Boyacı Dayım Fuat Keyik

Çoğu kez dün yediğimi bugün anımsamam ama çocukluğumdaki bazı olaylar, birlikte olduğum kişilerle olan anılarım, hala taptaze aklımda duruyor. Zaman zaman zihnimde onlarla oynaşır dururum. Kimi zaman yüzüme tatlı bir tebessüm, kimi zaman da hüzünlü bir hava yerleşir. Epey zamandır rahmetli Boyacı dayım, Halil İbrahim ile ilgili anılarım kafamda canlanıp duruyordu.

Boyacı dayım, eşi olan halamla birlikte bizim Bekilli’de Yokarı Gıyı’daki -Yukarı Mah ve Yahyalar Mah- parkın altındaki Necmettin Birinkulugillerin evlerine komşu, geniş avlulu, üç odalı, toprakla örtülü evde otururdu. Önce tahtadan yapılmış çift kanatlı kapıdan avluya girilirdi. Ortasında büyükçe bir dut ağacı, giriş kapısının sol çapraz köşesinde kenefi olan bahçenin doğu tarafındaki -Tahirler’in evine sırtını vermiş- eve de çift kanatlı bir kapıdan girilirdi. Kayrak taşların döşendiği hol gibi yerde karşımıza iki kapı çıkardı. Bu odalarının birini kiler, birini ekmek evi ve mutfak diye ayırmışlardı. Hemen sağımızda ise üç basamaklı tahta merdivenle çıkılan bir oda daha vardı. Penceresinden parkın bir kısmı görülen ve yerli dokuma çul serili odanın altında katırın bağlandığı dam bulunurdu. Burasını hem oturma hem de yatak odası olarak kullanırlardı.

Bizler ve mahalleli severdik kendilerini. Etliye sütlü karışmazlar, kendi hallerinde yoksulluğun tüm acımasızlığını yaşayarak ayakta durmaya çalışırlardı. Çocukları olmadığından babam da en büyük evladı Süleyman Abimiz’i onlara evlatlık olarak nüfuslarına kaydettirivermiş. Dayım “Paşa” lakaplı ziraat mühendisi abime: “Sölemen! ” diye seslenirdi. Bir gün Gökseke’deki bağlarında bağ budarken abimden de bağ budaması yapmasını istemiş, abim de: “Ben bağdan anlamam. Benim branşım pamuk.” diye kaçınmış. Akşam bir araya geldiğimizde: “Huna bak bağ budamasını bile bilmiyo. Bi de mendis(mühendis) olmuş, ne olacak mercimek mendisi.” diye abime takılmış, bizleri güldürmüştü.

Benim gözümde tipik bir adamdı Boyacı dayım. Onu hep gülümser haliyle anımsıyorum. Şimdi düşünüyorum da kendisinde fotoğraf sanatçısı Ara Güler’e veya bir ressama tema olabilecek, esmer köylü yüzü vardı. Gözleri küçüktü, yanlarında kırışıklar oluşmuştu. Kocaman bir burun ve hafif uzamış beyaz sakalları vardı. Bıyığı sigara dumanından etkilenmiş; kahverengi, sarı, kızıl renklere bezenmişti. Bazen kasketini çıkarır, iri eliyle kısa ve iyice ağarmış saçlı başını sıvazlayarak terini silerdi.

Parkın üst tarafındaki kahvehanede, kaldırıma çıkardığı sandalyeye bir ayağını altına alarak oturmuş; tabakasını dizine koyarak tütün sararkenki halini görmeliydiniz. Önce incecik sigara kağıdına tabakasından bir tutam tütün koyar, parmakları arasında hafif hafif ovarak rulo haline getirir, bir de diliyle ıslatarak kağıdı yapıştırdı mı, işlem tamamdır. Sonrasında ise yandan uzatılan çakmaklara itibar etmeksizin dakikalarca uğraşıp çakmak taşlarını birbirine vurarak, oluşan kıvılcımlarla kav tutuşturup sigarasını yakmaya çalışırdı. Başardığında ise sigarasının dumanını derince ciğerlerine çeker ve burnundan geri solurdu. Bu durum benim tuhafıma giderdi. “Dayı, niçin uzatılan çakmakla sigarasını yakmıyorsun? dediğimde ise: “Daha az içeyim diye.” karşılık vermişti. Ama bir süre sonra o da teknolojiye yenilmiş “Muhtar çakmağı” diye bilinen fitilli bir çakmağa sahip olmuştu.

