Değişik Bir Staj Öyküsü Serdar Hakyemezoğlu

BURDUR’DA GEÇEN STAJ GÜNLERİM

Ankara Üniversitesi Ziraat Fakülte’sinde öğrenciyken üçüncü sınıftan dördüncü sınıfa geçişte kırk beş günlük bir yaz stajımız vardı.

O zamanlar Ziraat Fakültesi sayısı şimdiki kadar çok olmadığından Bölüm Başkanlığı isteğimize göre hepimizi bir yerlere staja yerleştirebiliyordu. Ablam Fatmanur, Burdur’da Gıda İşleri Müdürlüğü’nde görevli olduğu için staj yeri olarak Burdur Toprak Su Müdürlüğü’nü seçmiştim. Sanıyorum, staj için çok da yeğlenen bir müdürlük olmadığından staj isteğim rahatlıkla onaylandı. Aslen Burdurlu olup, Antalya’da oturan kankalarım Verda ile sınıf arkadaşımız Tanju da Antalya’yı seçtiler. Tanju da Verda’larda kalacak. Burdur Antalya arası iki, iki buçuk saat. Staj sırasında punduna getirip buluşmak üzere sözleşiyoruz.

Burdur’u ilk kez göreceğim. Ne yalan söyleyeyim; o zamana kadar ailemden ayrı, tümüyle bağımsız bir yaşantım olmamış. Lisedeyken bir yaz boyunca köyde kalmışlığım var ama onda da ceberrut dedem başımda. Fındık sepeti taşımaktan omuzlarım çürümüş. O haylazlık günlerim de başka bir anı yazısının konusu.

Staj başlama tarihinden iki gün önce Burdur’a vardım. Ablam kendisi gibi Gıda İşleri Müdürlüğü’nde görevli Ziraat Teknisyeni bir kız arkadaşı ile ortak tuttukları bir evde oturuyor. Bana da, Zeynel adında Malatyalı bir Ziraat Teknisyeni abimizin yalnız kaldığı bir arkadaş evi ayarlamışlar. Zeynel abi inanılmaz derecede güzel saz çalan, İlyas Salman’ın filmlerinde karikatürize ettiği şiveyi günlük hayatında kullanan, pırıl pırıl bir Kürt genci. Sonraki günlerden biliyorum; bize İlyas Salman’ın filmlerini anlatırken, İlyas Salman’ın konuştuğu bölümleri de hiç taklit yapmadan anlatabiliyor. Hem yatılı meslek lisesi çıkışlı Tarım Teknisyeni, hem de İstanbul’da devam zorunluluğu olmayan bir Üniversite’nin Harita Mühendisliği Bölümü’nde okuyor. (Sonradan Harita Mühendisi oldu.) Evine kendi evim gibi yerleşirken, beni rahat ettirmek için dört dönüyor.

Burdur küçük bir yer. İkinci gün gece Zeynel’le sinemaya gidiyoruz. Aaa, çocukluğumda Sinop’un kazası Boyabat’ta babamın haftada bir, bizi ailece götürdüğü sinema değil mi, bu sinema? Alt salonda kocaman borusu tavana kadar ulaşıp, orada dirsek yapıp duvara kadar giden, oradan kendisini dışarı atan bir soba. Sahnenin iki yanındaki “Müdüriyetçe kabukluklu yemiş yemek yasaktır” yazısı bile aynı. Burnumun direği sızladı.

Tam merkezde bir şehir parkı, göl tarafına doğru da bir çay bahçesi var. Çok güzel. Burdur il ama bir ilçe havası var. Hafta içinde diğer küçük şehirlerden farkı olmayan meydan, şehri boydan boya geçen ana cadde ve sokaklar hafta sonu birden değişiyor. Her yeri çarşı iznine çıkan binlerce asker dolduruyor. Her lokanta, her pastane ağzına kadar asker doluyor. Burdurlu hafta sonları gündüz saatlerinde çarşıya çıkmıyor. Şehir gündüz saatleri askerlere ait. Akşam askerlerin çarşı izni bitiyor, şehir olağan yaşantısına geri dönüyor. Burdur’daki hemen tüm esnafın geçim kapısı askerler. Hele fotoğraf stüdyoları bir alem. Her fotoğrafçıda, acemi askerlerin kuşanıp fotoğraf çekildikleri çeşit çeşit sahte askeri teçhizat bulunuyor.

