Yetmişlerin, seksenlerin yoksulluk anlayışı başkaydı. Memur çocuklarının çoğunun bisikleti olmazdı. Ama aç kalma korkusu yaşayan yok gibiydi. Yoksullar o zaman da vardı elbette. Ama ne bileyim, evinde telefonu olmayan aile yoksul sayılmazdı. Sadece telefonları yoktu. Akrabanızı aramak için geceler boyu postanede telefon bağlantısı bekleyebilirdiniz. Ama sofraya oturunca her zaman yemeğiniz olurdu. Üniversiteyi bitiren iş bulurdu. Mahallenin babası en varsıl çocuğuyla yan yana otururdunuz sınıfta. Ne varsıl olan çocuk farklı olduğunu bilirdi, ne öbürü. Ders arasında aynı simidi ikiye bölüp yerdiniz. Çocuğuna pantolon alamayıp kendini asan, çocuklarımdan utanıyorum diye mektup bırakıp canına kıyan babalar da olmazdı. Genellikle kısıtlı koşullarda yaşardık. Ama kimsenin bunu dert ettiği yoktu.
Babamın tayinleri nedeniyle Anadolu’nun çeşitli ilçelerinde dolaşmış, sonunda Ankara’ya, büyük şehre yerleşmiş bir aileydik. Babam emekli olmuş, emekli ikramiyesiyle o zamanlar yeni kurulan ve sadece beş caddeden oluşan Demetevler mahallesinde bir apartman dairesi alabilmişti. O zamanlar emekli olan memurlar, tüm hayatı boyunca çalışmanın semeresi olan emekli ikramiyesi ile bir ev edinebilirdi. Yeni kurulan Demetevler mahallesi adeta büyük bir şantiyeyi andırıyordu. Üç kardeş de Üniversite’de okuyorduk. Babam tek emekli maaşıyla, ne yapıp edip üçümüzü de okutuyordu. Ama sabah dörtte uyandırılıp öğleden sonra gelecek bir kilo kıyma için Et ve Balık Kurumu şubesinde beklemek ya da İvedik Caddesi’ndeki küçük Gima mağazasında margarin kuyruğuna girmek yaşantımın doğal bir parçasıydı. Cebeci’deki bakkalda gaz olduğu haberi Demetevler’e nasıl ulaşıyordu, bilemem ama bidonlarımızı kapıp, iki otobüs değiştirerek Cebeci’de gaz kuyruğuna giderdik. Ama hiç birimizin durumumuzdan yakındığı yoktu. Dahası mutlu çocuklardık biz.
Ankara’da Yeni Karamürsel mağazası Kızılay Meydanı’nda Güven Park’ın yanındaki köşedeydi. Çocukluğumun ve gençliğimin yirmi yılını geçirdiğim Ankara’ya epeydir gitmedim. Yazıyı yazarken, tam burada durup internetten aradım. Hala aynı yerde görünüyor. Bu mağaza Türkiye’de taksitle alışveriş geleneğini başlatan ilk büyük mağazalardandır, belki de ilkidir. O zamanlar kredi kartı yoktu. Çok katlı mağazanın en üst katında tüm katı kaplayan bir taksit servisi vardı. Taksitli hesabınız varsa, aldığınız ürünleri reyonlarında bırakır, topladığınız fişlerle bu kata gelirdiniz. Uzunca süre beklediğiniz kuyrukta sıranız gelince, alış bedelleriniz hesabınıza ve elinizdeki karta işlenir, topladığınız fişler damgalanırdı. Damgalanmış fişinizle satın aldığınız ürünü satın aldığınız reyondan teslim alırdınız. Zamanına göre iyi işleyen bir düzen kurulmuştu. O zaman ne kişisel bilgisayarlar var, ne de elektronik bir kayıt düzeni… Kalamoza defterlerinde muhasebe tutulan zamanlar. Tabii mağaza biraz kazık. Yani satın alabileceğiniz tüm ürünler ortalama ya da biraz altında kalitede iken, fiyatları dışarıdan peşin para ile alabiliyor olsanız, ulaşacağınız fiyatların biraz üstünde. Mazağa peşin alış veriş yapan müşteriye sevmiyor zaten. Cebinde parası olan da, o mağazaya gitmiyor. Alan razı, satan razı.
