepsilerin içindeki suda can çekişiyordu. Birinin düğünü diğerinin ölümüydü işte…

İstiklâl’e çıkmak için bu kez Tünel’i değil Kamondo Merdivenleri’ni tercih ettik. Halk arasında “Aşıklar Merdiveni” olarak bilinen bu merdivenler, 1870 – 1880 yıllarında dönemin en önemli bankerlerinden biri olan Kamondo Ailesi tarafından yaptırılmış. Abraham Salomon, bu merdivenleri Avusturya Lisesinde okuyan torunlarının okuldan eve kolay ulaşımı için yaptırmış. Ne dedeler var diye düşünmeden edemiyorsunuz. Şanslı torunlarmış, diye düşünürken bir taraftan da bu torunların nasıl bir hayat hikâyeleri oldu diye merak da ediyorum doğrusu. Hayat da onlara dedeleri gibi güzellikler bağışladı mı acaba?

Merdivenlerin bitimi, Kuledibi zaten. Buraya geldiyseniz birkaç adım sonra Galata Kulesi’ni tüm haşmetiyle göreceksiniz demektir. Ama Galata Kulesi’nden önce Abraham Salomon’un torunlarının da okuduğu St. Georg Avusturya Lisesini göreceksiniz hemen solunuzda. Sağınızda da aynı ismi taşıyan hastane yer alıyor. Avusturya Lisesi, Almanca konuşan Katolik çocuklar için bir ilkokul ve yetimhane olarak 1882’de açılmış. Daha sonra orta ve lise kısımları eklenen okul, 1913’te ilk lise mezunlarını vermiş. 1. Dünya Savaşı sırasında kapatılan okul, Cumhuriyet’in kurulmasından sonra yeniden açılmış. 1938’de Hitler’in Avusturya’ya girmesiyle okul Alman okuluna dönüşüvermiş. Türk- Alman ilişkilerinin bozulması ile ikinci kez kapatılan okul, sonraki yıllarda yine açılmış.

Aynı sokakta Beyoğlu Göz Hastanesi de bulunuyor. Hastanenin hemen karşısında da Bereketzâde Camii yer alıyor. Bu camiyi buraya yazmamın nedeni, İstanbul’un fethinden sonra Pera’da yapılan ilk cami olması. Bereketzâde Camii, Fatih Sultan Mehmet’in Galata’ya vali olarak atadığı Hacı Ali Bereketzâde tarafından 1453 yılında yaptırılmış. Bereketzâde hem vali, hem de Galata Kulesi’nde ezan okuyan bir müezzinmiş.

Vee Galata Kulesi…

Şiirin ve şehrin bekçisi…
Derler ki Galata Kulesi’ne kiminle çıkarsan onunla evlenirmişsin. Eğer o çiftin kaderinde evlilik yoksa kuleye çıkmak nasip olmaz, bir şekilde bir engel çıkarmış. Kule’nin dibinde çıkmak için bekleyen birçok insan vardı. Çoğu da genç âşıklar…Efsaneyi biliyor olmalılar diye geçiyor aklımdan. Bilmeseler de Sevgililer Günü’nde güzel bir etkinlik doğrusu… İstanbul’u Hezarfen Ahmet Çelebi’nin tahta kanatlarıyla Üsküdar’daki Doğancılar Parkı’na yaptığı uçuşun başlangıç noktasından tüm güzelliğiyle seyretmek…

Daha önce bir iki kez çıkmıştık. Bu kez bahçesinde birkaç fotoğraf çekmekle yetindim. Ama bir taraftan da Ümit Yaşar Oğuzcan’ı anmadan geçemem buradan. Çünkü sevgili oğlu Vedat, bu kuleden atladı. On yedi yaşındaydı. Onun Hezarfen gibi tahtadan kanatları yoktu. Ölmek için atlamıştı. Çünkü babası defalarca intihar teşebbüsünde bulunan melankolik bir adamdı. Denir ki Vedat’ın cebinden çıkan notta “Öyle intihar edilmez, böyle edilir.” yazıyordu. Ümit Yaşar Oğuzcan’ın oğlunun ölümünden sonra yazdığı “Galata Kulesi” şiiri, bu kulenin sadece güzelliklere değil acılara, ölümlere de tanıklık ettiğinin en trajik belgesi gibi… İşte o şiirden bir bölüm:

Galata Kulesi
6 Haziran 1973

Pırıl pırıl bir yaz günüydü
Aydınlıktı, güzeldi dünya
Bir adam düştü o gün Galata Kulesi’nden
Kendini bir anda bıraktı boşluğa
Ömrünün baharında
Bütün umutlarıyla birlikte
Paramparça oldu
Bir adam benim oğlumdu…

Galata Kulesi’nin bahçesine dikilen bir levhadan, Jean Jacques Rousseau’nun babasının 1705-1711 yılları arasında saray saatçisi olarak Galata’da yaşadığını öğreniyoruz. Fikirleriyle Fransız Devrimi’ni etkileyen Jean Jacques Rousseau, 1712’de değil de 1711’de doğmuş olsaydı biyografisinde doğum yeri olarak Cenevre değil de İstanbul yazılacaktı. Saray saatçisi iken ne oldu da Isaac Rousseau İstanbul’u bırakıp Cenevre’ye gitti acaba?

Sunay Akın, Galata Kulesi’ni “İstanbul’u kuşatan gökdelenler arasında boyca fakir kalsa da Ceneviz ve Türk mimarisi karışımı kostümüyle Kız Kulesi’nin kültürlü damat adayı” olarak niteler . Bu kültürlü damat adayının Kız Kulesi’ne gönderdiği aşk mektubu , Hezarfen Ahmet Çelebi’dir aslında. Mektup çabuk ulaşsın diye de “uçakla” gönderilmiştir aslında. Şiir Cumhuriyet’inin kayıtlarında bu olay böyle geçer diye de devam ettikten sonra kanıt olarak da Ali Asker Barut’un şiirini sunar:

Karaköy’den kalkan vapurlar bilir
Yıllardır nasıl yangın Galata Kulesi
Kız Kulesi’ne
Hatırlar herkes
Hezarfen Ahmet Çelebi’yi
Az biraz
Çekebilmek için ilgisini Kız Kulesi’nin
Uçurttu o zat-ı muhteremi
Üsküdar’a kadar
Bugünse artık
Görmek için denizi
Sağa sola oynatması gerekecek
Betonarme binaların arasında
Üzgün duran boynunu.

Yavuklusu Kız Kulesi’ni beton binaların arasından, görmeye çalışan kültürlü damat adayı Galata Kulesi’ni şiiri ve şehri beklemeye devam etsin diye arkamızda bırakarak Tünel’e doğru yokuşu tırmanmaya devam ediyoruz. Bu yokuşun adı Galip Dede Caddesi… Galip Dede Caddesi, bizi müzik aletleri satan dükkânların arasında kaybolmuş gibi duran Galata Mevlevihanesi’nin önüne getirip bırakıyor. Sanki yorgunluğumuzu anlayarak biraz burada soluklanın, der gibi…

“Galata Sarayı Enderun Mektebi” yani bugünkü adıyla söylersek Galatasaray Lisesi ile birlikte Beyoğlu’ndaki iki önemli Osmanlı eserinden biri olan Galata Mevlevihanesi, İstanbul’un en eski mevlevihanesi. Her pazar sema gösterilerinin gerçekleştiği Mevlevihane’de Divan edebiyatına ait eserler de sergileniyor. Günlerden pazartesi olduğu için içeriye girmek mümkün değil. Kilitli kapısından içeriye bakmakla yetiniyoruz. Tam karşımızda divan şiirinin son büyük şairi Şeyh Galip’in kabri… Yani bizi buraya ulaştıran caddeye adını veren Şeyh Galip Dede, durun biraz der gibi…

Şeyh Galip Türbesi

Şeyh Galip (1757 -1799)