Fotoğrafçı vitrinlerini bizim görmediğimiz hedeflere makineli tüfeklerini doğrultmuş ya da el bombası sallayan asker fotoğrafları süslüyor.

Stajın ilk günü hazırladığım staj defterini yanıma alıp ToprakSu binasına gittim. Benden başka iki stajyer daha var. İkisi de Burdurlu çocuklar. Tanışma faslından sonra Başmühendisin bizi göreceğini söylüyorlar. Koridorda üç saat kadar oturuyoruz. Başmühendis beyin başı kalabalık. Odaya giren çıkanın haddi hesabı yok. Bir ara sanırım tuvalet gereksinmesi için aceleyle dışarı çıkıyor. Biraz sonra yıkadığı ellerini silkeleyerek odasına dönerken gözü bize takılıyor.
– Siz kimi bekliyorsunuz?
– Biz yeni stajyerleriz efendim.
Bir an anımsamaya çalışıyor. Sonra bize hiçbir şey söylemeden odasına giriyor. Biraz sonra odasının kapısındaki zil çalıyor. Görevli biri aceleyle Başmühendis odasına koşuyor. On saniye sonra çıkarak eliyle bizi içeri çağırıyor. Ürkek adımlarla giriyoruz. Başmühendis bize eliyle önündeki koltukları gösteriyor. Saygıdan arkamıza yaslanmadan koltukların ucuna ilişiyoruz. Bize okullarımızı, staj süremizi vb. sorup defterlerimizin ilk sayfasını imzalıyor. Sonra yine zili çalıyor. Gelen kişiye;
-Formen odası boş mu, diye soruyor.
Konuşmaların sonucunda odaya bizim için bir masa ve üç sandalye konulması kararlaştırılıyor.
-Şimdi bunlar akşama kadar bir masa, üç sandalye bulamaz. Siz buralarda sefil olmayın. Şimdi gidin, sabah mesai saatinde gelirsiniz, diyor Başmühendis Bey.

Stajyer arkadaşlarla Burdur’un içine gidiyoruz. ToprakSu Burdur’un yeni gelişen en dış mahallelerinden birinde. Yeri oldukça sapa. Bir pastaneye oturup, dostluğu ilerletiyoruz. Sonra onlar ayrılıyor. Benim yapacak bir şeyim yok. Akşama kadar şehir parkında zaman geçiriyorum, sokakları dolaşıyorum.

Staj tekdüze sürüyor. Sabah servise binme hakkımız var. Kimse bizimle ilgilenmiyor. Sanki biz görünmez insanlarız. Odamıza giriyoruz. Yapacak hiçbir şey yok. İkinci günden sonra satranç getiriyoruz. Akşama kadar satrancın başındayız. Ben yaşamımda bu kadar yorulduğumu anımsamıyorum. Boş durmak en yorucu etkinlik. Yaz günü, uykumuz geliyor. Nasıl olsa bir odada unutulmuşuz. O rahatsız sandalyelerde içimiz geçiyor, başımız düşüyor. Perişan durumdayız.

Evde Zeynel’le aramız çok iyi. Ara sıra akşamları ablamla ev arkadaşı geliyor. Zeynel saz çalıp türkü söylüyor. Bazen akşamları parka gidiyoruz. O zamanlar her parkta bir video oynatıcı var. Bağırta bağırta film oynatılıyor. Parkta bekarlara ayrılan masalara oturup film izliyoruz. Ailelerin masaları ayrı.

Bir kaç gün sonra stajdaki unutulmuşluğa isyan ettim. Staj defterimi alıp koridora çıktım. Yakaladığım ilk kişiye staj defterimi gösterip, bu nasıl dolacak, diye dert yandım. Rastladığım kişi teknisyenmiş. Beni proje arşivi diye bir odaya götürdü. Burada görevli sevecen bir kadın memur var. Beni götüren kişi stajyer olduğumu, staj defteri dolduracağımı söylüyor. Kadının binada stajyerler olduğundan haberi yok. Zaten kimsenin bizden haberi yok. Ama binada herkes harıl harıl çalışıyor. Sabahları camdan göreve çıkan arabaları, arabalara yüklenen ekipmanları izliyoruz.

Arşiv görevlisi abla yardımcı olmak için çırpınıyor. Raflardan bir sürü eski proje çıkarıyor. Geri vermek koşuluyla istediğimi ödünç alabileceğimi söylüyor. Neredeyse ablanın elllerine sarılıp öpesim geliyor. İlk kez ilgilenen biri çıktı. Yanıma bir kanalet sulama, bir de bent projesi alıp odaya dönüyorum.