Biz de Ankara’daki birçok memur ve emekli ailesi gibi YKM’nin müşterisiyiz. Her aybaşı hesaplar yapılırken, mağazanın taksiti de ayrılıyor. Yılın on iki ayı taksitimiz var. Taksitimiz hiç bitmiyor. Çünkü hiçbir şeyi peşin alabilecek kadar paramız yok. Biz çocuklar da kanıksamışız durumu. Kimsede görüp de bir şeye özendiğimiz yok.
Üniversite 2. sınıftayım. Bir tane gri paltom var. Bir de havacı astsubay olan amcamın verdiği istihkak kumaşından diktirme, havacı mavisi pardösü. Montum yok. Geçmiş gün, ben mi istedim, anne-baba’ mı düşündü, anımsamıyorum. Yeni Karamürsel mağazasındayız. Bana mont alınacak.
Yuvarlak askılara asılmış bir sürü montun arasında dolaşıyoruz. Üzerime olan montları giyip giyip çıkarıyorum. Renk renk, çeşit çeşit montlar. Gözüm o zamanlar anorak dediğimiz montlarda. Babam ise her zaman ki gibi, kalın olsun, üşütmesin, derdinde. Bir orta yol bulunacak sonunda. Sonra belki birkaç gömlek alınacak, bir de ayakkabı var sırada.
Birkaç askı ötede deriden yapılmış montlar var. Bizim deri mont giyme olanağımız yok. Biz çocuklar öyle bir öz disiplin oluşturmuşuz ki kendimize; anne-babamız, istediğimiz bir şeyi alamazlar da, üzülürler diye her zaman çok dikkatliyiz. Armut dibine düşer. Biz de bu ocağın çocuklarıyız. Sıkıntının kendi kaldırabileceğimiz kadarını gönüllü sırtlanmışız. Öyle sıkıntıdayız ki, babacığım bize, zeytinin nasıl üç ısırıkta yeneceğini anlatıyor. Söz aramızda, bunca yıldan sonra, bugün bile zeytini bir kerede ağzıma atamam. İlle bir paça ekmek, bir parça zeytin ısırılacak.
Yalnızca küçücük bir an gözüm deri montların olduğu tarafa kayıyor. Hiç tasarlanmamış ve öyle kaçamak bir bakış ki kimsenin görme olasılığı yok. Ama babam görüyor. Bir an için göz göze geliyoruz. Kolumdan tutup beni deri montların olduğu tarafa doğru çekmeye başlıyor. Hayır, hayır diyerek ayak sürüyorum. Yakalandığım için çok üzgünüm. Bizim alabileceğimiz mont çeşitleri 500 lira ise, deri montlar 2500-3000 lira. Babam beni çeke çeke getirdiği askılardan kendi elleriyle deri montları çıkarıp, giydiriyor. Ben hala; hayır, deri mont istemiyorum, diye söyleniyorum. Annemin bakışlarını yakalıyorum. İkisinin de gözlerinin içi gülüyor. İyi de babam, nasıl ödeyeceksin sen bunu? Taksitler artınca ne yapacaksın? Nasıl altından kalkacaksın?
Bana o gün deri mont alındı. İlk deri montum. Belki babamın kırçıllı paltosunun astarına bir yama daha vuruldu, belki anam bir kış daha erteledi yeni triko kazağını. Ama bir anlık gözümün kaymasını yakalamıştı ya babam. Artık ne desem boştu.
Dedim ya, eskiden yoksulluk da şimdiki gibi değildi, varsıllık da. Biz çok varsıl çocuklardık. Babam, annem en büyük varsıllığımız.
Babalar gününüz kutlu olsun.
Serdar Hakyemezoğlu
- Değişik Bir Staj Öyküsü Serdar Hakyemezoğlu - 20 Mart 2023
- Nasrettin Hoca İncelemesi Serdar Hakyemezoğlu - 18 Mart 2023
- Çorak Köyünün Öğretmeni Serdar Hakyemezoğlu - 23 Kasım 2021
Kaleminize emeğinize sağlık kutlarım .???