Yazı Dükkanı Akademisi 1. Ulusal Öykü Yarışma’sında 2. seçilen öykü Banu Öztekin Fırındaki Helva YDA018 kodu ile yarışmıştı.
Annesi ölmüştü. Yaşlıydı elbet, bir gün beklenen bir şeydi ama annesiydi. Hiç ölmezmiş gibi gelen güçlü, son nefesine kadar kendine bakmasını bilmiş, yıllarca yalnız yaşamış bir kadındı. Namazını koltukta oturarak kılabiliyordu artık ama hiç atlatmadan o son gününde de kılmış ve nefesini öyle vermişti. Ve şimdi Halil, böylesine inançlı bir kadının oğlu olarak annesinin cenaze namazında ellerini nereye koyacağını bilemeden hatırladığı tek duayı okuyordu. Cenazelere katılmaktansa ölenlerin anısına etkinlikler düzenler, sevenlerini bir araya getirir, onlara yazılar yazar, şiirler okur, beraber yaşanılan güzel anıları kısa filmler yapar ölen kişinin yakınları ile paylaşırdı. Bu daha anlamlı geliyordu. Annesi için de yapacaktı bunları tabi ama bu cenazeye katılımı şarttı. Siyah rengi sevmediğinden gardırobunda olan en koyu renk, mor, kıyafetlerini giyip gelmişti. Her zamanki gibi gözlerin üstünde olduğunu bilerek kalabalığın arasında ayakta durmaya çalışıyordu. Koyu renk gözlüğü olmadığı için de kızmıştı kendine. Sarı camlı gözlüklerinin arkasında gözlerinin kapalı olduğu anlaşılıyordu. Tüm bu kalabalığın arasında inanmadığı şeyleri yapmaktansa, gözleri kapalı annesini düşünmek istiyordu sadece. Hiçbir zaman inanmamıştı “yaradana”, hele dinler, kandırmacadan başka bir şey değildi onun için. Okuma yazmayı söktükten sonra her çocuğun gönderildiği kur’an kursundan bir şekilde kaçmayı hep becermişti. Yaz tatilini anlamadığı kelimeleri tekrarlayarak geçirmek istemiyordu. Bunun yerine nehir kenarına inip ağacın altında yatıp su sesini dinleyerek hayaller kurmak daha çok hoşuna gidiyordu.
Gözlerini kapadığında kendini sahnede süslü kıyafetler içinde şarkı söylerken, dans ederken görüyordu. Şarkı söylemeyi çok seviyordu. Neyse ki abisi saz çalarken ona eşlik edebiliyordu, yoksa erkek adam türkü dışında başka şarkı söylemezdi. Ama o radyosunda gizli gizli dinlediği dönemin popüler şarkılarını, musikiden tut da arabesk, hafif batı müzikleri, hepsini çok seviyordu. Mırıldanarak eşlik edebiliyordu tabi, sesinin ne kadar çıkabileceğini henüz bilmiyordu. Evde kimse olmadığında ablasının elbiselerinden birini giyip, odasında gizli gizli, duvarda asılı küçük aynadan kendini görmeye çalışarak, elinde saç tarağı mırıldanıyordu sadece.
Köyde düğün dernek çok olurdu ve böyle zamanlarda halaya ilk karışan, türkülere ilk eşlik eden Halil olurdu. Okuldaki müsamerelerde de öğretmeni ezberi kuvvetli olan Halil’i seçerdi hep başrole. Çok gururlanırdı Halil. Sahneye çıktığında, en ufak alkışta tüyleri diken diken olurdu. Hep sahnede kalabilirdi. Köye yeni gelen her şey gibi o gün duyduğu haber de çok heyecanlandırmıştı Halil’i. Okullar kapanmıştı. Yaz tatili, kur’an kursundan kaçmak, nehre girmek, babasının sahibi olduğu bakkal’a arada yardıma gitmek derken hızla geçiyordu.