O günden sonra staj defterimi yazmaya başlıyorum;
“Bugün Başmühendisimiz Oğuz beyle, Yeşilova kanalet sulama projesini incelemek üzere arazideyiz.”
Düş gücümden gelen staj gezileri, incelemeler, çarşıda fotokopi çektirdiğim deftere yapıştırılmış çizimler… Staj defterimi okuyan, yaptığımız dolu dolu staja imrenecek. İki arkadaşım da ben yazdıkça aynısını staj defterlerine kopyalıyorlar. Nasıl olsa farklı Üniversitelerdeyiz. Staj defterlerimizin aynı olduğunu kimsenin bilme şansı yok.

Bir hafta sonu Antalya’da staj yapan kankalarım Verda ve Tanju Antalya’dan, Ankara Hukuk’ta okuyan birlikte büyüdüğümüz Mehmet arkadaşım Ankara’dan geliyor. Burdur’da buluşuyoruz. İlk durağımız İnsuyu mağarası.


İnsuyu mağarası içindeki ışıklandırılmış yürüyüş yolları, sarkıt, dikit ve çeşitli biçimlerdeki kaya oluşumları ile büyüleyici bir yer. En dipteki yeraltı gölü ise dibi görünen saydamlığı ile göz kamaştırıyor.
Mağaradan çıkınca tuvalete gitmek istedik. Kapıda sıra sıra turist otobüsleri… İnsuyu Antalya’da otellerde kalan turistler için günü birlik turlar düzenleyen firmaların gözdesi. Ancak koca İnsuyu mağarasında bir kafenin birer kişilik kadın ve erkek tuvaletinden başka tuvalet yok. Tuvalet kapısında sıra var. Bizden önce giren bir Alman kadın çığlıklar içinde kendisini dışarı atıyor. Tuvaletler inanılmaz pis. Tuvalet taşları mozaikten dökülmüş. Sinek orduları uçuşuyor. Böylesine turistik bir yerde bu kadar pis tuvaletler olması inanılmaz. (Sonraki yıllarda Antalya’da çalışırken İnsuyu Burdur il sınırları içinde olmasına karşın Antalya turizmine çalıştığı için bin bir uğraşla o zamanki Antalya Valisi’nden randevu alıp, İnsuyu’ndaki tuvalet rezaletini anlatıyorum. Durumdan haberi olduğunu, kısa sürede bir çözüm oluşturmak için harekete geçtiğini söylüyor. Bundan bir yıl sonra İnsuyu’na çağdaş ölçülerde tuvaletler yapılıyor.)
İnsuyu mağarası Çine köyüne çok yakın. Verda Çine köyünden. İnsuyu mağarasını bulan köylü ilk olarak Verda’nın babasına haber vermiş. Babasının İnsuyu mağarasının keşfedilmesinde büyük emekleri geçmiş. Hatta mağara girişlerinin birinde yaralanmış da. Mağaranın kapısındaki pirinç tabelada  adı geçiyor.

İnsuyu Mağara’sından sonra Verda’ların Çine köyündeki çiftliğine geçiyoruz. Arkadaşım Verda babasını yitirdikten sonra çiftliğe ilk kez geliyor. O yüzden çok duygusal. Evin her köşesi anılarla dolu. Verda’yı avutmaya çalışmıyoruz bile. İnce ince ağlıyor.

Bir süre sonra çok acıktığımızın ayırdına vardık. Ama yanımızda yiyecek bir şey de yok. Verda dolapları karıştırınca eskiden kalmış bir torba bulgur buluyor. Kaç yıllık olduğu belli değil ama sağlam görünüyor. Bulguru sade suda pilav diyemesem de pilava benzer bir aş yapıp ortaya koyuyoruz. Ben o günden bu yana geçen yaşamım boyunca o gün yaptığımız bulgur aşından daha güzel bir pilav yemedim.

Arkadaşlarım döndüler. Ben de tekdüze yaşantıma geri döndüm. Staj defterim hemen hemen yarısına geldi. Arşivci memur staj hocam gibi oldu. O olmasa staj defterine ne yazacaktım, bilmem.

Ablam ve ev arkadaşı taşınıyor. Apar topar bir çatı katı bulup zaten az olan eşyalarını taşıyıveriyoruz. Neden mi apar topar?

