Doğudan Batıya Atlantik Canan Alican Tekpınar

ALTI GÜNDE DOĞUDAN BATIYA ATLANTİK 

Barcelona, Gibraltar, Lizbon, Funchal

Yıllardır tekneyle Atlantik okyanusunu geçenlerin hikâyelerini okuyup, iç çeker dururduk. Bizim küçük teknemizin değil geçmek, Atlantik’in adını duysa titremekten bütün vidaları gevşeyeceğinden, bu işi yapmak istiyorsak ve bu yaştan sonra Atlantik’i geçen en yaşlı denizci unvanı için de yarışmayacaksak, daha makul, uygulanabilir bir yöntem bulmak gerekiyordu ki sağ olsun çağımızın mucizesi İnternet, bu olanağı-biraz araştırma sonucu- karşımıza çıkardı; Costa Serena!

Costa Serena Gemisi

Gemi

Tekne ise tekne, Atlantik’se Atlantik, ne olmuş boyu 295 metre ise, ne gam yelkeni yoksa!

Bu ünlü İtalyan yolcu gemisinin, bütün yaz İstanbul ve İzmir’e de uğrayarak yaptığı Akdeniz kıyı seferleri sonrası, güney yarı küre yazı nedeniyle İtalya’nın Savona limanından hareketle Brezilya’nın Sao Paulo kenti limanı olan Santos’ta son bulan bir tur düzenlemiş olduğunu öğreniyoruz. Geminin zorunlu transferi nedeniyle yılda iki defa tekrarlanan bu turlar, Kasım sonu Avrupa’dan Güney Amerika’ya, Mart sonu oradan tekrar Avrupa’ya yapılıyor. Eğer takip edip yakalarsanız, çok uygun olabilen fiyatlarla on yedi gün süren son derece eğlenceli ve konforlu bir Atlantik geçişi yapabiliyorsunuz. Ayrıca denizden Ekvator’u geçeceğiniz için kaptan tarafından imzalanmış bir de şık sertifikanız oluyor.

Daha önce birkaç kere Amerikan yolcu gemileri ile seyahat tecrübemiz olduğundan İtalyanların bu işi nasıl yaptığını merak etmekteyiz. Gemi hakkında yapılmış bir belgesel dizisini National Geographic TV kanalında bir süre önce izlemiş olmamıza rağmen ilk izlenim epeyce şaşırtıcı ve hatta endişe verici!

Her zaman olduğu gibi değişik milletlerden üç bin insanın kontrollerden geçip gemiye binmesi saatler alıyor. İlk dikkatimizi çeken, alışık olduğumuz Amerikan disiplininden çok uzak ve adeta kimin ne yaptığının belli olmadığı bir karmaşa görüntüsü oluyor! Bu keşmekeş ve karambol yol boyu devam ediyor ama her nasılsa işler fazlaca bir aksama olmadan yürüyor. Herhalde İtalyan tarzı bu olsa gerek!

Bizim için formaliteler eğer muhatabınız Avrupalılar ise başkalarından bir misli zor, çünkü pasaportunuzdaki “Türk” ibaresi, görevlinin yüz ifadesinin birden donuklaşmasına, hemen telefona sarılıp bir yerleri aramasına veya kolunuza girip sizi diğerlerinden ayrı bir odaya alma teşebbüsüne neden oluyor. Gemiye biniş sırasında bu tavır üç değişik noktada art arda tekrarlanınca, sonuncuda sabrımız taşıyor ve sert tepki veriyoruz. Nihayet öfkeyle kamaramızı bulup, üstüne bagajımız da iki saat gelmeyince sinirler iyice geriliyor. Saatlerdir açız ve herhalde gemi iyi bir hoş geldin yemeği hazırlamıştır diye düşünürken, bir de ne görelim, büfede sadece Pizza Margarita var!

Şimdi gülüyoruz ama o sıradaki samimi düşüncemiz şu; Bu İtalyanlar bu kadar uzun bir yolculuğu öyle ucuza sattılar ki herhalde bizi domates sosu ile ıslatılmış hamurla on yedi gün idare edecekler! Tabii ki öyle olmuyor ve İtalyan mutfağı, bizimkine benzerliği ve nefaseti ile daha önce hiçbir gemide olmadığı kadar bizi mutlu ediyor.

Gemide akşam yemeği

Uzun süreli gemi yolculuklarına çıktığımızı duyan herkesin sorusu “sıkılmıyor musunuz” oluyor. Hayır, sıkılmıyoruz ama maalesef her yolculukta kilo alıyoruz. Bu büyük yolcu gemilerinde yolcuların sıkılmaması için her şey fazlasıyla düşünülmüş. Kütüphanede bulmaca sevenlere günlük bulmacalar bile hazır. Yüzme, koşu, aletli jimnastik, yoga, dil ve sanat kursları, sinema, tiyatro, gösteriler, her saat, her tür canlı müzik, lokanta ve barlar, dans, kütüphane, internet odası, sauna, masaj, kuaför ve güzellik salonu zaten tüm gemilerde artık standart hizmetler kapsamında. Bazı daha büyük ve yeni gemilerde ise kaya tırmanışından buz pistine, çocuklar için luna parka kadar akla gelmeyecek özellikler bulunuyor. Ayrıca okyanus geçişi yapanların bir kısmında sallantıya karşı stabilizatör var ki gerçekten yararı inkâr edilmez.

Bu gezinin en ilginç yanı, güzergâhı. İtalya’dan çıkıyor, önce Barselona’ya sonra Cebel-i Tarık’a ve kuzeye dönüp Lizbon’a uğruyor, oradan güney batı rotasıyla Madeira adasında Funchal’e geliyor. Daha sonra Afrika’nın batı kıyılarına paralel devam edip, Cape Verde adalarının ışıklarını görecek kadar yakın seyrediyor ve altı günde ekvatoru geçerek Brezilya’nın en kuzeyinde Recife’ye ulaşıyor. Sonra güneye dönerek sırasıyla Maceio, Salvador de Bahia, İlheus ve Rio de Janeiro’ya uğradıktan sonra, Santos’ta geziyi sonlandırıyor.

Barcelona

Savona-Barcelona arasında deniz oldukça sakin fakat Gibraltar’a gelirken kuzey batı rotasında tüm yolculuğun en kötü denizine rastlıyoruz. Oradaki sert şartlar bizi Atlantik konusunda endişelendiriyor ama koca okyanus bize bir kedi yavrusu kadar uysal davranıyor. Günlerce hayranlık ve minnetle o sınırsız su kütlesinin nasıl böylesine çarşaf gibi kıpırtısız olabildiğini izliyoruz. Deniz tutması için her ihtimale karşı aldığımız ilâçlar da kullanılmadan geri geliyorlar.

2007 yapımı olan gemi, adeta tema olarak seçildiğini düşündürecek kadar abartılı bir “kitsch” (aslının bayağı kopyası, banal, rüküş) abidesi! O kadar ki, sonraları gözümüz alışmakla beraber ilk bindiğimizde şoka uğramış durumda her yeri inanmaz gözlerle dolaşıyoruz. Artistik yaratıcılıkları, sanat ve estetik alanındaki dehâları ile tanıdığımız İtalyanların böyle bir şeyi isteyerek yaptıklarına inanamadığımız için, Amerikan gemi firmalarına, o zevke göre yaptırdıkları veya özgün olmaya çalışırken kazaen böyle çıktığı gibi teoriler geliştiriyoruz ama geminin Cenova’da 2007 yılında yapıldığını öğrenince hayretimiz büyüyor. Dönünce özel olarak araştırıyorum. Hiç bir rengin ve şeklin uyum içinde olmadığı, en çirkin ve rahatsız edici renk ve malzemelerin birlikte kullanıldığı bu tasarım şayet bilinçli yapıldıysa, gerçekten amacına ulaşmış! Araştırmamın sonucu Amerika’yı işaret etmekte haklı olduğumuzu gösteriyor. Geminin iç mimarı Florida’dan Joe Farcus ve tema da “kitsch” değil, Yunan ve Roma mitolojisi!