Şeyh Galip; sanki kısacık bir ömrü olacağını bilirmişçesine hem Divan’ını erkenden tamamlamış, hem de hikemi tarzın temsilcisi Nâbi’nin ünlü “Hayrabad” mesnevisinden daha iyi yazabileceği iddiasıyla Hüsn ü Aşk mesnevisini kaleme almış. Şeyh Galip’in yirmi altı yaşında, altı ayda tamamladığı 2041 beyitlik bu mesnevi, divan şiirimizin en seçkin eserlerinden biri.
Şemsettin Kutlu, Divan Edebiyatı Antolojisi’nde şu cümleleri yazıyor: “Eğer Türkçe de -Fransızca, İngilizce, Almanca gibi- uluslararası kapsamda yaygın bulunsaydı, sembolizm yeryüzünde 19. yüzyılın sonlarında Fransa’da değil, 18.yüzyılın ikinci yarısında Türkiye’de Şeyh Galip’le doğacaktı.” Uzun uzun anlatıp edebiyat bilgisine boğacak değilim. Kısaca söylemek gerekirse “deryâ-yı sühan kenâresizdir” sözünün sahibi Şeyh Galip,

“Tarz-ı selefe takaddüm ettim
Bir başka lisan tekellüm ettim”

derken aslında övünmüyor, edebiyatımıza öncekilerden farklı bir dil, farklı bir renk getirdiğini kendisi de biliyordu. Uçsuz bucaksız söz deryasının sultanlarından biri olarak kendisinden sonra gelenleri de etkileyen Şeyh Galip, ebced hesabıyla ölümüne düşürülen “Geçti Galib Dede candan yâhu” mısraının duldasında, uzun yıllar postnişinliğini (şeyhliğini) yaptığı Galata Mevlevihanesi’nin içindeki bu küçücük türbede huzurla uyusun şimdi. Biz de onun terci-i bendinden aldığımız iki mısra ile devam edelim yolumuza:

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

Narmanlı Han

Gezimizin en çok görmek istediğim duraklarından birinde, Narmanlı Han’dayız şimdi. Bir vakitler avlusunda altmışa yakın kedisi olduğu için “Kedili Han” olarak da bilinen bu han, 1831’de inşa edilmiş.

 

1880’e kadar Rus Büyükelçiliği olarak kullanıldıktan sonra Narmanlı ailesi tarafından satın alınmış. Bu ailenin himayesi sayesinde, burası bir sanat ve kültür merkezine dönüşmüş. Kiraların ucuz olması nedeniyle 1950’lere kadar Narmanlı Han; Ahmet Hamdi Tanpınar, Bedri Rahmi Eyüboğlu, ressam Aliye Berger için hem çalıştıkları, hem yaşadıkları bir mekân olmuş.

Ahmet Hamdi Tanpınar ve Aliye Berger

Hocası Yahya Kemal gibi hayatı boyunca hiç evlenmeyen Ahmet Hamdi Tanpınar, Narmanlı Han’daki bekâr odasında hayatının en verimli on yılını geçirmiş. Müzmin bekâr Tanpınar’ın parasızlığı da müzmin olduğundan, pencerelerini ilk zamanlarda gazeteyle kapladığı büyükçe bir oda, mutfak ve banyodan ibaret olan bu ev; Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sabahattin Eyüboğlu, Ali Cimcoz, Adalet Cimcoz gibi sanatçıların uğrak yeri olmuş. Yenilen içilen, şarkılar söylenen, şiirler okunan bu bekar odası; Haldun Taner’in tarifine göre Narmanlı’dan girildiğinde sağdaki blokta zemin kattaki ikinci ya da üçüncü kapı imiş. Artık böyle bir kapı yok…

Bir zamanlar Tanpınar’ın, Eyüboğlu’nun yaşadığı bu mekânı gördüğümde hayal kırıklığına uğradığımı söyleyebilirim. Çünkü bu sanatçıların hatıralarına sahip çıkılmamış, yaşadıkları mekânlar aslına uygun bir şekilde restore edilmemiş. Prof Dr. Handan İnci, Narmanlı’nın başlangıçta on beş yıl kadar kaderine terk edilerek yalnızlaştırıldığını, sonra da yeni sahiplerinin elinde aslından uzaklaştırılarak adeta yeniden inşa edildiğini, yani restore edilmediğini anlatıyor.