Ablamların üst katında ev sahibi, iç güveyi olan damadı ve kızıyla birlikte oturuyorlar. Alt katı da ablamlara kiraya veriyorlar. Bir gün kızının altınları yok oluyor. Şerefsiz adam, ablamları hırsızlıkla suçluyor. Oysa hayırsız damat zaten kumar tutkusu yüzünden polisin çok iyi tanıdığı biri. Ufacık bir soruşturma sonucunda damadın kumar borcu için kendi eşinin altınlarını çaldığı ortaya çıkıyor. Ancak ev sahibinin iftirası ablamın çok ağırına gidiyor.

Ablamların yeni ev sahibi Tefennili yaşlı bir adam. Burdur küçük bir yer olduğu için hem eski ev sahiplerini tanıyor, hem de olayın tamamından haberdar. Sinirden köpürüyor, eski ev sahibine söylemediğini bırakmıyor.
– Ben ona bir tokat ataaasam, onu çivi gibi toprağa çakağan, diyor tatlı şivesiyle. Adamın ceketinin ucuna asılmış somurtkan, tombiş suratlı beş yaşlarındaki torunu dedesinden sonra tekrarlıyor.
-Çivi gibi çakağan…

Ablamların yeni ev sahibi çok iyi ve sevecen bir adam olduğu için, eski ev sahibinin yüzünden eski evlerine gidemediğiniz halde, artık Zeynel’le ben de ablamların evine gidebiliyoruz.

Ankara’dan ablamın dairesinde çalışan tarım teknisyeni olan Adanalı arkadaşımız Ersan’ın abisi Antalya’da oturuyor. Ablam Fatmanur Caner (o zaman Hakyemezoğlu), ev arkadaşı ve ben, Ankara’dan gelen Ersan arkadaşla Antalya’da buluşuyoruz. Ersan’ın abisi ve yengesi dünya iyisi insanlar. Yenge bizim için çok emek gerektiren Adana işi yemekler hazırlamış. Abi taş gibi devrimci, sendikacı. Çok da karakol, hapis, hücre görmüş. Ancak belki de bu çileler ters tepmiş, obezlik ölçüsünde şişmanlamış.

Ersan anlatıyor, abisi dahil hepimiz gülüyoruz:
– Abimleri işkencede başlarından tekerlek geçirip dövüyorlarmış. Yere düştükçe tekerlek  yüzünden kalıcı hasar kalmıyormuş, onlar da abimleri duvardan duvara çarpıyorlarmış Ancak abime uyan tekerlek bulamamışlar. Polisler gidip YSE’den greyder tekerleği almışlar.
Ya da:
– Abimlerin grubu tek tip elbiseyi protesto etmek için eylem kararı alıyorlar. Açlık grevine karar veriyorlar. Abim, her eylemde varım, açlık grevi asla! Onun yerine ben kendimi yakayım, diyor.

Ertesi gün ilk olarak dolmuşla Düden şelalesine gidiyoruz. Antalya’nın sıcağında burası cennetten bir köşe. Suların serinliğinden ayrılmak istemiyor insan.
Daha sonra dolmuşa binip Aksu’ya gidiyoruz. Perge antik kenti Aksu’ya üç kilometre uzaklıkta. Dolmuş bizi Perge antik kentinin kapısına kadar bırakıyor. Gerçekten görkemli bir antik kent olan Perge’yi geziyoruz. Tiyatrosu, gimnazyumu, agorası, anıtsal kapısı… Tiyatrodaki sahne frizlerini hayranlıkla izliyoruz.

Bu arada Ersan’ın yengesinin yaptığı acılı Adana işi yemekler etkisini göstermiş durumda. Dördümüzde de büyük tuvalet gereksinmesi doruğa çıkmış durumda. İvedi çözüm bulmazsak durumumuz hiç açıcı değil.
Ören yerinin bekçisine tuvaleti soruyoruz. Yıl 1985. İnanır mısınız, Perge antik kentinde tuvalet yok. Antalya Müzesinin görevlisine şaşırmış gözlerle bakıyoruz.
– Burada her yer tuvalet. Bulun bir köşe yapın, diyor.

Olabilir mi böyle bir şey? Bir süre ören girişinde dolmuş bekliyoruz. Dolmuş yok. Artık dayanacak halimiz kalmadı. Aksu Perge arasındaki üç kilometrelik yolu yürümeye karar veriyoruz. Yol bahçelerin arasından kıvrıla kıvrıla giden eski, dar bir asfalt yol. Hızlı hızlı yürümeyi sürdürüyoruz. El ettiğimiz hiçbir araba bizi almıyor. Yol kıyısında bahçenin birinde patır patır büyüğünü yapan bir inek görüyoruz.
Ersan:
– Ah, şimdi inek olmak varmış, diyor.