İlk defa değişik olacaktı, köye açık hava sineması kurulacaktı. Şehre gidenlerden duymuştu bir şeyler ama hayal edemiyordu. Atlar duvarda nasıl koşardı? Bayrama daha bir hafta vardı ama bayram günü gibi yerinde duramıyordu Halil. Bayramlıkları alınmamıştı daha. Alınmış olsa da, bayram gelmeden giyemezdi zaten. Abisinden küçülen kıyafetlerini geçirdi üstüne ama ayakları şimdiden abisinden büyüktü. Artık küçük gelen kendi ayakkabılarının arkasına bastı, sıkıyordu. Bu görüntü hoşuna gitmiyordu ama bütün geceyi de sızlayan ayaklarla geçiremezdi. Şehirden gelen ekip sinemayı köy meydanının az ilerisindeki iki katlı binanın düz cephesine kurmuşlardı. Neredeyse bütün köy halkı akın akın, görecekleri şeyin heyecanı ile yüzlerinde bir tebessüm oraya doğru yürüyordu.
Halil’e birden koca koca insanlar çocuk gibi gözüktü, güldü kendi kendine. Binanın bahçesine bir sürü sandalye konmuştu. Küçük çocuklarını kucaklarına alıp oturan anneler ve birbirlerini ittirerek önlere oturmaya çalışan kelli ferli adamlardan bir şey göremeyeceğini düşünen Halil bahçe duvarının üstüne çıktı. Ve bir anda olanlar oldu. Ağaçların aralarına asılan lambalar kapandı, hareketli bir müzik, koca bir yazı ve duvarda koşan atlar! Nasıl oluyordu?
O gece uyuyamadı. Yeni bir şey görmenin heyecanı, merak, hayranlık bir sürü his bir aradaydı. Okula gitmeyi seviyordu, yeni şeyler öğrenmekten mutlu oluyordu. Sinemayı da öğrenecekti, ne yapıp edip ya içinde ya dışında bir yerinde olacaktı. Dayısı ilkokul müdürüydü. Halil ondan çok çekinirdi ama severdi de. Dersleri iyi olduğu için sıra dayağı yememişti şimdiye kadar. Dayısı da Halil’in farklı olduğunu bilirdi. Ortaokula şehre gönderin mutlaka demişti ailesine. İlçeye de değil, şehre!
Şehirde yaşayan amcasının evinde kalacaktı. Evinden ayrılmak istemiyordu, annesini özleyecekti. Sanki anasının iş yapmaktan onu gördüğü mü vardı. Ama olsun kafasını okşayıp iyi uykular Halil’im demesi bile yeterdi. Çok uzak da değildi şehir zaten, bayramlarda, tatillerde gelirdi. Öyle demişti ailesi de. Fakat öyle olmadı. Babası ancak okulunun masraflarını karşılıyor, abisine de Halil’e evlerini açtılar diye maddi yardımda bulunuyordu. O bayram artık giderim köye diyordu ama olmadı. Bir otobüs parası biriktiremediği için kızdı kendine. Zaten öğle yemeği arasında eve yarım saat yürüme mesafesi olan okuldan eve geliyordu bir şeyler yemeye. Gerçi şimdi düşününce para harcamamak için değil de okulda yalnız başına oturacağına vakit geçsin diye eve gittiğini anladı. Çocukluk aklı işte.
Zor olmuştu alışması, şehir çocuklarının farklı bir dili vardı, sanki onu aralarına almak istememişlerdi ilk başta ama Halil derslerdeki başarısı ile dikkatleri üzerine çekmesini bilmişti. Derslerde mutluydu ama sonrası biraz zorluyordu onu. O bayram köye gitmek iyi gelecekti ama onun yerine amcasının çocukları ile şehre kurulan sirke gitti. Sirke daha önce giden arkadaşlarından bir şeyler duymuştu ama gözleriyle görmek Halil’i yine bayağı şaşırtmıştı. Fakat sinemada olduğu kadar etkilememişti. Hatta biraz öfkelenmişti.