Gemide ekvator geçişi şenlikleri

Joe Farcus’un mitoloji kavramının omurgasını teşkil eden “Pantheon Atrium” resepsiyon katının üstünde dokuz kat yüksekliğinde devasa bir boşluk oluşturuyor. Bir duvarına kötü bir pavyon hissi veren çivit mavisi ve siklâmen pembesi neon ışıklı şeffaf asansörlerin yerleştirildiği bu alana, kadın ve erkek vitrin bebekleri soytarı gibi giydirilip yalıtım köpüğünden bulutların üstünde katlardan aşağı sarkıtılmış. Bunların Yunan Tanrıları olduğu rivayet ediliyor(!)

Bu manzara insana “biri bizimle dalga geçiyor!” dedirten cinsten. Miami’de mimari okumuş olan Farcus, Carnival Cruise şirketinin gemilerini 30 yıldır tasarlıyormuş. Costa ile Carnival ayni gruba ait olduğundan, İtalyanları da bu yetenekten mahrum bırakmamış! “zevkler ve renkler..” diye başlayan klâsik deyişi tekrarlıyor, uyumsuzluktan da para kazanılıyormuş demek, diyerek Farcus’a şanslı meslek hayatında başarılar diliyoruz.

Yolcu profili önceki yolculuklarımızdan çok farklı. Yönetimi ve politikaları hakkındaki duygularımızı bir yana bırakırsak Amerikalılar halk olarak nazik, saygılı, iyi niyetli ve bize karşı Avrupalılara nazaran daha az ön yargılı insanlar. Onlarla dolu bir gemide akşam yemekleri gerek kıyafet, gerekse tavır ve davranış açısından tören ciddiyeti içinde geçiyor, yemek sırasında çatal bıçak şıkırtısından başka ses duyulmuyor. Açık büfe veya havuz kullanımı esnasında saygısız bir itiş kakış yaşanmıyor. Buna karşın yarısı Brezilyalı, yarısının yarısı İtalyan, kalanı orta halli Avrupalı (Çok az sayıda İngilizce konuşan, az miktarda Alman, çok sayıda İspanyol, Fransız ve Portekizli, birkaç Hollandalı, Rus, Yugoslav, Romen ve iki Türk) yolculardan oluşan bir gemide ise durum tümüyle farklı. Şort ve mayoyla lokantalara gelmek, bağrışarak konuşmak, sıraya itibar etmeden iterek önünüze geçmek, her yerde sigara içmek çok olağan davranışlar. Bunlara gösteri başladıktan sonra tiyatroda herkesi ayağa kaldırıp boş koltuğa geçmek, zahmet edip alkışlamamak, gösterinin yarısında gene herkesi ayağa kaldırıp topluca çıkıp gitmek, bebek ve çocukları kumarhane ve gece gösterileri dâhil her yere taşıyıp pusetlerde uyutmayı da eklemek gerekiyor. Her yerde “Aman Allah’ım biz görmeyeli bu Avrupalılar mı değişmiş yoksa hep böyleydiler de biz mi yanlış tanımışız?” diyoruz. Sonra anlıyoruz ki bu izlenimi yaratan, nüfus olarak baskın olan Brezilyalılar. Gerek yolculuk sırasında, gerek sonradan Brezilya’da edindiğimiz üç haftalık izlenim, Brezilyalıların bize benzeyen, candan, yardımsever, sevimli, neşeli, ehl-i keyif ama zaman zaman saygısızlık sınırını zorlayan, biraz ”fazla rahat” insanlar olduklarını gösteriyor.

Mürettebat davranışı açısından da benzer farklılıklar söz konusu. Amerikan gemilerinde her elemanı başka birinin kontrol ettiği aksamayan bir düzen ve ciddiyet var. Burada ise o gemilerle aynı milletlerden personel (çoğu Filipinli) âmirleri ile enseye tokat bir samimiyet içinde. Birbirlerine yüksek sesle sesleniyor, itişerek şakalaşıyor, yolcuların arasından kirli tabakları döke, saça taşıyor, koskoca havlu arabalarını gürültüyle lokantanın içinden iterek havuza götürüyorlar. Bu işlemler Amerikan gemilerinde nasıl bize gösterilmeden yapılmış diye düşünüp hayret ve takdir ediyoruz. Diğer gemilerde mevcudiyeti heyecan yaratan Kaptan bile devamlı etrafta dolaştığından bir süre sonra önemini kaybediyor, görmezden gelmeye başlıyoruz. Genel görünüm itibariyle bir ciddiyetsizlik ve hafife alma söz konusu olmasına rağmen işler yürüyor, fazlaca bir aksama olmuyor. Zaten birkaç gün içinde size hizmet eden personeli şahsen tanıyıp seviyor, İtalyan şeytan tüyüne kapılıyor ve ufak tefek kusurları da görmez oluyorsunuz. Daha sonra 13 Ocak 2012 tarihinde bizim geminin kardeşi olan Costa Concordia’nın, Akdeniz’de Toskana kıyılarında insan hatası yüzünden sebep olduğu ölümlü felâketi basından izleyince bu izlenimlerimizin isabeti ortaya çıkıyor ve ucuz kurtulduğumuza seviniyoruz.

Mutfak konusu ise Amerikan gemilerine oranla bütünüyle bizim damak tadımıza çok daha uygun. Yediğimiz her küçük şeyden zevk alıyoruz. En önemli farkın peynirlerde olduğunu söylemek gerekiyor. Her türlü enfes peynir, her öğün bulunabiliyor. Amerikalıların kâğıt inceliğinde çedar peynirlerinden sonra bize çok iyi geliyor. Bir yabancı gezi sitesinde bizim gemiyle ilgili olarak genç bir Amerikalının “yiyecek şey bulamadık” değerlendirmesini gitmeden okumuş ve “eyvah!” demiştim. Şimdi bunun kesinlikle kültür farkından olduğunu, muhtemelen hamburger ve çok yağlı patates kızartması “yoksunluk krizinden”(!) kaynaklandığını biliyorum. Her şeyde olduğu gibi bir sözü kimin söylediğine bakmak gerekiyor.

Gece gösterileri bir gemi yolculuğundaki en önemli ve kalite farkını belirleyen unsurlardan. Tiyatro, iki balkon katıyla birlikte üç kata yerleşmiş ve bir gemide gördüğüm en büyük salon olmakla birlikte tasarım hatalı olduğundan yarısı her gece boş kalıyor. Balkon katlarında her sıranın önüne tam sahneyi engelleyecek şekilde yerleştirilmiş kalın krom korkuluk, tam bir felâket. Gösteri sırasında kapatılmayan merdiven ve koridor ışıklandırmaları ise sun’i cam panellere ve krom sütunlara yansıyarak görüntüyü berbat ediyor. Bunu tasarlayan kişi hiç mi gelip bir gösteri izlememiş diye merak ediyorsunuz.

Yolcuların çoğu Brezilyalı olunca müzik ve gösteriler de Lâtin ağırlıklı oluyor ki bu da peynirden sonra bizim için gezinin en sevindirici yönü. Her gece saçları briyantinli bir Amerikalıdan “My Way” dinleyeceğimize bol bol salsa, tango ve samba izliyoruz. Dansın Lâtin Amerikalılar için müzik duyduklarında otomatik olarak yaptıkları, yürüme kadar içgüdüsel bir davranış olduğuna da bu arada tekrar kanaat getiriyoruz.

İlk uğrak limanımız olan Barcelona’ya daha önce birkaç defa geldiğimiz ve kaldığımız için bize fazla bir ilginçliği yok ama ünlü dâhi mimar Antonio Gaudi’nin eserlerini, özellikle ilk gördüğümüz gece yanına bir an önce varabilmek için deliler gibi sokaklar boyu koştuğumuz Sagrada Familia’yı yeniden görme fırsatı bizi heyecanlandırıyor. Bu akıl almaz anıtı gene inanamaz gözlerle izliyor, fotoğraflarını çekiyor, haşmetini çok olumsuz etkileyen hediyelik eşya barakaları ve turist kalabalığından dolayı üzüntü duyuyoruz. Maalesef dünyada hiçbir şâheser, bu popüler olma felâketinden kendini kurtaramıyor.

