“Memleket ahvalini onlardan sor
Kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen’i
Öleni, kalanı, gidip gelmeyeni…
Ben türkülerden aldım haberi.”
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “Türküler Dolusu” şiirinde sözünü ettiği türkülerden biri de “Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı” diyen bağrı yanık, gözü yaşlı türkü olmalı bence. Öleni, kalanı, gidip de gelmeyeni anlatır Çanakkale türküsü de… Nişanlısını, eşini, beşikte bebesini; gözü yaşlı anasını geride bırakarak vatan savunmasına koşan gencecik kınalı kuzuların feryadıdır. Geride kalan bacıların, anaların, eşlerin; belki de bir daha hiç göremeyecekleri sevdiklerine döktükleri göz yaşıdır Çanakkale Türküsü…
Doğma büyüme bir Çanakkaleli olarak bu türküyü ilk kez babaannemden duydum. Beş ya da altı yaşlarındaydım. O güzel sesiyle öyle yanık, öyle içten söylüyordu ki… Çünkü dedem, karısını kucağında bebesiyle geride bırakarak savaşa katılan binlerce meçhul askerden biriydi. Babaannem, çok küçük yaşlarda Selanik’ten gelen bir göçmen kızı. Mustafa dedem ise Çan’ın yerlilerinden. Manav derler bizim orada yerlilere… Evlendiklerinde aralarında on yaş fark varmış. Dedem savaşa katıldığında 24 yaşında olduğuna göre babaannem de on dört yaşında olmalı… Üstelik bir de bebe var kucağında… Bu kadar küçük yaşta evlenmesinin nedeni anasız babasız göçmek zorunda kalması… Kim bilir nasıl bir dram var ardında… Büyükler de çoktan göçtüğünden meçhul bir hayat hikâyesi olarak gerilerde kaldı, onların hikâyesi de… Dedemi hiç tanımadım. Hatta fotoğrafını bile ilk kez iki yıl önce gördüm. Garip bir duygu… Hayalinizde bir dede imgesi bile yokken bir yerlerden çıkıp geliveriyor, ete kemiğe bürünüyor. Babaannem esmer bir kadındı, dedem ise sarışın mavi gözlü… Mustafa dedem, nalbantlık yaparmış. Çanakkale Savaşı’nda Eceabat yakınlarındaki Kakma Dağ’ın eteğinde savaşa destek veren dört bin nalbanttan biriymiş. Adını sanını kimselerin bilmediği yüz binlerce askerden biri… Okuma yazması yoktur büyük ihtimal, olsaydı savaşa katılanlardan bazı askerler gibi mektup yazardı, bir boşluk olmazdı böyle onunla ilgili… Kim bilir neler yaşadı, neler gördü, neler hissetti? Babamın babası şanslıydı. Geriye döndü. Dört çocuğu daha oldu ve elli sekiz yaşındayken savaş anılarını da kendisiyle götürerek bu dünyadan ayrıldı. Babaannem ise “Çanakkale Türküsü”nü söyleyerek büyüttü, dedelerini hiç tanımayan on yedi torununu…
Annemin dedesi, savaşa gidip de dönemeyenlerden… Onun hikâyesini hiç bilmiyorum. İçişleri Bakanlığının Alt Üst Soy belgesinde 1888 Biga / Hoşap doğumlu olduğu ve 29.01.1917’de öldüğü yazıyor. Çanakkale’de kara savaşları 9 Ocak 1916’da bitti. Annemin dedesi Çanakkale cephesinde değil de Kafkasya cephesinde şehit oldu. Anneannemin babasından şehit maaşı aldığını hatırlıyorum. Eğer nüfustaki doğum tarihi doğru yazılmışsa Hasan dede şehit olduğunda 29 yaşında olmalı. Hasan dedenin bir mezarı bile yok… Anneannem altı yaşında yetim kalmış. 25 yaşında iki çocukla dul kalan Hezargrat (Razgrad / Bulgaristan) doğumlu Hafize nine, baskılara dayanamadığı için yeniden evlenmek zorunda kalmış. Hem bir göç, hem de savaş dramı… Birçok aile gibi, benim ailemin büyükleri de savaşlardan ve göçlerden nasibini aldılar. Ben, yitip giden dedelerimin neler yaşadıklarını bilmiyorum. Tarih bilimi savaşları yazıyor ama insanların dramlarını, hayattan nasıl koparıldıklarını tek tek yazmıyor. Oysa o savaşa katılan her insanın bir hikâyesi var. Ailesi, seveni var.
