Doğu’nun merkeze yakın bir köyüydü, babamın doğduğu yer. İki amcam çiftçiydi, yaz aylarında giderdik.
Özellikle mart ayı başladı mı, köyü çok severdik, amcamın çocukları ile nevruz planı yapardık.
Hemen her nevruzda dağ gezisine çıkardık…
Akşamdan hazırlık yapardık. Tandır ekmeği, şişelere doldurulmuş yoğurtlar, renkli haşlanmış yumurtalar, mevsim yeşillikleri ve üzüm pekmezi… Bunları sayımıza göre yengemin hepimize diktiği bez çantalarımıza yerleştirirdik.
Sabah 6’da köyden tan yeri ağarırken dağa tırmanmaya başlardık. Şişedeki yoğurtlarımıza su ekler, ağzını sıkıca kapatıp sürekli çalkalayarak yürürdük. Şarkılar, türküler, hatta bildiğimiz marşları bile söyleyerek zirveye doğru tırmanırdık.
Zirveye vardığımızda saat 9 falan olurdu, karnımız iyice acıkırdı.
Zirve bitiminde düz bir alan vardı ve 4 kapılı mağara denilen tarihi bir kalıntı… Yere yaygılarımızı yayarak oturur, azıklarımızı çıkarırdık.
En aklımda kalan tadını hiç unutamadığım şişede su ile çalkaladığımız yoğurttan elde ettiğimiz tereyağını, çıtır çıtır tandır ekmeğine sürerek, yemekti. Bir de, rengarenk yumurtalarımızı tokuştururduk ben hiç kazanamazdım ama abilerimin ablalarımın küçüğü olma avantajıyla kimsede yumurtamı kırınca elimden almazdı…
Sonrasında sırtında av tüfeği olan ablam ve büyük abim önden, biz daha küçükler arkadan mağaranın içine girerdik. Mağaranın önü uçurumdu ve biz o taşlara basarak, mağaraya geçerdik. (Türkan Şoray Cemo filmini de bu mağarada çekmişti.) Mağarada yürüdükçe bir uğultu olurdu. Mağaranın sonuna kadar gidebilme şansını zorlardık ama her seferinde büyükler bize çaktırmamaya çalışsalar da, korkuyla geri dönerdik.
Yani mağarada gerçekten hiç dışarı çıkmadan bir Aslan yaşar mıydı, efsanesini hiç çözemezdik. Çünkü duyduğumuz ses bir Aslan sesi gibiydi…
Sonra dağın bazı bölümlerinde açmış narin ve nadide Nevruz’ları toplamaya başlardık. Her Nevruz bulan, mutlaka türkü söyler gibi sevinçli çığlıklarını, diğer toplayanlara duyururdu.
Çok fazla olmasa da hepimiz birer demet toplardık, onları torbalarımızın yanına bırakır, dağın tam zirvesi olan bir tepeye tırmanırdık. Kıştan kalan, tane tane olmuş kristal tanelerine benzeyen karları bir bakraca doldurur, aşağı inerdik. Torbamızdaki üzüm pekmezini içine karıştırır, “karlama” yapardık. Sonra hep beraber kaşıkla yerdik, öğlen güneşi altında…
Azıklarımız biter, ablam ve abimin av tüfekleriyle, uçurum boşluğuna kurşun atma gösterilerini de kulaklarımı sıkıca kapatarak izleyip alkışlayınca, dönüş maceramız başlardı…
En sevdiğim dönüş yoluydu, yavaş yürürdüm Önde yürüyen abim ve ablamla arayı açar, sonra onlara doğru kayarak inerdim. Kayarak, yuvarlanarak inmek çok keyifliydi; aslında çocuk olmak keyifliydi…
Yaşıtım olan biri kız, ikisi erkek amca cocuklarıyla, kaya taşı üzerindeki tortulardan elimize kına yapardık, güneşe tutar, kuruturduk. Eve döndüğümüzde yıkayınca, kınalı ve-çiçek şekli verdiğimiz için- çiçekli ellerimiz olurdu.
Nevruzlarımız eve döndükten sonra, birkaç gün vazomuzda evimizi ve ruhumuzu süslerdi, sonrasında kitap arasında kurutarak saklardık.
Onları büyük bir kartona yapıştırır, her yılın ay ve gününü altına yazdığımız, ayrıca sevdiğimiz bir şiirle süsler, duvarımıza asardık…
Akşam da köyün gençleri toplanır, ateş yakılırdı. Ateşin etrafında oturulur, şarkılar türküler söylenirdi. Kız erkek ayrımı yoktu ama her ailenin kızları, evin erkek çocukları birlikte gelirlerdi, yani çaktırmadan korunurduk işte…
Her Nevruz’da o günleri hatırlarım. Keşke çocuklarıma da yaşatabilseydim, diye de üzülürüm. Şehir, insanları farklı bir kontrollü yaşama zorunlu bırakıyor işte. Kendi çocukluğunuz da, arada anlatacağınız ya da böyle kaleme alacağınız anılara dönüşüyor…
Nevruz bayramı kutlu olsun. Bu narin çiçek dağlarımızda hep can bulsun.
TÜLAYDAN
21 Mart 2021
- Kader Tülay Demir - 25 Şubat 2023
- Bir Muz Öyküsü Tülay Demir - 5 Şubat 2023
- Tanıyın Bizi Tülay Demir - 10 Aralık 2022