Sıkça evlerine ziyarete giderdim. Ben onları severdim, onlar da beni severlerdi. Halamın yufka arasına serpiştirdiği tarhanaya, soğan pürçüğü koyup dürüm yapması çok hoşuma giderdi. Avlunun ortasında kocaman bir dut ağacı vardı. Dut zamanı geldiğinde: “Hadi çık ağaca, dut ye.” derlerdi. Oldukça iri ve yüksek gövdeli duta tırmanırken ve inerken bayağı zorlanırdım. Bir keresinde ağacın tepesindeyken aşağıda dayım ve halamın telaşla bir şey aradıklarını gördüm ve hemen aşağıya sıyrıldım, merakla sordum: “Ne oldu, ne arıyorsunuz?” Abıla halam (Zeliha): “Dayın cıgarasını yakacak, emme çakmağını bulamıyoz.” Ben de aramaya yardım ettim. Üç odayı ve avluyu ters yüz ettik, bakmadığımız yer kalmadı; ama çakmak yok! Dayım sinirli ve sabırsız, kulağının arkasına sıkıştırdığı sigara ise idamı ertelenen mahkum gibi mutlu… En sonunda halam dayıma çıkıştı: “Üleee senin elindeki ne? Aaa! Dayım çakmağı avucunda sımsıkı tutmuş, haberi yok, habire bize cavır eziyeti edip aratıyor. Yüzündeki kaslar gevşemiş, tatlı bir sesle zeytinyağı gibi üste çıkarak: “Naha cıfıt. Daha önce niye söylemiyon?” deyip hemen keyifle şaklattı çakaralmazını.

Kışın yağmur yağmazdan önce, toprak olan evlerinin üstünü silindir biçimindeki yuvarlama taşıyla yuvarlardım. Sıkışan toprak suyu geçirmezdi. Çok hoşlarına giderdi bu davranışım. Halam yorgan arasına sakladığı elma, nar veya portakalla ödüllendirdi beni.

Dayımın eli ayağı gibi olan boz renkli ve biraz huysuz katırı hepimizin traktörü gibiydi. Bağlarımızı onla sürer, üzüm sergisi zamanı pılı pırtımızı onla götürüp getirirdik. Bir gün Mazan Sadık dayıgillerin Aşşabağ’daki bağına sergiye, dayım beni de götürdü. Beni, çocuk ve konuk gibi gördüklerinden yalnızca boş keleterleri üzüm kesenlerin yanına götürmek, su dağıtmakla görevlendirdiler. Dayım ise sergi yerinin dibinde razaki ve çekirdeksiz beyaz üzümleri bandırmaktan sorumluydu. (Derince galvenizli tenekeden yapılmış özel kazandaki potasalı suya, üzüm dolu keleteri batırıp sağa sola çevirerek yıkama işi). Bir ara benden su istedi. Bağın gölgesindeki tahtadan yapılmış çift emzikli seneği alarak seyirttim. Alüminyum bardağa su koymamı beklemeden kaptı seneği elimden hemen dikti ağzına. Anlaşılan çok susamış ama daha ilk yudumunu alır almaz böğürür gibi sesle: “Yandım Allah! ” diyerek attı seneği yere. Herkes şaşırdı. Koşuşturdu Mazan Sadık dayı: “Ne oldu len Boyacı?” Can havliyle el kol hareketleriyle: “Lö lö lö !!!” diyerek zor güç anlatabildi derdini. Meğer seneğin içinde eşek arısı varmış, dilini sokmuş. Halbuki bağ yaprakları ile ağzını ve emziklerini sıkıca kapatmıştım. Demek ki yaprak her nasılsa düşmüş. O sıcak havada susayan arı da seneğin içine dalıvermiş. Suçlandım. Çok üzülmüştüm. Akşama kadar Boyacı dayım hiç konuşamadı. Dili davul gibi şişmiş, nefes almakta zorlanıyordu ama işini de bırakmadı.

Halam vefat ettikten sonra katırını da satınca temelli yalnız kalmıştı. Yaşlılık ve yalnızlık dayımı yıpratmıştı. Süleyman Abim Ankara’da görevli olduğundan, ancak parasal katkı yapabiliyordu. Kendisine Hüseyin abim ve rahmetli Fatma yengem sahip çıktılar. Hepimizin göz bebeği Boyacı dayım alzheimer olduğunda bile son zamanlarını, bu emin ellerde geçirdi.

Evimizin önündeki fi tarihinde diktiğine tanık olduğum dut ağacı bana hep Boyacı dayımı anımsatır. Halam ve dayımı bir kez daha rahmetle anıyorum. Mekânları cennet olsun.

4

Bu yazıyı da okuyabilirsiniz

Çocukluk Çağımız Daha Güzeldi Sadi Geyik

Anı

Bir cevap yazın