Elbise giydirilen maymunlar, çemberlerin içinden atlamaya çalışan köpekler, boynundaki zincirle dans etmeye zorlanan ayıyı o şekilde görmek çok üzmüştü Halil’i. “Şu zincir kopsa da hepinizi yese şu ayı keşke” demişti içinden. Sonra da kızmıştı kendine böyle kötü bir şey düşündüğü için. Ama o hayvanları olmaları gereken yerden koparıp bu eğlence denen saçmalığın içine sokanlara daha çok kızmıştı.
Halil’in ortaokul macerası da başarıyla tamamlanmış, tüm öğretmenleri mutlaka lise eğitimini de tamamlaması gerektiğini söylemişlerdi. Ailesi de gururla, onu okutabilmek için ellerinden gelen ne varsa yaparak destek olmuşlardı Halil’e. Bu sefer de teyzesinin yaşadığı daha büyük şehre, lise eğitimine devam etmeye gitmişti Halil. Ailesinden daha da uzaklaşmıştı. Alışmıştı uzak olmaya ama çok da özlüyordu. Teyzesini o zamanlar çok tanımıyordu. Kocası, iki küçük çocuğu ve kocasının yaşlı annesiyle, ancak geçinen ve Halil’i yanlarına aldıkları için bunu sonrasında her seferinde “benim sayemde bu günlere geldin” diye belirten bir kadındı. Onlarla yaşadıkça, ergenlik dönemini onların yanında geçirdikçe, teyzesinin nasıl biri olduğunu daha da iyi anlamıştı. Eniştesinin yaşlı annesiyle aynı odayı paylaşmak zorundaydı. Sobayı yakmak için erkenden uyandığı her sabah, gözlerini açtığında ilk gördüğü kadının bardakta duran takma dişleri oluyordu. Midesi bulanıyordu. Bir an önce lise bitsin, üniversite sınavını kazansın ve hayallerindeki şehre gidip kendi başına bir göz oda da olsa kalabileceği kendine ait bir yuvası olsun istiyordu. Bunun için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Dersleri yine oldukça iyiydi. Çok arkadaşı yoktu yine ama öğretmenlerin göz bebeğiydi. Derslerin yanı sıra okulda yapılacak tüm etkinliklere de katılıyordu. Özellikle tiyatro ile ilgili ne yapılırsa. Ya sahne tasarımı, ya asistanlık, bazen de ufak rollerle başka bir dünyaya ışınlanıyor gibi hissediyordu. Eve dönüp de teyzesinin ona buyurduğu işleri yapmaktan kaçıyordu böylece.
Yine bir akşam, ders çalışmam lazımdı diyerek geç geldiği okuldan eve girdiğinde onu beklemeden çoktan akşam yemeğinin yendiğini ve sofradan kalkan teyzesinin apar topar masadaki helvayı kağıdına sarıp mutfağa götürdüğünü gördü. Çok açtı. Helvayı da o kadar severdi ki sadece ekmeğin arasına helva koyup yese yeterdi ona. Teyzesine “Kusura bakma teyze yemeğe yetişemedim, sınavlar başladı. Arkadaşlarla okulda etüde kaldık. Ekmek arası bir şeyler atıştırırım ben mutfakta sen zahmet etme” dedi ama teyzesinin zaten zahmet etmeye niyeti yoktu. “Yemekler ocağın üstünde kaldırmadım daha. Bir tabak bişeyler ye sonra da ortalığı topla” emriyle doğruca mutfağa girdi.