Uzaktan Aksu’yu görünce artık yürümeyi bırakıp koşmaya başlıyoruz. Aksu’nun Perge sapağında genel tuvalet var. Kendimizi zor atıyoruz. Tavan asma çatı. Kadınlar tarafıyla erkekler tarafı arasında hiç bir ses yalıtımı yok. Bizim onu düşünecek halimiz mi kalmış! Bu kadar işkencenin sonunda zincirlerimizi serbest bırakmışız. Çıkışta ise pek göz göze gelmemeye çalışıyoruz.

Staj defterim oldukça doldu. Bir sabah bütün cesaretimi toplayıp, defterim elimde Başmühendisin odasına giriyorum. Adam bana ilk kez görmüş gibi bakıyor.
– Sen kimsin?
-Ben stajyerim efendim. İlk geldiğimiz gün görüşmüştünüz.
-Ha, evet,  geç otur, diyor, Başmühendis.
Biraz utanma mı sezdim halinde?
-Bizim için en yoğun dönem yaz dönemidir. Bütün inşaatlar yaz dönemine sıkışıyor. O yüzden ilgilenemiyoruz sizinle.
Evet, yanılmamışım. Biraz utanıyor.
-Siz ne yaptınız?
-Biz bir şey yapmıyoruz. Ama ben staj defterimi bayağı ilerlettim. Size göstermeye geldim.

Defterimi uzatıyorum. Yavaş yavaş sayfaları çeviriyor. Sayfaları çevirdikçe yüzüne bir şaşkınlık ifadesi gelip oturuyor.
-Bunları nereden buldun?
-Arşivdeki abla yardımcı oluyor.
Sayfaları çevirmeyi sürdürüyor. Birden yüksek sesle gülmeye başlıyor.
– Yahu, bu projelerin hepsini birlikte gezmişiz seninle.
Ben de gülmeye başladım. Odadaki buzlar biraz eridi.
Başmühendis Oğuz bey:
– Kurt olacak yavru, yavruluğundan belli olur, dedi.
Biraz daha konuştuktan sonra, Oğuz bey:
-Yarın sabah yedide kapıda ol. Gece de geç döneriz. Evin falan varsa söylersin.
Defterim elimde odaya döndüm. İçim içime sığmıyor. İyi ki cesaretimi toplayıp, odasına gitmişim.

Akşam döndüğünde Zeynel’i birlikte kaldığımız evin kapısında beni beklerken buldum. Gündüz evi boşaltmış. Benim bavulu da taşımış. Fazla bir şey sormaya gerek yok. Burdur’un ünlü sözü; tozlu Burdur, sözlü Burdur. Ablamların gelip gitmesine mahallelimiz tepki göstermiş
Ev sahibi  evi boşaltmamızı istemiş. Birlikte yeni eve doğru yollanıyoruz. Ev bizim değil. Zeynel yeni bir ev bulana kadar Fransızca öğretmeni bir gencin evine geçici olarak taşınıyoruz. Tanıştık ama nedense bu çocuğa kanım hiç ısınmadı. Onun da benden hiç hoşlanmadığını hissediyorum. Neyse, sayılı gün çabuk geçer. Birkaç güne kadar yeni bir ev buluruz nasılsa.

Ertesi gün beş buçukta uyandım. O saatte servis olmadığı için şehir dışında sayılabilecek ToprakSu’ya yürüyerek gideceğim. En az bir saat sürer. Yediye çeyrek kala müdürlüğün önündeyim. Araba yola çıkmaya hazır ancak Oğuz bey bana yedi dediği için arabayı bekletmiş. Erken geldiğim için seviniyor, hemen yola çıkıyoruz. Yol boyunca bana çok değerli bilgiler aktarıyor. İlk kez gerçekten mutluyum. Bunu bileğimin hakkıyla elde ettim. Diğer iki stajyer arkadaşım, niye yalnız seni götürüyor, diye sorduklarında, bilmiyorum, demiştim. Ancak nedeni çok iyi biliyordum.