Kristof Kolomb gemisinin replikası

Çiçek ve meyve pazarından Kolomb anıtına, marinadan sanat tezgâhlarına telaşsız, koşturmacasız keyifli bir gün geçiriyor, çarşılardaki Noel hazırlıklarını ve ilginç dekorasyonları izleyip kafelerde oturarak, bir yere yetişmek zorunda olmayan bir yabancı olmanın tadını çıkarıyoruz.

Gezimizin ikinci durağı olan Gibraltar yani Cebel-i Tarık, adını Arap komutan Tarık bin Ziyad’dan ve onun yaptırdığı kaleden alıyor. 1462 de Araplardan İspanyollara geçmiş ve 1502 de resmen İspanyol topraklarına katılmış. 1704 de Hollanda-İngiltere tarafından İspanyollardan alınmış, 1705 ten beri İngilizlere ait. Halk kendini Britanyalı görüyor. 6 km kare ve 35.000 nüfusuyla İspanya’nın içinde bir İngiliz sömürgesi olan bu bölge için hâlâ görüşmeler sürse de, ahali aynı İslasMalvinas-Falkland adaları gibi İngiltere’ye bağlı kalmak istiyor. Akdeniz’in Atlantik’e çıkış kapısı olan boğaz, 60 km uzunluğunda, 44 km genişliğinde ve 426 m derinliğinde. Yüzeyde batıdan doğuya kuvvetli, aşağıda doğudan batıya zayıf akıntılar bulunuyor. Her iki kıyı da yüksek ve sarp kayalık. Gibraltar, yüksek kayalarında yerleşik maymunları ile meşhur. Bunlar dışında Avrupa kıtasında doğada serbest yaşayan başka bir maymun topluluğu bulunmuyor. Normalde Afrika’nın kuzey batısında yaşayan Berberi Şebeği cinsi küçük maymun topluluğunun, buraya Afrika’dan getirildiği düşünülüyor. Bütün hediyelik eşyalarda tema maymun, tabii bir de meşhur çift katlı kırmızı otobüsler.

Cebel-i Tarık

Çok şiddetli bir yağmur ve soğuk hava bizi karşılıyor. Bu nedenle kayalıklardaki maymunları görmek mümkün değil. Hindistan gezimizde maymun ısırığı nedeniyle yaşadığımız kuduz ve tetanos aşısı krizini unutamadığımızdan, çok da maymun meraklısı değiliz doğrusu! Şehir ve insanlar İngiltere’den ziyade küçük bir İspanyol kasabasını andırıyor. Şehrin omurgasını teşkil eden uzun ve dar ana caddede, alt katlarında albenili hediyelik eşya dükkânları olan sevimli, iki katlı binalar sıralanıyor. Hem klâsik İngiliz Pub’ları, hem Lâtin isimli şık kafe ve lokantalar var ama sokağa dizilmiş renkli şemsiye ve masalar, yağmura rağmen daha çok Akdeniz havası yansıtıyor. Cebel-i Tarık, şirin bir kilise ve yeşil, dik yamaçlara yerleşmiş göz okşayan evleriyle herhangi bir Avrupa kasabasından farksız. Kırmızı telefon kulübeleri ve posta kutuları dışında, mavi gözleri ve uzun boyuyla İngiliz’e benzeyen tek canlı, postanede görevli postacı!

Cebel-i Tarık Kilise Meydanı

Turistik câzibe merkezi olarak yapıldığı anlaşılan “Kristal Müzesi”, kötü havadan kaçıp nefes almak için işe yarıyor. Satılan ürünler Paşabahçe mağazaları ile rekabet edemeyeceği için sadece bakmakla yetiniyoruz. Mütevazı mağazalar ithal yiyecek dolu. Ülkemiz ve Yunanistan dışında bu kadar çok çeşit zeytin ve turşuyu da Avrupa’da ilk defa burada görüp hayret ediyoruz. Boğazdan çıkıncaya kadar sis, pus ve şiddetli yağmur nedeniyle fazla bir şey göremiyor, ünlü Trafalgar burnunu da kaptanın uyarısıyla uzaktan zorlukla seçebiliyoruz. Cebel-i Tarık-Lizbon arasında İspanya ve Portekiz’in Akdeniz kıyılarına paralel seyir süresince kuzey batı rotasında bir gece boyu batı rüzgârı ve akıntısı nedeniyle deniz yiyor, biraz sıkıntı çekiyoruz ama Allahtan kuzeye döndükten sonra hava sakinliyor.

Lizbon

Avrupa’da yaşayacak bir şehir arasam Lizbon tercihlerimden biri olabilirdi. Yükseklik farkından dolayı asansörlerle çıkılan üst şehir nedeniyle başka yerlere benzemeyen çok etkileyici bir havası var. Elliyi aşkın müzeyi barındıran bu tarihi şehirde her iki sokakta bir, ya muhteşem bir heykel, ya olağanüstü mimarisi olan bir bina ile süslenmiş harika bir meydana çıkıyorsunuz. Yüz yıl önce de fazla farklı olmadığını sezdiğiniz kentin, nehre bakan yamaçlardan inen dar sokaklarında yürümek, bu nedenle çok zevkli ve sürprizlerle dolu. Üç kişinin ancak yan yana geçebileceği daracık taş sokaklarda aniden fado söyleyen bir pelerinli rahibeye rastlamak veya bir meydanda oturmuş, Rodrigo’nun Gitar Konçertosunu bir konser salonu mükemmelliğinde çalan genç öğrenciyi dinlemek ruhunuza iyi geliyor.

Lizbon’un sarı tramwayları

Şehirde zenginlik hissedilmiyor. Işıltı ve parlaklık az, Dünya güzeli Art Nouveau binaların yenilenmeye ihtiyacı var. Çoğu dükkânlar bakımsız, satılan ürünler mütevazı, Bazı köşelerde, sokak aralarında Portekiz sömürgelerinden gelen siyahilerin toplandığını görüyorsunuz. Bizdeki işçi pazarlarını andırıyor. Tehdit algılamıyorsunuz ama özellikle gece vakti aralarına girmek istemezsiniz. (Zaten gemiye döndüğümüzde bazı kapkaç olaylarının haberini alıyoruz.) Çoluk-çocuk yerlerde, duvar üstlerinde oturuyorlar. Gün ortası banka önünde yatak-yorgan oturan evsiz, yoksulları görüyoruz. Sokaklarda değişik ülkelerden geldiği belli olan çok sayıda yerleşik, toplumla bütünleşmiş Afrikalı nüfus görülüyor fakat bunlar ABD’de gördüğümüz toplum dışı tipler gibi değil, temiz, düzgün, mazbut görünüşlü insanlar. Sezinlenen maddi problemlere rağmen yerleşik kültür ve medeniyetin ve büyük şehir olma niteliğinin para ve gösterişli alışveriş merkezleri ile hiç ilgisi olmadığını düşünüyor, kendi şehirlerimizi gördüğümüz gerçek büyük şehirlerle (Buenos
Aires ve Santiago da dâhil) karşılaştırarak aradaki kapanamayacak farktan hüzün duyuyoruz.,

Ünlü asansör Elevador Lisboa Lizbon   

Gece kalamayacağımızdan, duygusal ve kederli Portekiz müziği, ”Fado” söylenen kulüplere gitme olanağımız olamıyor ama sadece kendi müziklerinin satıldığı çok eski görünüşlü bir mağazada, yaşlı bir satıcı hanımdan, onun önerdiği birkaç cd alıyoruz. Hanıma “Sevillanas” soruyor ve “onu burada bulamazsınız, İspanya’dan alacaksınız, burası Portekiz, burada fado bulunur” cevabına, bir yandan yaşadığımız çağı düşünerek gülerken, bir yandan da yerel kültürüne böylesi içten sahip çıkışa gıpta ediyoruz.