“Gelibolu’nun bulunduğu yeri haritada bile gösteremeyecekken, çocuk denecek yaşta cepheye sürülen Anzak askerlerinin anıları, savaşın nasıl bir dehşet olduğunu en iyi anlatan belgelerden. Gelibolu, hem hattın iki yanında gırtlak gırtlağa ölüm kalım savaşı veren çocukların ne kadar birbirine benzediğini gösteriyor bizlere, hem de haksız bir işgal tutkusunun yüz binlerce masum insanı nasıl ölüme sürükleyebildiğini… Savaşa ara verildiğinde birbirlerinin yaralarını saran, gece şehit düşen arkadaşının kopmuş bacağını kendisine yastık yapan ve cephede düşmanlarıyla yiyeceklerini paylaşan o kahramanlar kuşağının destanı, savaşın vahşetini bizlere bir kez daha düşündürmeli…”
Çanakkale destanını, adı sanı bilinmeyen yüz binlerle birlikte Atatürk yazdı, bugün bazıları bunu anlamak istemeseler de gerçek böyle… Sekiz buçuk ay süren bu kanlı savaşta yirmili yaşlarını sürmekte olan bir milyona yakın genç insan, kıyasıya bir ölüm savaşının içine girer. Ya öleceklerdir ya da öldürecekler… Top, tüfek, süngü, taş, yumruk… Düşmanı öldürecek ne varsa… Çanakkale öyle bir cehennemdir ki, an gelir siperler arasındaki mesafe birkaç metreye kadar iner. Ölüm, burnunuzun dibindedir ve mutlaktır. İşgalcilerin başkomutanı Ian Hamilton, bu kanlı savaşı, gemisinin güvenli kamarasından izlerken, Sofya’da ateşemiliter olduğu günlerde savaş başlayınca cepheye atanmayı isteyen 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal Paşa askerinin yanındadır. Bu ölümcül anlardan birini şöyle anlatır:
“Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, 3 dakikaya kadar öleceğini biliyor, en ufak bir duraksama bile göstermiyor, sarsılmak yok. Okuma bilenler, ellerinde Kuran-ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar, bilmeyenler Kelime-i Şehadet getirerek yürüyorlar.”
19 Şubat 1915’te denizde başlayan ve kara muharebeleriyle 9 Ocak 1916’ya kadar devam eden bu savaşta cehenneme dönen Çanakkale’de siperler, çukurlar, mevziler birbirine karışmış, binlerce insan boğaz boğaza savaşmıştır. Dilleri farklı olsa da çığlıkları aynıdır. Aynı acıları çekmekte, ölürken aynı çığlıkları atmaktadır.
Alman tercüman Aubrey Herbert’in anılarından: “Havada korkunç bir ölüm kokusu vardı. Bir yaylaya çıktık. Orada 4.000 kadar Türk ölüsü yatmaktaydı. Manzara tarif edilecek gibi değildi. Yağmura şükrediyorduk. Yanımdaki Türk yüzbaşısı “ Bu manzara karşısında en merhametliler bile vahşileşir, en vahşiler gözyaşı döker.” dedi. Ölüler dönümlerle yer kaplıyordu. Başları, koşmalarının hızıyla altlarında kalmıştı. İki elleri süngülerindeydi. Türklerden biri, mezarları işaret etti ve “İşte siyaset!” dedi. Sonra da cesetleri gösterdi ve ekledi: “ İşte diplomasi… Allah bütün biz zavallı askerlere acısın.”
Charles Bean ( Savaş Muhabiri): Üç hafta önce, Türklerin 3 gün süren bir bayramı vardı. Bizim siperlere iki paket sigara attılar. Üzerlerinde bozuk bir Fransızcayla, şunlar yazılıydı: “Afiyetle için, kahraman düşmanımız.” Karşılığında konserve et fırlattık. Yazdıkları cevabi mesajda şöyle deniyordu: ”Konserve et istemeyiz.” Bunun üzerine biraz reçel ve bisküi attık. Sonunda Türkler, “Tamam! Yeter” işareti yaptılar. Ertesi sabah da aynı şeyler tekrarlandı. Fırlattığımız bir çakıyı gidip almalarına izin verdik. Üçüncü günün sabahında “Artık bu işe bir son verin .” diye bir emir geldi. Çünkü savaş oyun değildi. Hakkıyla dövüşebilmek için, yüreklerin susması, silahların konuşması gerekiyordu. Öyle de oldu.