İlk durağımız bir su bendi inşaatı. Müteahhit üst kodu yanlış yapmış. Bir yandan beton dökülüyor. Başmühendis işi durduruyor. Müteaahhit bu işe çok bozuluyor. İleri geri konuşuyor. Büyük tatsızlık çıkıyor. Onlar elli kişi, biz üç kişiyiz, biri şoför, biri çocuk ama Başmühendisimiz çok deneyimli. Kimbilir sahada bu tür durumları kaç kez yaşamıştır? Tavrını kesin olarak ortaya koyuyor.
-Ya bu işi düzeltirsin ya da sıttın sene Toprak Su’dan iş almayı unutursun, diyor.
Arabamıza binip arkamızda taş heykeller gibi donakalmış birbirine bakan adamları bırakıp uzaklaşıyoruuz. Ben çok gerilmiş dırumdayım ama Başmühendis gayet sakin.
İnşaatı süren iki su yapısına daha gidiyoruz. Son gittiğimiz şantiye Dirmil yaylasına çok yakın. Saat de öğleden sonra üç oldu bu arada. Dirmil’de bir su kaynağının başına gidiyoruz. Burada tandır yapılıyormuş. Masalar derenin içinde. Masada bardaklar var. Suyu ayağımızın altında akan soğuk sulardan içiyoruz.
Rakılar da açılınca günü kaynak başında bitiyoruz. Bana içer misin,  diye soran yok. O zamanki değerler gereği benim büyüklerimin yanında alkollü içki içmemem çok doğal. Öte yandan Başmühendis henüz öğrenci olan stajyeri ile içki içemez. Gece geç zamanda Burdur’a giriyoruz.

Staj bitene kadar bir umutla bir görev gezisi daha bekledim. Ama Başmühendisi bir daha yalnızca staj biriminde görebildim.

Evdeki ilişkiler kötü. Fransızca öğretmeni kendisine “çeyiz” olarak bir buzdolabı almış. Ne zaman dolaba yaklaşsam, dibimde bitiyor. Yiyecek miyim dolabını kardeşim?
Bir hafta sonu Antalya’ya Verda’lara gidiyorum. Birlikte Beldibi’nde orman kampına gidiyoruz. Denize girip güzel bir gün geçiriyoruz. Günlerden Cumartesi. O gece Verda’nın evinde kalacağım. Şimdi yitirdiğimiz annesi kanatları alınmış bir melek. Harika yemekler yapmış. Konuğunu rahat ettirmek için çırpınıyor.
Benim için bir oda hazırlamışlar. Ben denizde fark etmeden yanmışım. Antalya alışık olmayan için yeryüzündeki cehennem. O zamanlar klima çok yaygın değil. Salonda bir tek pencere tipi klima var. Odalarda yok. Sabaha kadar terden sucuk kesiyorum. Yabancı ev olduğundan kalkamıyorum da… Sabaha kadar ıslak çarşafımın üzerinde hiç uyumadan oturuyorum. Sabah gün aydınlanırken ses yapmamaya çalışarak kendimi balkona atıyorum. Hava biraz serinlemiş gibi. Balkondaki şezlongta biraz kestiriyorum.

Pazartesi günü çalışma haftasına başlıyorum. Staj bildiğimiz gibi. Staj defterimi doldurmayı sürdürüyorum.

Akşam eve döndüğümde Zeynel üç parça eşyamızı ve benim bavulu toplamış evin önünde beni bekliyor. Acaba ev mi buldu? Hayır. Fransızca’cı su koyuvermiş. Bir kaç sefer yapıp eşyalarımızı ablamın evine taşıyoruz. Bu gece evimiz yok. Ayrıca kimsede otele harcayacak kadar para yok.
Bir saatten sonra yürüye yürüye o zaman şehir içinde olan Burdur terminaline gidiyoruz. Bu gece evimiz terminal. Gece terminalin banklarında uyuyoruz.

Terminal polisi bir kaç kez içeride dolaşıp banklarda yatan evsizleri süpürüyor. Biraz dışarıda kalıp yine içeri girip bir banka ilişiyoruz. Zeynel bir ara ortadan kayboluyor. Bir süre sonra dönüyor ve “rahat ol, toprağım olan bir polis memuru buldum, bizi çıkartmayacaklar” diyor. O rahatlıkla tahta banklarda kaygısız bir uykuya dalıyoruz. Ahh, gençlik! Ne güzelsin.