Renkli tramvaylar, iki sokak arası asansörler, Rossio meydanında, önünde biriken Lizbonluların gün boyu içtiği Ginjinha (yerel vişne likörü) satan küçük dükkân, tüm şehirde görülen siyah-beyaz geometrik desenli, bazalt taşı kaplanmış kaldırımlar, tramvayla çıktığımız Alfama-Eski Şehir’de kaleden Lizbon panoraması, her yere hâkim olan huzur ve sükûnet, bu tarihi ve oturaklı başkentten unutulmayacak anılar olarak kalacak.

Otobüse binerek yaklaşık 20 dakikalık bir yolculukla Tagus nehri kenarında bulunan, tarihi anıtlar merkezi Belem’e gidiyoruz. Nehrin denize birleştiği bölgeyi savunmak için yapılmış olan Belem kulesi, (Torre de Belem) Belem Sarayı, ünlü denizci Vasco de Gama’nın mezarının bulunduğu Jeronimos Manastırı bu anıt yapılardan bazıları. Bütün Lizbon’da yenen ama en güzeli Belem Pastanesi’nde yapılan bir tatlı olan “Pastel de Belem” yiyebilmek için yağmurda çeşitli uluslardan kişilerin oluşturduğu bir kuyrukta yaklaşık yarım saat bekliyoruz ama değiyor! İçine krema doldurulup fırına sürülmüş milföy hamurundan yapılan bu tatlı, burada yapılan haliyle midemizi şenlendirirken hafızamıza da kazınıyor. Ne daha sonra başka yerlerde denediklerimiz, ne de eve gelince kendi yapmaya çalıştığım, aynı lezzete yaklaşamıyor bile, sırrı nedir bilemem!

Kuzey batı Afrika’nın Fas kıyılarına paralel güney batı rotasında Atlantik okyanusuna açılmadan önceki son ilginç durağımız; Portekiz’e bağlı özerk adalar grubu olan Madeira’nın başkenti Funchal. Burası Kanarya adalarının kuzeyinde, yaklaşık Fas’ın Marrakecsh şehri ile ayni enlemde bulunuyor. Nüfusu 300.000 e yakın. Tanıdığım tropik, yarı tropik, Akdeniz, Karadeniz tüm iklim bitkilerini bir arada gördüğüm ilk ve tek yer burası. Adanın sembolü begonvil ve mimoza olmasına rağmen Botanik Park’a gittiğimizde ortancadan defneye, palmiye türlerinden bromelialara (göbekten çiçek açan, son yıllarda bize de ithal edilen Aechmea, Neoregelia gibi tropik bitkiler) orkidelerden Arap saçına, çamlardan okaliptüse, müthiş bir zenginlik bizi şaşırtıyor. Sub-tropikal bir iklime sahip olan Madeira’nın Afrika’ya bakan doğu kıyısında yer alan Funchal, arkasını dayadığı yüksek dağlar nedeniyle Kuvvetli Atlantik rüzgârlarına karşı korunaklı. Ortalama sıcaklık 16 C ile 24 C arasında değişiyor ve Temmuz-Ağustos ayları dışında yeterli yağmur alıyor. Kuzey kıyıları Atlantik’in insafına karşı korumasız olduğundan kuvvetli rüzgâr ve ortalamanın iki katı kadar yağış alabiliyorlar. Dağlık orta kesimler genellikle sisli oluyor ve ormanlık, sisli, yüksek coğrafyanın, mağara ve şelâlelerin, güneşli sahiller kadar turistik çekiciliği var. Şehir deniz kıyısından birdenbire yükselen bir dağ eteğine kurulu olduğu için mahalleler birbiri üstüne konumlanmış. Öyle ki, evler yer yer Lego oyuncaklar gibi üst üste inşa edilmiş. Zorlukla yapıldığı belli olan daracık ve virajlı bir yol yukarı kadar çıkmakla beraber asıl ulaşım teleferikle sağlanıyor. Teleferikle yukarı çıkarken bir tarafta deniz, bir tarafta şelâleler akan ormanlık dağların oluşturduğu enfes bir manzara sizi bekliyor. Aralık ayında Avrupa soğuktan kırılırken Funchal’de harika bir bahar havası yaşıyoruz. Şehir güzel ve küçük bir Akdeniz sahil kasabasına benziyor. En önemli özelliği el işi nakışları ve bizde “beyaz iş” denen delik işi nakış. Çok zarif perdeler, masa örtüleri görüyorum. Birkaç küçük hediyelik alıyoruz. Otel ve yiyecek fiyatları gayet makul. Bizim Akdeniz’deki tesislerden daha ucuza çok iyi bir tatil yapılabilir. Ayrıca bazı turizm bürolarında ada çıkışlı uygun fiyatlı Güney Afrika cruise reklamları gözümüze çarpıyor. Afrika’yı denizden keşfetmek için burasının uygun bir basamak olabileceğini düşünüyoruz.

Arjantin, Şili, Brezilya ve muhtemelen tüm güney Amerika’nın başlıca atıştırmalık yiyeceği olan ve bizim talaş böreğine benzeyen “empenada”yı burada da görüyor ve deniyoruz ama çok iyilerini yediğimiz Arjantin’le karşılaştırınca başarısız buluyoruz.

Altı gün süren Atlantik geçişimiz harika bir havada ve mükemmel bir denizde gerçekleşiyor. Her gemi yolculuğunda olduğu gibi “şimdi ne yesek?, nerede ne seyretsek?, hangi dans dersine gitsek?, çay büfesi hangi salonda?, Portekizce dersi saat kaçta?, açık havuza mı, jakuziye mi?” gibi gayet önemli(!) sorulara cevap arayarak bir dakika gibi geçip gidiyor! Bu arada ekvator geçiş eğlenceleri ve ekvator suyuyla ıslatılma töreni yapılıp, sertifikalar dağıtılıyor. Kaptan üç bin yolcudan her isteyenle sarılıp hatıra fotoğrafı çektiriyor ama dans etmeye gelince hep en güzel ve genç Brezilyalıları seçerek İtalyan şöhretine halel getirmiyor!

Recife’den Başlayıp Sao Paulo’da biten Brezilya macerası yazımızın bundan sonrasında başlıyor.

Brezilya ile ilgili daha önceden bildiklerimiz; dünyaca ünlü top modellerinin güzelliği, gezegenin akciğerleri olan Amazon yağmur ormanları, Rio karnavalının coşkulu sambacıları ile şarkılara konu olmuş Copa Cabana’dan öteye geçmiyor. Bir de tüm güney Amerika’da İspanyolca konuşulurken dillerinin Portekizce olması var tabii.

Macera Recife’den başlıyor. İsmini denizde kıyıya paralel mercan kayalıklarından almış olan bu şehir, Pernambuco eyaletinin başkenti ve Brezilya’nın önemli bir limanı. Mercan resifi ile korunan plajları ile ünlü ve içinden geçen Capibaribi nehriyle, kanallar üzerine yapılmış çok sayıda köprüsü nedeniyle Brezilya’nın Venedik’i adını almış. Sabah gemiden indiğimizde Cumhuriyet bayramı nedeniyle her yer kapalı. İlk para bozdurma sorunu ile burada karşılaşıyoruz. Allahtan döviz bürosunda nazik bir Recifeli yardımcı oluyor ve paramızı değiştiriyor yoksa hiçbir şey görmeden gemiye dönmek işten bile değil. Şehir büyük ve kanallarla köprüler nedeniyle yabancı için ilk anda karışık görünüyor ama biraz dolaştıktan sonra fazla da görülecek bir şey olmadığını anlıyoruz ve vakit kaybetmeden karnavalı ile ünlü eski şehir Olinda’ya gidiyoruz.