Teyzesi yemeklerden ye demişti ama onun tek istediği ekmek arası helvaydı. Çocukluğunda fırından aldığı sıcacık, tazecik ekmeğin arasına babasının bakkalına nadiren gelen helvayı koyup yediği günler geldi. Kuru erzakların durduğu dolaba baktı, tabakların durduğu raflara, çekmecelerin içlerine ama helva yoktu. Teyzesinin kağıda sarıp kaldırdığını görmüştü, bitmemişti daha emindi. Bütün çekmeceleri açarak çıkarttığı seslere teyzesinin sesi eklendi; “napıyorsun oğlum takır tukur, ye bişeyler de topla şu ortalığı”, “tamam teyze” dedi. Akşam herkes yattıktan sonra gelip tekrar bakacaktı. Yemeğini yedi, etrafı topladı, sobayı söndürdü, pijamalarını giydi, yatağa girdi. Aklı helvadaydı. Herkesin uyuduğundan emin olunca, yavaşça mutfağa gitti. Olabildiğince sessiz her yere tekrar baktı. En son gözüne tezgahın altında üzeri örtülü küçük fırın çarptı. Ümitsizce örtüyü kaldırıp kapağını açtı, eğildi. Karanlıkta bir şey göremiyordu, elini uzattı. Bir şeye değdi eli, aldı ve evet pakete sarılı helvaydı bu.
“Ne işin var senin burada” dedi ne zamandır görmediği bir sevdiğine bakarcasına. Paketi açtı, anlaşılmasın diye incecik bir dilim kesti helvadan ve yine sarıp aynı yere kaldırdı. Yerken gözlerinden yaşlar aktı. Üniversite yılları da beklediği gibi geçmişti. Çok istediği bölümü kazanmış, hayalindeki şehirde bir yandan çalışırken, kazandığı para ile ufak bir ev tutmuş, durmak bilmeden okuyor yazıyordu. Daha mezun olmadan yazdıklarından bazıları sahnelenmeye başlamıştı bile. Sahnelerde, arkasında, önünde, hikayeleriyle her yerdeydi. Üniversite yıllarında yazmaya başlayıp ancak bitirebildiği oyunu da o gece ilk sahnesini almıştı. Oyun bitip de kulise geçtiğinde sinema filmi projesi için konuşmak istediğini söyleyen, projelerini beğenerek takip ettiği yapımcıyla karşılaştı. Onu en çok heyecanlandıran hikayesini beyaz perdede görecekti belki de. Daha yolun başındaydı ama hayali gerçek olacaktı hissediyordu. Bu haberi hemen annesine vermek istedi.
O üniversitede okurken ailesi de yaşadıkları köyden bu şehre göç etmişler ve artık Halil’e sadece bir köprü uzaklıktaydılar. O kadar heyecanlıydı ki, hızlıca arabasıyla köprüden geçerken kırmızı elbiseli uzun sarı saçlı kadının yasak olmasına rağmen gece gece köprüde neden yürüdüğüne pek kafa yoramadı. Devam etti yoluna. Ailesinin evinde geçirdiği gecenin sabahında, gazetede haberi görünce anladı aynı kadın olduğunu. “Travesti N.O. köprüden atlayarak hayatına son verdi” yazıyordu. İlla bir tanımlama yapmak zorundalar mıydı? Bir insan hayatına son vermişti işte. Olan buydu. Annesine sarıldı, annesi omuzlarına dökülen sarı saçlarını okşadı Halil’in. Onunla gurur duyduğunu, sevdiğini bir kere bile ağzından duymamıştı ama hissediyordu yine de, bu bile yeterdi.
“Fırındaki Helva” filminin beyaz perdede yayınlanmasının üzerinden 40 sene geçmişti. Ömür boyu başarı ödülü alacağı o geceki etkinlikten önce aldı haberi. Annesi ölmüştü. Ödülünü ona adadı. Ertesi gün cenazede, parlak mor kıyafeti ile safın ilk sırasında, elleri önünde bağlı bildiği tek duayı etti.
Çok güzel bir öykü, tebrik ediyorum..
En beğendiğim yazılardan biriydi..Benden 10 almıştı..Kutluyorum.Kaleminize yüreğinize sağlık ??
KUTLARIM ???