Ertesi gün stajda arkadaşlara durumu anlatıyorum. Çocuklar çok üzülüyor. Yeşilovalı arkadaşım öğlen ortadan yok oluyor. Öğleden sonra üç gibi dönüyor. Babası bizi evlerine çağırmış. İstedikleri kadar kalsınlar, demiş. Ne güzel insanlar var.
İş çıkışı Zeynel’i de alıp arkadaşımızın Burdur’un öbür ucundaki evlerine yollanıyoruz. Zeynel önce kabul etmek istemiyor. Çünkü utangaç bir insan. Bin bir dil dökerek razı ediyoruz. Arkadaşımın evi iki katlı bahçe içinde bir ev. Bahçede bir traktör var. Bayağı bir köy evi burası. Babası evi kendi elleriyle yapmış. Aslında köydeki düzenleri kurulu duruyor. Arkadaşım ve ablasını okutabilmek için Burdur’a taşınmış. Arkadaşımın ablası da okulu tatil olduğu için o sıra evde ama Ankara’da Gazi Eğitim’de öğretmenlik okuyor.

Zeynel çok sessiz. Arkadaşımızın babası onu açmaya çalışıyor ama utangaçlığından kısa kısa yanıtlarla geçiştiriyor. Yemek masası hazırlanıyor. Tertemiz bir ev burası. Üstelik evin içinde gerçek bir eşitlik rüzgarı esiyor. Mutlu bir ev, bunu iliklerimize kadar yaşıyoruz.

Zeynel’i masada oturttukları yer karşısındaki duvara bakıyor. Duvarda Atatürk ile temsili Hz. Ali resmi yanyana asılmış. Benim daha önce gördüğüm resimleri Zeynel çorba kaşığını ağzına götürürken görüyor. Kaşık elinde öylece kalıyor.

Birden yüzü aydınlanıyor Zeynel’in.
-Şerefsizim anlamıştım, şerefsizim hissetmiştim, diyor yüksek sesle.
– Neyi anlamıştın, diyor arkadaşımın babası.
– Alevi olduğunuzu.
– Ne ilgisi var, diyor adam. İnsan olmaktır, önemli olan. Ben size evimizi açarken alevi mi, sünni mi diye sormadım.

Yok, Zeynel’e bu sözler geçmez. O andan başlayarak tüm çekingenliği geçiyor. İlerleyen saatlerde saz da ortaya çıkınca bir müzik şöleni sunuyor bize. Coşkusu hepimize bulaşıyor.

Bir gün daha kalıyoruz o evde. Ancak Zeynel tüm çabasına karşılık ev bulamadı. Daha fazla bu insanlara zahmet veremem, bu kadar konukluk yeter, diye tutturdu. İki günden sonra vedalaşıp Burdur otobüs garajındaki banklara geri dönüyoruz.

Ertesi gün Zeynel zorla bir çatı odası bulmuş ama ev sahibi teyzemin koşulu tek başına kalması. Bunun için bile kadının akrabaları araya girip zorla razı etmişler. Dört katlı apartman merkezdeki parka bakıyor. Zeynel’in kalacağı oda zamanında teyzemin eşi sağ iken çatıdaki terası daha iyi değerlendirmek için yapılmış. İçinde uydurma bir banyo ve tuvalet, küçücük bir mutfak ve eski kollu bir buzdolabı var. Ben yine açıktayım.
Zeynel’in çözümü hazır. Gece belli bir saate kadar bekleyeceğim, insanlar uyuyunca gizlice eve gireceğim, sabah erkenden kimse uyanmadan çıkacağım. Ancak ben bunu kabul etmek istemiyorum. Zaten zorla bir oda buldu, benim yüzümden yine evsiz kalmasını istemiyorum. Benim yüzümden tüm düzeni bozuldu ama bir kez of bile demedi.

Başka hiçbir çözümü kabul etmeyen Zeynel’in yöntemini deneyeceğiz. Geç saate kadar şehir parkında film izleyerek zaman geçiriyoruz. Sonra Zeynel eve çıkıyor. Ben evin baktığı parkta oturuyorum. Gece 2 gibi Zeynel terasa çıkıp işareti çakıyor. Kapı otomatiğinin sesi duyulmasın diye çıplak ayakla en alta iniyor, kapıyı yavaşça açıyor. Ayakkabılarımı elime alıyorum, karanlıkta en üste kadar sessizce çıkıyoruz.
Geriye dönüp baktığımda eğlenceli gibi görünen bu durum aslında oldukça sıkıntılı. Odanın içinde fısıltı ile konuşuyoruz. İki kişi olduğumuz anlaşılmasın diye terlik kullanmıyoruz.