Eski şehir Olinda, Recife’de en çok görmek istediğimiz yer ama limana 10 km. mesafede olduğundan ya geminin günlük turlarına katılmak, ya da taksi tutmak gerekiyor. Biz kalabalık turlardan hoşlanmadığımız için her zamanki gibi taksiyi tercih ediyoruz. Tüm Brezilya yolculuğunda olduğu gibi bu şoför de çok efendi çıkıyor ve bize eski şehirde rehberlik de yapıyor. Brezilya’da turistik yerler maalesef aynı bizdeki gibi tezgâhların, çirkin dükkânların, dilencilerin ve dolandırıcıların yatağı olmuş durumda. Olinda’nın meydanı da bu olgudan payını almış ama şehre ve ormana yukarıdan bakan bir tepe üstünde konumlanmış bu bölge, dar sokakları, Portekiz ve Hollandalılardan kalma, canlı renklerde ve ilginç mimaride kiliseleri ve küçük yapılarıyla çok cazip. Devamlı her milletten turistle dolu olan sokaklarında pek çok ilgi çekici mağaza ve kafe de bulunuyor.

Brezilya’dan ilk izlenimler daha sonra da değişmiyor;
-Çok sıcak ve nemli,
-Etraf bakımsız, yerler ve sular kirli ve çöplük şeklinde.
-Para bozdurmak problem, her banka bozmuyor, bir tek Bank of Brazil’in bazı şubeleri bozuyor. Özel döviz bürosu çok az ve hepsinde pasaport gerekli.
-Taksimetreli sarı taksilere binerseniz, şoförler güvenilir ve terbiyeli,
-Yoksulluk çok, evsizler hiçbir yerde rastlamadığımız boyutta. Limanda tam geminin bağlandığı yerde ana, baba, bebek ve köpekten oluşan tüm bir aile bir örtü altında, cadde ortasında uyuyor ve kimse müdahale etmiyor. Bir yaşlı erkek, bankanın önüne paçavralardan kulübe kurmuş, güvenlik görevlisi görmüyormuş gibi davranıyor.
-Yerleşim yerine göre oran değişmekle birlikte Afrika kökenli koyu tenli yerli nüfus %20-60 arası ama ABD zencileri gibi dışlanmış değiller, toplumun kendisini oluşturuyorlar. Bizim hissettiğimiz, ırkçılık yok ve herkes kendini Brezilyalı görüyor. Bu nedenle karışık evlilikler ve melezler çok. Sadece Afro-Brezilyalılar değil, Japonya’dan sonra en büyük Japon nüfusunun da Brezilya’da olduğunu öğreniyoruz. Sao Paulo’da ana lisanı Portekizce olan Japon’lar görmek çok ilginç oluyor. Küba gibi burada da melez güzellerin varlık nedeninin ayrımcılık olmaması ve bu karışık evlilikler olduğunu düşünüyoruz.
-Pazarlık etmek yok gibi ve esnaf malını söylediği fiyata satıyor. Hatta ısrar ederseniz hangi milletten olduğunuzu soruyor ve Türk olduğunuzu duyunca “şimdi anladım” diyor! Bu konudaki şöhretimizin İsraillilerden sonra ikinci sırada geldiğini bu şekilde öğreniyoruz. Maalesef olumsuz hangi konu varsa şöhretimiz dünyayı tutmuş durumda!
-İnsanlar neşeli ve çok yardımsever, Portekizceye gerek yok biraz İspanyolca biliyorsanız her yerde anlaşmak mümkün,
-Çekicilik konusunda dünyada rakipsiz olduklarını düşündüğüm Kübalılardan sonra en güzel, seksi ve açık giyinen kadınlar burada!
-Güzellikle çirkinlik her yerde bir arada bulunuyor.

Tabiat inanılmaz güzel, kolonyal mimari eserleri harika ama kirlilik, nehirlerin kokusu ve pisliği, sokaklardaki çöpler, yoksulluk, rahatsız edici.

Şehirde her yer çöp içinde. Kadın-erkek yarı çıplak geziyorlar. Ahali genellikle kısa boylu, şişman ve hiç saklamaya çalışmadıkları acayip bir göbekleri var. Ünlü top modellerin benzerleri pek sıklıkla ortada görünmüyor. Halk genellikle fakir ve yersiz-yurtsuz insan çok fazla. Dükkânlar zevksiz, sokak tezgâhları her yerde. Lokantalar uyduruk. Hong Kong’un fakir mahallelerinin bir nevi Lâtin versiyonu denebilir. Fiyatlar yaklaşık bize oranla %20 daha ucuz. Devlet binaları genellikle sömürge döneminden kalma ve çok güzel yapılar. Bitki örtüsü muhteşem fakat şehrin içinden geçen nehrin kenarına çöp ve kokudan yaklaşılmıyor. Meyve ve meyve suyu çeşitleri inanılmaz zenginlikte. Kendileri devamlı içtikleri için her köşede bir taze meyve suyu satıcısı var. Taze sıkılıp kırılmış buzla birlikte büyük bardaklarda servis edilen en az yirmi çeşit sayıyorum fakat hepsi her yerde bulunmuyor. Recife‘den sonra en büyük zevkimiz hepsini tek tek denemek ve not almak oluyor. Türkiye’ye döndüğümde demirhindi olduğunu öğrendiğim Tamarindo’yu herkese özellikle tavsiye ederim.

Maceio’da yöresel yelkenli

Maceio’da pek çok ünlü plaj var ama biz meşhur yelkenli teknelere binmek için Pajucara’ya gidiyoruz. Plaj hemen şehrin içinde, oteller ve yüksek binaların önünde uzanıyor. Deniz, tam fotoğraflarda göründüğü gibi firuze rengi ama yanına yaklaşınca o fotoğrafların uzaktan çekildiğini anlıyorsunuz. Su bulanık ve kirli, içinde çöpler yüzüyor. Bel hizasında bile dip görünmüyor. Atlantik yüzülecek bir deniz değil. Bunu en iyi Rio’da anlıyoruz. Kıyıda oluşan çok büyük, ayağınızın altından kumu boşaltan ürkütücü ve güçlü dalgalar yüzünden yüzülemeyince sörf tahtası icat edilmiş! Akdeniz kıyılarımızı hatırlayıp elimizdekilere şükrediyoruz.

Plajda onlarca ahşap yelkenli tekne var. Gidip kâhyaya paranızı ödüyor, Yaklaşık bizim paramızla kişi başı 17 liraya iki saat için tekne kiralıyor, bizim dolmuşlar gibi dolmasını bekliyorsunuz. Tekne sahibi yolcuları bindirip 500 m. kadar açıktaki sığlığa götürüyor ve demir atıyor. Burada her zaman 15-20 adet tekne ve 50-60 kişi oluyor. Tekneler beklerken insanlar suda eğlenip yüzüyorlar. İndiğiniz yerde derinlik bel boyu. Bir nevi denizin ortasında kalabalık bir havuza girmek gibi.

Maceio’da denizin ortasındaki plaj

Tepenizden bakan bir sürü kayıkçı ve dip dibe insanlarla ne kadar yüzülebilirse artık! Rüzgâr hiç kesilmediği için yelkenli teknelerin motoru yok. Teknelerde son derece ilkel, ahşap direğe çakılı, yamalı yelkenler var ama iş bilen yelkencinin elinde mükemmel iş görüyor. Bu arada kaptan(!) süpürge sopasına geçirdiği yarıdan kesilmiş plastik bidon kepçesiyle teknedeki suyu boşaltırken, hepimize can yeleği giydirmeyi ihmal etmiyor.

Maceio yelkenlileri

Salvador da Bahia, Bahia eyaletinin baş şehri ve bizim için daha önce pek çok yerde adını duyduğumuz efsanevi bir yer. Portekizli sömürgecilere karşı Afrikalı kölelerin 16. yy da icat ettikleri söylenen ve silâha karşı kullandıkları, ritim eşliğinde dansla karışık dövüş sanatı olan Capoeira’nın merkezi. Lâkabı “Capital de Alegria–Neşenin Başkenti” olan bu şehir, Bahia eyaletinin baş şehri olmasının yanında Brezilya’nın üçüncü, Lâtin Amerika’nın dokuzuncu en kalabalık şehri. Lâkabını hak etmesinin sebebinin, ahalisinin hayatı ve eğlenmeyi sevmesi ve sayısız açık hava partilerine ev sahipliği yapmaları olduğu söyleniyor. Bunların en bilineni karnaval ve biz bu karnavalın şöhretini ilk defa beş yıl önce Buenos Aires’teyken, Brezilya’da öğrenim gören bir Alman genç kızdan duyuyoruz. Salvador karnavalının yanında Rio karnavalının adının bile geçmeyeceğini daha sonra başkalarından da işitiyoruz. Hiç birini görmediğimizden ne derece doğru, bilmiyorum. Karnaval için zaman uygunsuz ve yapacak bir şey yok ama gerçek capoeira görmeyi istiyoruz.