A.J. KIDD (Düşman askeri): Ay ışığının olmadığı zifiri karanlık bir geceydi. 8 saat süren tahkimatta kürek sallamaktan bitap düşmüştük. Gelibolu’nun zaten tekin sayılamayacak savaş alanı, ölülerden çıkan dayanılmaz kokularla daha da dehşet vericiydi. Gecenin nisbeten sessiz bir saatinde birden Türk siperlerinden yükselen bir ses hepimizi şaşırttı. Bu bir türküydü. Gerçi, sözlerini anlamıyorduk ama müthiş berrak ve güzeldi. Yüreklere işleyen bir tenor sesiydi. Bölgedeki herkes birden kulak kesildi. Ara sıra ateşlenen tüfekler de susmuştu. Hepimiz büyülenmiş gibi dinliyorduk O türküyü söyleyen her kim idiyse bilmelidir ki, o acılarla, iniltilerle, korkularla dolu savaş alanında birçoğu yurtlarını bir daha göremeyecek askerleri ruhlarından kavrayan unutamayacakları bir anı yaratmıştır. İnansın ki, yüzlerine bakılamayacak kadar kir içinde, kaba görünüşlü; fakat gerçekte tertemiz yürekli o dinleyici kitlesi hiçbir konserdeki dinleyicilerin hissedemeyecekleri kadar bu türkünün etkisi altında kalmışlardı.
Ah bu türküler, köy türküleri
Olgun bir karpuz gibi yarılır içim
Kan damlar ucundan, mürekkep değil
İşte söz, işte ses, işte biçim:
‘Uzun kavak gıcım gıcım gıcılar’
İliklerine kadar işlemiş sızı
Artık iflah olmaz kavak ağacı
Bu türkünün yüreğinde sancı var.
Çanakkale’de savaşın en kanlı günlerinde karanlığın içinden çıkıp gelen bu türkü; düşman askerini de büyülemiştir. Çünkü türküler yazılmaz, yakılır… Türkü yazmak diye bir şey yoktur bizde. Türkü yakmak vardır. Türkü yakan belli değildir, Tıpkı savaşa giden meçhul askerler gibi… Türküleri yakanların da isimleri yoktur. Söyleyeni de, dinleyeni de yakanı da halktır. Tıpkı içimizi yakan Çanakkale türküsü gibi… İşte ben ne zaman bu türküyü dinlesem aklıma yanık sesli babaannem gelir, nalbant Mustafa dedem gelir; savaştan dönemeyen, hayatının baharında iki çocuğunu ve gencecik karısını geride bırakan Hasan dedem gelir. Ben ne zaman bu türküyü dinlesem aklıma “offf gençliğim eyvah” diyen binlerce meçhul asker gelir. Ben ne zaman bu türküyü dinlesem aklıma, askerinin yanından bir an bile ayrılmayan Anafartalar Komutanı Mustafa Kemal Paşa gelir.
Seyhan Can
Alıntılar Can Dündar’ın Çanakkale Belgesel filmindendir.
[1] TDK Büyük Türkçe Sözlük’te “Manav” sözcüğünün Rumcadan geldiği belirtiliyor. Sözlükte özel ad olarak “ 1. Balkanlardan göç etmiş, genellikle Marmara bölgesinde yaşayan bir topluluk. 2. Yerli halk.” karşılığı verilmiş. Bizde “yerli halk” anlamında kullanıyor. Göçmenlere “muhacir”, yerlilere de “manav” deniyor. Annemin baba tarafı manav görünüyor. Belki önceki kuşaklar Balkanlardan göç etmiştir, kim bilir?
Seyhan Can
- İz Bırakanlar Seyhan Can - 21 Kasım 2022
- Yeşil mi Gri mi,Bursa Şimdi Ne Renk? Seyhan Can - 12 Kasım 2022
- Doğu Ekspresi ile K’lar Kraliçesine Seyhan Can - 25 Mart 2022
Çok teşekkür ederim.
Kaleminize emeğinize sağlık öğretmenim. Kutlarım ( Bizim soyda Hezargrat /Razgrad a dayanıyor hemşeri sayılırız)