Uzaklarda bir memleket türküsü, müziği bile çığlık çığlığa, notası sevgi, tınısı kulağa hoş gelen bir duygu… Yaşanmışlıklarım, dost samimiyetlerim, kızgınlığım, kırgınlıklarım, hepsi bir filim şeridi gibi geçiyor gözümün önünden… Hayal kırıklıklarım, ölümlerle yitirdiklerim, pişmanlıklarım ve belleğimizde ve yaşam öykümüzde bıraktığı izler…
Ve bir anda kendime bakıyorum…
Sadece eskiyen sadece çizgilerle dolan yüzüm… Dökülen saçlarım… Yaşamım boyunca yaşadığım sevinçlerim, mutluluklarım, acılarım… Zaman değilmiş…
Zaman sadece yaşamışlıklarımızı, anılarımızı tüm renkleri ve gizemiyle hatırlatır bizlere… Bugün kadar yakın, dün kadar uzak eder akıp giderken…
Ama zaman hep yenilenerek devam eder…
Çocukluk arkadaşlıklarının zamanla ayrılan yollarının nasıl kesiştiğine yanıt bularak bazen acı, bazen yüzümüz de oluşan bir güzel tebessümle, çocukluktan gençliğe yapılan bir koşuyu, insancıl ögelerle bezenmiş olay sarmalında ve varsıl betimlemelerle tekrar tekrar anımsatır bizlere…
Hep susarız… Sustuğumuz çok şeyler vardır… Derinliklerimizde saklayarak… İçerisinde kaybolduğumuz yaşanmışlıklarımız vardır… Kimisinin içerisinde çığlık çığlığa kaybolup gittiği pişmanlıklarımızda vardır… Pişmanlıklarımız en derinde kıpraşır sancı vererek… Biz o pişmanlıklarımızı özenle saklarız…
Ve günümüzde birbirini tüketen ilişkilerin içine hapsolmuş durumda kalırız bu yüzden…
Aile, iş ilişkileri, arkadaşlıklar…
Karanlıklar içerisinde yitip gideriz… Çıkış yolu bulmakta zorlanırız… Çünkü umutlarımızı sıcak suya atarak buz gibi eritiriz… Tüm çözümler tükenmiş gibi gelir bize…
Herkes suç yumağından oluşan topu başkalarının kucağına bırakıp kendini salt haklı görme telaşında… İnsafsızlığı, zalimliği, acımasızlığı, vicdan yoksunluğunu yüreklerine işleyerek… Hüzün içerisinde sevgisiz büyüyen yetim ve öksüzlerin beyinlerinde yaptığı yıkımı görmezlikten gelerek…
Zaman hatırlatır bize yaşamın kendisini, yaşatır bize gerçeklerimizi kendimizle baş başa bırakarak…
Eskiyen insanlıktır… Ama zaman hep yenilenerek devam eder…
Ayhan ÇAKMAK Özgeçmişi… 1.6.1957 Tarsus Doğumluyum. Adana Eğitim Enstitüsü FKB bölümü mezunuyum… Evli… İki Oğul Babasıyım… Doğduğum günden biraz daha geriye gidiyorum. Bir kaç hafta daha geriye… O zamanlar annemin karnında karanlıklar içindeydim. Sadece onun fark ettiği, onun hissettiği biriydim. Oracıkta kala kalsaydım ya da hiç çıkamasaydım, kimse önemsemeyecekti beni. Gün gelmişti. İlk cezaevinden tahliye olacaktım… Hayata başladığım güne gidiyorum. Doğduğum gün ağzımdan çıkan ilk çığlığı hatırlayamam belki. Ama kıçıma yediğim ilk tokadı hatırlıyorum sanki. Hep acılar hatırlanırmış. Neşelerin anımsanması anlık… Şu anda yaşadığım şehirde bir günde yüzlerce, binlerce bebek doğuyor. Hepsi de bir çığlıkla karışıyorlar hayata. Hayatta yedikleri ne ilk ne de son olacak o meşhur tokatla… Daha sonra öğreniyorum o tokatın neden atıldığını... Akciğerlerimize hava dolması içinmiş. Yani dünyaya geliyorsun, hayatta kalabilmek için tokat yemen gerekiyor… Ne kadar önemseniyordum. Bilmediğin bir yerde, tanımadığın bir kadının tanımadığı bir bebeği doğurmasını? Hayat verebilmek için acımasızca o tokadı yerleştirmesi kıçımıza… Doğduğum gün işte ben böylesine umursanan biriydim. Yanı başında annem vardı da, dünyaya ilk acemi bakışlarıma şefkatli bakışlarıyla karşılık verdi. Daha sonra Babamın geldiğini söylediler. Çünkü ona ''Nur topu gibi bir oğlun oldu'' diyorlardı. Elimden tuttular, ninni söylediler, büyüttüler, beslediler beni. Beni önemli kılan onların sevgisiydi. Beni önemseyenler, üstünde hiçbir şey olmadığı halde önemsiyordu beni. Beni sadece ben olduğum için seviyorlardı. Bana sorulmuş olsaydı, henüz ışığı bile tanımadığım için gözlerime ihtiyacım olmadığını söylerdim. Bana sorulmuş olsaydı, ''ekmek elden su gölden'' yaşadığım yerden neden beni çıkardınız diye sorgulardım. Daha sonra hep içeri girip çıkmalarımız dünyaya gelirken ki alışkanlığımızdan kaynaklandığını çok zaman sonra öğrendim… Daha sonra düşündüm: İki hücre halindeyken, daha nasıl olduğunu anlayamadığımız bir hızla, olağanüstü bir düzenle çoğalıp ayrışmasaydı da, anne rahminden düşüverseydim kimse fark etmeyecekti beni, kimsenin fark ettiği biri olmayacaktım. Hatta bir adım bile olmayacaktı. Daha sonra edindiğim isimlerim de hiç olmayacaktı. Hiç doğmasaydım, şu an aranızda olmayacaktım. Ama eksikliğimi bile fark etmeyecektiniz. ‘’ Seni ne kadar özledim… ‘’ diyen bir sevdiğim de olmayacaktı… Hayat, her şeye rağmen yaşamaya değer. Dostların ve sevdiklerinle beraber... O zaman ben iyi ki doğmuşum... Haziranda ölmek zor derlerdi… AMA ben Haziran da doğmuşum… İçimdeki çocuk; bozulmadan, kafese hapsedilmeden, özgür bir kişiliğin, hayal gücünün sembolü olarak kalması için uğraş veren… Kişiliğimizi özgür kılmak içimizdeki çocuğu ortaya çıkarmaktır çünkü. ‘’Hiçbir şeyin anlamını, heyecanını yitirmediği, monotonlaşmadığı kavramların içinin boşalmadığı o dönemi geri getirmektir ‘’ diyen… Bu düşüncemi İnsan Sevgi ile besleyerek yazılar yazmayı kendime görev yükleyerek yaşayan birisiyim… Var olan kusurlarımızı kabullendiğimizde, kendimize karşı olumsuz olma fikri de kaybolacak. Yaşadığımız anda ki durumu kabullenmek ve bunu gelecekteki bir mükemmellikle, bir gelecek idealiyle karşılaştırmamak. Nasıl olmamız gerektiğini düşünmek. Bu tür hastalığın kaynağı bu, bunu bırakmak ve tedavi etmek… Önemli olan bu… Kendin olabilmek ve anı yaşamak... Saygılarımla… Sevgilerimle…