Gemi bizim Karaköy limanı gibi tam şehrin merkezine yanaşıyor. Merdivenlerden ana caddeye iniyoruz. Şehir epeyce büyük ama asıl görülecek yerin sahildeki meydandan asansörle (Elevador) çıkılan ve şehre tepeden bakan eski şehir Pelourinho olduğunu biliyoruz.

Eski şehir Pelourinho şimdi turistik bir merkez ama özellikle geceleri gitmek için hala güvensiz olduğu, gündüz de yabancıların kendi başlarına sokak aralarına girmelerinin doğru olmayacağı bize söylenmişti. Beyaz, nakışlı balon etekleri ve aynı renk kocaman türbanlarıyla Baiana’lar,yani yerli Bahia kadınları için küçük, güzel bir müze bulunuyor. Önündeki meydanda Baianalar turistlerle resim çektiriyorlar. Birisine yanlışlıkla gözünüz takılsa hemen para istiyorlar. Ortam biraz fazla turistik olmuş. Eski şehir kolonyal tarzı binalarıyla, meydanları ve dar sokaklarıyla çok güzel. Turistik mağazalar da güzellik vermiş ama daha planlı ve kontrollü olsa çok daha güzel olabilir. Havanın sıcaklığına rağmen ekvatora yakınlığı nedeniyle gün kısa olduğundan yaklaşık 18.00 de güneş batıyor. Alaca karanlıkta biz ayrılırken yamyamlar adını taktığımız gece yaşayanlar yavaş yavaş ortaya çıkıyorlar ama belki bizim dikkatimizden, neyse ki başımıza hiçbir yerde tatsız bir şey gelmiyor.

Salvador özellikle son yıllarda tüm dünyada bilinen ve 48 ülkede resmen uygulanan Capoeira sporunun da anavatanı. Sokaklarda gösteri yapan her yaştan pek çok çocuk ve genç görmek mümkün. Kelime olarak “orman içindeki küçük ağaçsız alan” anlamına geliyor. Monoton, ritmik bir müzik eşliğinde yapılan akrobatik hareketler gibi görünen bu spor, aslında Afrika kökenli kölelerin özgürlüğe giden yolda kendilerini korumak için geliştirdikleri bir saldırı ve savunma sanatı. Asıl Capoeira’nın turistik olandan farklı olarak ne kadar zor ve ustalık gerektiren bir iş olduğunu, gece gemiye gösteri için gelen Salvadorlu dansçı ve sporculardan hayranlıkla izleyerek öğreniyoruz.

Pelourinho’da sade ve yalın olmasına rağmen güzel düzenlenmiş ve çok çeşit barındıran otantik müzik aletleri müzesi de bulunuyor. Geleneksel mimaride inşa edilmiş binası da çok hoş olduğundan gezmekten büyük zevk alıyoruz.
Nakışlar, beyaz iş, deri şapkalar, aksesuarlar, naif ressamlar tarafından yapılmış ve Brezilya’da günlük hayatı konu alan küçük resimler, deri ve boncuk takılar,ahşap oyma süs eşyaları, çeşitli malzemelerden hayvan bibloları, yerli müziğine ait çalgı aletleri, otantik giyim eşyaları ve yerli sanatını yansıtan daha pek çok obje, Salvador’da kolaylıkla ve uygun fiyata bulunabiliyor.

Salvador, ünlü vurmalı çalgılar grubu Olodum’un da anavatanı. Salvador’lu vurmalı çalgılar sanatçısı Neguinho do Samba tarafından kurulan ve Afro-Brazil kültür tabanlı bir grup olan Olodum’un kuruluş yılı 1979. Amacı müzik ve tiyatro aracılığıyla Afrika kökenli Brezilyalı gençleri daha özgüvenli ve gururlu kılmak, ırkçılığa karşı çıkmak ve tüm dünyada azınlıklara destek olmak olan grup, Paul Simon ve Sepultura gibi pek çok ünlü ile çalıştı, albümlerine katkıda bulundu ve konserlerine eşlik etti. Bunların en ünlüsü 1995 yılında Michael Jackson’un Salvador’da çok kalabalık bir kadro ile çekilen ve hâlâ hatıralarda taze olan, “They Don’t Care About Us” klibi. Bu klip o dönemde pek çok dedikoduya neden oluyor. Önce isteksiz olan Brezilya hükümetinin Amerika’nın baskısı ile rıza gösterdiği ve klibin uyuşturucu tacirlerinin izniyle çekildiği gibi. Kurucu Do Samba 2009 yılında 54 yaşındayken kalp krizinden ölüyor.

Şehirde müziğin ve dansın etkisi her yerde baskın şekilde hissediliyor ve pek çok müzik dükkânı var. Tabii vitrinlerde baş köşede Olodum ve benzeri perküsyon albümleri görüyorsunuz.

İlheus, tüm Brezilya’da en hoşumuza giden yer diyebilirim çünkü tropik orman, saklanamayacak, yok edilemeyecek şekilde şehrin içine nüfuz etmiş, her köşesinden hissettirmeden sızmış ve alanını ona karşı daha da genişletmek için sürekli azimle çalışıyor. Burası “Kakao Sahili” olarak biliniyor.

Kakao plantasyonları ve çikolata fabrikaları var. Kumsalın hemen üzerinde küçük, tatlı bir sayfiye kasabası olan İlheus’un 10 km. kadar dışına çıktığınızda kendinizi Amazon ormanlarında sanıyorsunuz ya da aslında tam da içindesiniz ama siz inanamıyorsunuz! Gerek uzak doğuda, gerek Lâtin Amerika’da daha önce tropik orman görmüşlüğümüz var ama buradaki kadar “yağmur ormanı” şablonuna tam uyanını ilk defa yaşıyoruz. Kremalı pastaya benzeyen küçük kilisenin önündeki plajdan baktığınızda, hemen karşınızda bulunan ada tam bir vahşi orman görüntüsünde. Bizim için Atlantik kıyısında o silueti görmek, karşımızda en ünlü Hollywood yıldızını görmekten daha heyecan verici. Kilise bahçesinde ilk defa gördüğümüz bir ağacın üzerinde şakayık benzeri çiçekler var ama bazıları sarı, bazıları mor! “Olamaz!” deyip biraz dikkatli bakınca goncayken mor olan çiçeklerin açtıkça sarıya döndüğünü görüyoruz. Her şey adeta sihir gibi, büyü gibi.

Polislere sorarak bulduğumuz otobüs terminali kalabalık, karışık ama kendi içinde bir düzeni var. Sıraya girip İthacare’ye bilet alıyoruz. Kakao ağacı bulmak ve 60 km uzakta, fotoğrafı turizm broşürlerine basılmayı hak etmiş bir plaja gitmek için otogardan bindiğimiz otobüs tam bir köy otobüsü. Her adım başı duruyor, tavuklar, küfeler, yem balyaları ve her tür kırsal yükü alarak, dar sahil yolundan dura-kalka, yolcu indirip, bindirerek, nehir kolları üzerindeki köprülerden bir süre yol alıyoruz. Birden bu tempo ile 65 km yolu en az üç saatte gideceğimizi fark edince paniğe kapılıyor, gemiyi kaçırma korkusuyla uygun bir yerde kendimizi dışarı atıyoruz.