Çarşıda bir lokanta var. Bütün bekar memurlar burada yemek yiyor. Sahibi aynı zamanda lokantanın da aşçısı. Kendisi tezgah başında yemek servisi yapıyor. Ayın 15’i gelince hiçbir memurda para kalmıyor. Bir köşedeki küçük masanın üzerinde bir veresiye defteri var. Adam defterle hiç ilgilenmiyor. Yemeğini bitiren masaya gidip yediğini deftere yazıyor. Ay başında maaşlar alınınca hesap görülüyor. O kadar zaman boyunca lokanta sahibinin bir kez bile masadan yana baktığını görmedim. Herşey güven temelinde yürüyor.

Stajımın sonuna yaklaşıyorum. Çatıda yakalanmadan neredeyse on gün geçirdik. Beş gün daha yakalanmazsak stajım bitecek. Zeynel de evsiz kalmaktan kurtulacak. Stajın bitmesine yakın işyerinde de çok mutluyuz. Teskere günü sayan askerler gibiyiz. Staj defterlerimiz tamamlandı. Ayrılırken imzalatacağız. Öyle staj defterlerimiz var ki okuyan tüm hocalarımız Türkiye’nin gelmiş geçmiş en verimli stajını geçirdiğimizi anlayacak. Yapıştırma çizimlerden defterlerimiz kapanmıyor bile. Bazı çizimler akordiyon gibi açılarak masaya yayılıyor.
Staj bitimine iki gün kala teyzeye yakalandım. Zeynel teyzeye sadece o gece için geldiğime, bir gece kalacağıma yeminler ediyor. Teyze dinlemiyor, beni kapı dışarı ediyor. Ama en azından Zeynel evden atılmaktan kurtuluyor.

Sonraki iki gün Burdur otobüs garajındayız. Zeynel iki gece evine gitmiyor, benimle birlikte banklarda sabahlıyor.

Son günden bir gün önce staj defterlerimizi onaylatıyoruz. Başmühendis diğer iki stajyerin defterlerinin bire bir aynı olmasını görmezden geliyor çünkü bu duruma idarenin ilgisizliğinin neden olduğunu çok iyi biliyor. Bizimle ilgilenemediği için üzgün görünüyor. Bize kahve ısmarlıyor. Ayrılırken masasından kalkıp tek tek elimizi sıkıyor.

Burdur otobüs terminalinde ablam, ev arkadaşı, Zeynel ve staj arkadaşlarım Antalya’dan gelecek olan Ankara arabasını bekliyoruz. Benim açımdan hüzünlü bir ayrılık bu… 45 güne neler sığdırdık? Zeynel’i ve benim için katlandıklarını asla unutmayacağım. Otobüsüm geliyor. Sarılıp ayrılıyoruz. Duygusal köy çocuğu Zeynel ağlıyor. Otobüs terminalden çıkana kadar birbirimize el sallıyoruz. Derken otobüs köşeyi dönüyor. Arkadaşlarım ve yaşamımın bir parçası gözden yitiyor.

Serdar Hakyemezoğlu

Yazarın dergimizde yayınlanan  Batan Tek Gemi Struma Değildi yazısını okumak için tıklayınız.

Serdar Hakyemezoğlu
11

Bu yazıyı da okuyabilirsiniz

Çocukluk Çağımız Daha Güzeldi Sadi Geyik

Anı

Bir yorum var

  1. Biraz komik, biraz hüzünlü,senin de yazdığın gibi “ah gençlik” dedirten bir anı öykü. Özünde bir dostluk, yoldaşlık, fedakarlık öyküsü.Zeynel ne güzel bir insanmış. Bütün düzeni alt üst olduğu halde ses etmeden alternatifler yaratan, ev arkadaşına her zaman kol kanat geren gerçek bir arkadaş. Yardımcı olan diğer arkadaşları da takdir ettim. Staj yaptığınız kurumun ilgisizliği, gençlere gelecekteki mesleklerine ilgili hiç yardımcı olmamaları ne kötü bir durum. Anadolu şehirlerinin o körü körüne bağlı olduğu o saçma ön yargılar, gelenekler insanın yaşantısını zora sokmaktan başka işe yaramayan davranışları.

    Ama yine de eğlenceli, maceralı bir staj olmuş. Hayatına çok şey kalmıştır eminim.

    1

Bir cevap yazın