Sonuçta Narmanlı da iki iş adamı tarafından satın alındıktan sonra, kafe cenneti yapılarak bir ticarethaneye dönüştürülmüş… O çok sözü edilen mor salkımlı ağaçların yerinde yeller esiyor. Tanpınar’ın Aliye Berger’le bir heykelini yapmışlar, ayaklarının dibinde onlara bakan iki kediyle… Bedri Rahmi’nin bir bankta oturmuş yanındaki kediyi izleyen heykelini ben göremedim. Çünkü Han çok kalabalıktı. Bizim memlekette restorasyon (!) işleri böyle oluyor. Bir zamanlar, Narmanlı Han’ın sakinleri olan sanatçılar ve mor salkımlı ağaçlar altında uyuklayan kedileri taşa kesmişler.
Keşke bu kadar hoyrat olunmasaydı… En azından Tanpınar’ın, Eyüboğlu’nun, Berger’in yaşadıkları mekânlar korunsaydı. Han’ın bahçesindeki ağaçların altında kafeler olsaydı yine ve insanlar edebiyattan, resimden, sanattan konuşsaydı.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir adlı kitabında “Her şehir üç, dört yüz senede bir değişir; bu değişiklik beş yüz senede tam bir devir yapar ve eskiden pek az şey kalır.” der. Fakat bizde olan bitene bakarsak her şey o kadar hızla değişiyor ki eski İstanbul’un tümüyle değişmesi için beş yüz seneye gerek kalmayacak sanırım.

Yine sözü çok uzattığımın farkındayım. Üstelik;
Ünlü Orient Expres ile İstanbul’a gelen misafirlerin uğrak yeri olan ve Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Namık Kemal gibi edebiyatçıların müdavimi olduğu Lebon Pastanesi’ni;

Mısır Apartmanı

Mehmet Âkif Ersoy’un son yıllarını geçirdiği ve ayrıca içinde Atatürk’ün diş hekiminin muayenehanesinin de yer aldığı Mısır Apartmanı’nı,

Çiçek Pasajı

Çiçek Pasajı

Çiçek Pasajı’nı, Nevizâde’yi,

Çiçek Pasajı kadar ünlü değilse de gençlerin uğrak yeri olan ve bir zamanlar Namık Kemal’in “İbret” gazetesini çıkardığı Hazzopullo Pasajı’nı

Dingo’nun Ahırı

“Girenin çıkanın belli olmadığı, her şeyin karmakarışık olduğu yer, mekan anlamı taşıyan” Dingo’nun ahırı deyimine kaynaklık eden ve bir zamanlar Taksim Maksemi’nin hemen arkasında bulunan Dingo’nun Ahırı’nı anlatmaya ne vaktim kaldı ne de takatim…

Ne demişler “Vaktinde firar zaferdir!” Bu saydıklarımı da gezecek olanların merak ve ilgisine bırakarak firar etmesem de buraya kadar sabırla okuyanlara teşekkür ederek sözü noktalasam iyi olacak.

Seyhan Can’ın  Bursa üzerine yazısını okumak iater misiniz. Tıklayınız. 

 

Seyhan Can
6

Bu yazıyı da okuyabilirsiniz

Çocukluk Çağımız Daha Güzeldi Sadi Geyik

Anı

3 Yorumlar

  1. Hüseyin Sert

    Teşekkürler. Başka bir İstanbul gezisinde önce bu yazınızı tekrar okuyup o yerlerde başka yaşayacağım

    0
  2. Nezihe Şirvan

    Değerli öğretmenim, bir İstanbullu olarak gelip geçtiğimiz yerleri sizin seyahat anınızda zengin yazım dilinizden, okumak bilgilenmek/bilgi tazelemek güzeldi. Çok teşekkür ediyor kutluyorum.

    0

Bir cevap yazın