Mar y Sol-Güneş ve Deniz” isimli yazlık tatil sitesinin ve onlara hizmet eden birkaç küçük esnafın bulunduğu bu yerde ricamız üzerine bahçelerinde bulunan kakao ağaçlarını gösteriyorlar. Ceviz ağacına benzer büyük yapraklı küçük ağaçlar bunlar. Mevsim Aralık ayı ve oraya göre ilkbahar. Kakao ağaçları henüz çiçekteler. İri yaprakların arasına saklanmış küçük, beyaz goncalar yeni olgunlaşıyorlar. Bahçedeki büyük ağacın yüksek bir dalında oturan kocaman papağan, metalik bir sesle hep aynı ismi çağırıyor. Hava serin ve yazlık konutlar tatil hazırlığı nedeniyle tadilâttalar. Sitenin içinden okyanus kıyısına iniyor, kışın ihmaline uğramış bahçelerde kendiliğinden fışkıran taze hayata hayran kalıyoruz. Her yerde renk, renk, çeşit, çeşit soğanlı bitkiler ve çiçekler topraktan başlarını hevesle çıkarıyorlar. Tropik meyve ağaçlarının bin-bir türlüsü ya çiçek açmış, ya açmaya hazırlanıyor. Tabiatın ihtişamına tezat, evler son derece basit. Bizim muhteşem villalardan eser yok! Aralarından akan küçük dereciklerin etrafında zapt edilemez bir orman can bulmuş. Hava bizim için güzel ama hâlâ oranın kış mevsimi olduğundan tatilciler henüz ortada yoklar. Hemen arkasındaki sık ormanın çevrelediği incecik, açık renk kumlu şahane bir kumsal, sağlı sollu uçsuz bucaksız uzanıyor. Ortam nemi elle tutulacak kadar yüksek. Kıyıya hırsla vuran dalgaların savurduğu köpükler, uzun süre havada asılı kalıyor, sonra hafif rüzgârla salınarak fondaki orman siluetine hayal-rüya karışımı, gerçeküstü bir hâl veren ince bir pus oluşturuyorlar. Deniz girilecek gibi değil ama güzellik, düşündüğümde hâlâ kalbimi çarptıracak kadar nefes kesici. Tekrar gelmek ümidiyle isimlerimizi kuma yazarken yanımıza gelip bizimle konuşmaya çalışan küçük erkek çocukları ile İngilizce-İspanyolca melezi bir dille muhabbet ediyor, kumda anneleriyle yuvarlanan minik iki köpek yavrusunu seviyoruz.

İsimlerimizi kuma, manzarayı hafızamıza kazıyıp, ana yola geri yürüyor, geveze papağanın sahibinden bir hevenk muz alıyoruz. Bu kısa ama yoğun aidiyet duygusu hissettiren yolculuktan sonra “Güneyin Küçük Prensesi” lâkabını hak ettiğine içtenlikle inandığımız İlheus’a kalbimizde sıcak bir yer ayırarak, hiç istemesek de ilk otobüsle şehre geri dönüyoruz.

Rio de Janeiro

Rio, çok kişi için olduğu gibi bizim için de bir hayâl şehir. Eminim herkes, ünlü İsa heykelinin bulunduğu Corcovado tepesinden çekilmiş, ışıklar içindeki gece fotoğraflarından en az bir tanesini görmüştür. Çok uzak ve neredeyse erişilmez olması da câzibesine câzibe katar. Efsanevi karnaval ve güzel kadınlar da işin tuzu, biberi. Hiç bir gerçek, hayali kadar güzel olmamakla birlikte, zaman zaman Los Angeles ve Hollywood’da olduğu gibi bizim için tam bir hüsranla neticelenen de oluyor.

RİO- Panoramik görünüş

Rio ise gördükten sonra sihrini bir ölçüde kaybetmekle birlikte asla hayâl kırıklığı yaratmıyor. Bir kere dünyadaki hiç bir anakent-metropolün böyle olağanüstü bir doğanın içine konumlandığını sanmıyorum. Tabiat olarak gördüğüm en etkileyici büyük şehir olduğunu söyleyebilirim. Bu şehir buraya kurulmadan önceki bâkir doğayı görmek isterdim. Yekpare tek bir kayadan oluşan dağlara ilk defa burada tanık oluyoruz. Meşhur “Pao de Açucar-Şeker Tepesi” de böyle bir oluşum ama bunun daha büyüğünü Rio’dan feribotla geçtiğimiz Rio de Janeiro eyaletinin başka bir şehri olan Niteroi’da, Guanabara Körfezi‘nin en dar yerini koruyan Santa Cruz kalesine doğru beş kilometrelik yürüyüşümüz sırasında görüyoruz. Tek bir kayadan oluşan dimdik, devâsa bir dağ ve çatlaklarından fujerler ve her tür kaktüs fışkırıyor! Bu yürüyüş sırasında Jurujuba balıkçı kasabası ve plajından da geçiyoruz.

Jurujuba balıkçı köyü-Rio

Küçük bir bükün etrafına, üst üste yerleşmiş renkli küçük evler ve önlerinde bağlı tekneler, çok güzel bir manzara oluşturuyor. Uzay gemisine benzeyen ilginç mimarisi ile MAC Çağdaş Sanatlar Müzesi, Niteroi’da bulunan görülmeye değer yerlerin başında geliyor. Zaten Niteroi’ya başlıca geliş sebebimiz bu müzeyi gezmek. Santa Cruz kalesine yaptığımız yorucu yürüyüş bitiminde otostop ile dönüyoruz. Uzun bir bekleme sonrası bizi arabasına alan kişi kalede görevli bir üst rütbeli subay oluyor. Bizim için çok hoş sürpriz ise kendisinin daha önce Kıbrıs Barış Gücü’nde görev yapmış olması ve tam bir Atatürk hayranı çıkması. Dünyanın öbür ucunda Ata’mızın hayranı ile karşılaşmak, onun sözlerini bir yabancının ağzından tekrarlanırken duymak büyük iftihar vesilesi ve gözlerimizi yaşartıyor. Buna sevinirken bir yandan da kendi ülkesinde maruz kaldığı iftira ve vefasızlıkları düşünüp kahroluyoruz.

Rio’nun en önemli turistik câzibe merkezleri;

–Tijuka Forest Milli Parkı içinde, şehre tepeden bakan Kurtarıcı İsa Heykeli’nin inşa edildiği 700 m. yüksekliğindeki Corcovado tepesi.
-Teleferikle çıkılan, Pao de Açucar veya Sugar Loaf diye bilinen Şeker tepesi.
-Çok ünlü, adına sayısız şarkı yazılmış olan Copa Cabana, İpanema ve Leblon plajları.

Kurtarıcı İsa Heykeli 1922-31 yılları arasında yapılmış. 9 metrelik kaidesiyle birlikte yüksekliği 40 m, açılmış kollarıyla eni 30 m. Şehrin koruyucusu olduğuna inanılıyor. 8000 dönümlük park, bir zamanlar güney Brezilya kıyılarını kaplayan yağmur ormanlarının az miktarda geriye kalanlarından biri ve dünyadaki tek şehir ormanı. İçindeki en yüksek ağacın 80 metreyi bulduğunu öğrendiğimiz parkın içinde 30 şelale, yüzlerce tür bitki ve 100 farklı tür hayvan barınıyor.

Ormanın Rio’nun yıllık ortalama sıcaklığını 9 derece düşürdüğü söyleniyor. Şehirde otobüsten inip küçük bir trene biniyorsunuz ve birden sık bir yağmur ormanına dalıyor, Jackfruit (Ekmek meyvesi) yiyen maymunları izleyerek (Çapı 25 cm. ağırlığı 35 kg. olabilen dünyanın ağaçta yetişen en büyük meyvesi. Yapış, yapış uzayan, fazla tatlı bir meyve ama maymunlar bayılıyor!) 20 dakika boyunca dik bir dağa tırmanmaya başlıyorsunuz.

Marmoset maymunu

Şaşırtıcı bir deneyim olduğunu söyleyebilirim. Maalesef günlük güneşlik havada bindiğimiz tren, yolun yarısından sonra kesif bir sise gömülüyor. Kurtarıcı İsa kendini bize göstermeye niyetli değil. On bin km gelip te Rio’nun sembolünü görmeden gitmek istemediğimizden direniyor, serin rüzgâr ve başlayan yağmur altında epeyce bekliyoruz ama faydasız. Sis hafif açıldığında birkaç hayâl-meyal resim çekip gözümüz arkada, çaresiz aşağı iniyoruz. “Bir daha ki sefere” diyerek. (1)

Neyse ki Şeker Tepesi daha alçak ve bu yüzden daha insaflı çıkıyor. Teleferikle çıkıp, yağmur altında da olsa, inanılmaz güzellikteki Rio panoramasını görmek ve yeterli ışıktan yoksun birkaç fotoğraf çekme olanağı buluyoruz.

 

Corcovado tepesinden Şeker tepesine bakış
Corcovado tepesinden Rio
Kurtarıcı İsa heykelinin bulunduğu Tijuca Milli Parkı levhasının önünde.

Apartmanların girişleri yüksek, kalın demirlerle çevrili. Adeta hapishane gibi kameralar, silahlı güvenlik görevlileri var. Balkonlar çelik kafes tellerle kaplanmış. Böyle bir manzarayı daha önce hiçbir yerde görmedik. Buenos Aires’te de bazı balkonlar tellerle kaplanmıştı ama bu derecesi bize abartılı geliyor. Sonra düşünüyor, gerekmese kimse kendini böyle hapsetmezdi diyoruz. Belki gece geç saatte çıkmadığımız ve tehlikeli yerlere gitmekten kaçındığımız için bizim başımıza hiç bir kötü olay gelmiyor. Hiçbir yerde bir tehdit algısı da hatırlamıyoruz. Daha önceden güvenli olmadığı konusunda uyarıldığımız ve pek çok hadise duyduğumuz için endişeliyiz ama eğer dikkatli davranılır da pasaport, para, kredi kartı, kamera gibi kıymetli şeyler fazla göz önünde tutulmaz, düzgün ve güvenli otellerde kalınır, kılık kıyafet dikkat çekici olmazsa Brezilya’nın İstanbul’dan daha tehlikeli olduğunu düşünmüyorum. Yalnız gece saat 22.30 dan sonra hangi şehir olursa olsun, ortamın ve insanların rengi değişmeye başlıyor. Gece geç saatlere kadar gezmek, içkili eğlence yerlerinde ve halkın eğlendiği yerel mekânlarda eğlenmek isteyenin başına ne gelir, ne olur, bilemiyorum. Ünlü Copa Cabana plajı Atlantik’in gazabına uğramadan yüzülecek bir deniz değil.

Aslında Rio’da deniz inanılmaz kirli. Feribotla giderken renginin maviden kahveye dönüştüğünü ve akıntının yığdığı yerlerde çöp adaları oluştuğunu görüyorsunuz. Ünü dünyayı tutmuş plajlarda ardı arkası gelmeyen öyle büyük, hırslı ve köpüklü dalgalar var ki, denizin ne renk olduğunu anlamak zaten imkânsız. Denizde sadece sörf yapan çocuklar var ve doğru dürüst kimsenin yüzdüğünü de görmedim.

Rio’nun temiz denizi

Zaten onların ünü de denizden değil, kumda güneşlenen tangalı güzellerden geliyor. Biz de ilk defa bir denize dizimize kadar bile girmekten ürküyor, kenarına oturup gelen dalga ile ıslanıp serinlemekle yetiniyoruz. Kumsal ve plajlar bütün şehir boyunca kilometrelerce uzanıyor. Arkasında geniş bir bulvar ve yüksek oteller, apartmanlar var. Kum Sedir Adası’ndan bile ince ve açık renk. Adeta mısır ununa benziyor. O kadar yapışkan ki duşta bile ovalamadan çıkmıyor, inatla bütün çantalara giriyor. Benimle birlikte Türkiye’ye kadar geliyor.

Limanda duvar resimleri
Rio’nun mor sarımsakları

Rio, şehri saran metrosu, çok sayıdaki otobüsleri ve bir şehir haritası ile çok kolay gezilen bir şehir. Zaten İstanbul’da yaşayan birinin dünyanın neresi olursa olsun bir günde uyum sağlayacağını savunuyorum. Bugüne kadar gördüğümüz hiçbir şehrin şifrelerini çözmek İstanbul’dan zor değildi!

Rio’da vücudu ne kadar çirkin olursa olsun her kadın bikini veya tanga giyiyor. Standart işe gidiş kıyafeti mini etek, şort, göbek açık, üstte askılı body. Ayrıca erkek kadın herkes, her yerde parmak arası terlikle dolaşıyor. Ayakkabı giymek istisnai bir durum. Bu rahatlık Rio’ya mahsus çünkü Sao Paulo, belki havasının daha serin olmasından, deniz kenarı olmamasından ve daha büyük şehir olmasından dolayı, kadınlar açık giyinmeyi burada da seviyorlar ama toplumun genel görüntüsü Rio gibi değil, daha ciddi ve resmî.

Rio’da Buzlu Tamarindo (Demirhindi)
 

Sao Paulo Güney Amerika’nın en kalabalık şehri. Nüfus 17 milyonun üzerinde. Çevresiyle birlikte çok daha fazla olduğu söyleniyor. Koloni döneminden kalma binaları, kiliseleri ve meydanları ile büyük, etkileyici ve güzel bir şehir ama fazla bir câzibesi yok. Çin’den sonra gördüğüm en kalabalık şehir. Her yer karıncalar gibi insan kaynıyor. Sokakta, çarşıda, metroda hep omuz omuza olmak bir süre sonra sıkıntı veriyor. Hava alanı bile gece saat 01 de bir kasaba otogarı gibi insan dolu.

Gemiyle çok uzak ta olsa her yere sıkılmadan gidiliyor ama dönüşte 13 saat uçak yolculuğu o rahatın acısını çıkarıyor.

Uçaktan Amazon nehri

Brezilya’da bundan sonra Amazonlar dışında , gördüğüm yerlere bir daha gider miyim bilmem ama bizden çok uzak olmasına rağmen çok bakımdan bize benzeyen, görülmeye değer bir ülke.

Umarım bu doğal güzelliklerini sonsuza kadar koruyabilir.

Tabiat Güzelliği; 10/10
İnsanların turiste muamelesi; 8/10
İnsanların Türk turiste muamelesi; 9/10
Kültür, sanat, mimari; 9/10
Güvenlik; Dikkatli olunmalı 7/10
Kişisel ilginçlik katsayısı; 10/10

Bir daha gider miyim? Görmediğim yerlerine evet.

  • (1) 2011 yılında yaptığımız gezide, Rio’nun ünlü “Kurtarıcı İsa” heykelini görmek amacıyla 710 m yüksekliğindeki Corcovado tepesine çıkmış, inat edip sisler arasından bir türlü çıkmadığı için kendisiyle tanışamamıştık. Ayrılırken, “buraya bir daha geleceğim ve bu sefer seni göreceğim” demiştim. Gerçekten 2018 yılında Peru-Bolivya gezisi sırasında Rio’ya bir daha yolumuz düştü. Bu sefer hava açık ve berraktı. Sözümü tuttum ve çok güzel fotoğraflar çektim. Sisli fotoğraf 2011, aydınlık fotoğraflar 2018 Kasım ayından…

Canan Alican Tekpınar

CANAN ALİCAN TEKPINAR
CANAN ALİCAN TEKPINAR son yazıları (Hepsini Gör)
4

Bu yazıyı da okuyabilirsiniz

Çocukluk Çağımız Daha Güzeldi Sadi Geyik

Anı

Bir yorum var

  1. Nezihe Şirvan

    Canan hn. üstün nitelikte, detaylı anlatımlı gayet güzel bir gezi yazısı okudum, öyle güzel ki, adeta kaleminiz vasıtasıyla oraları bende gezdim, bilgilendim. Okur iken Gezginler Klubü başkanı Orhan Kural’ı andım, sanki onun Seyahatnamesini okur gibi hissettim. Kaleminize sağlık, bundan sonra da nice güzel geziler ve yazılar dilerim. Teşekkür ediyor, kutluyorum.

    1

Bir yanıt yazın