Gazeteciliğin YOK SAYILDIĞI yıllar, gelecek kuşağın kulağına küpe olsun…
“Matbuat hiçbir sebeple tahakküm ve nüfuza tabi tutulamaz”
M. Kemal ATATÜRK (1923)
Basının varoluş nedeni, yazıyı kullanarak toplumsal gelişmelerden halkı bilgilendirmek düşüncesidir. İlk denemeleri, milattan önce Mısır ve Roma’da görülen basının doğuşunu, Ortaçağın sonlarında Avrupa’daki gelişmelerin yol açtığı varsayılır. Uzak deniz ticaretin gelişmesi, şehirleşmenin hızlanması ve krallıkların kurulması gibi oluşumlar haberleşmenin gelişimini körüklemiştir. Bu sosyal yoğunlaşma, tüccarların arasındaki yazışmaları başlatmış, zaman geçtikçe bu yazışmaların ilgi çektiği görülünce, bu ticari sırların bir kazanç sağlayacağı düşünülmüş! Tüccar sınıfı, bu mektupları bir bedel karşılığında satın alarak ilk ilkel ticari çekişmelerin zeminin oluşturmuşlardır. Mektuplar elle kâğıda yazılarak çoğaltıldığından bir bakıma ilkel gazeteciliğin de temeli atılmıştır. 17. Yüzyıla geldiğinde artık Almanya, İngiltere, Hollanda ve Fransa’da birkaç sayfalık ilk gazete örnekleri satışa sunulmuştu bile…
Avrupa’da basının doğuşu ile demokrasinin yeniden anımsanması aynı sürecin içinde yaşanmıştır. Özellikle Fransa’da, demokratik savaşımın aktörü burjuvazi ve egemen sınıf aristokratlar arasındaki kavgada basın önemli yararlılık göstermiştir. Burjuva sınıfı, demokratik devrim savaşımı boyunca sosyal yaşamda yeni yeni yer almakta olan gazetenin algı gücünü kullanarak başarıya ulaşmıştır. Bir düşünceyi yaygınlaştırma ve savunma pratiği deneyimlenen basının, Batı Avrupa’da dört yüz yıl boyunca süren demokrasi savaşımına katkı vermesi, onu daha sonraları dördüncü güç haline getirecektir.
19. yüzyıl Avrupa gazeteciliği için çizgi belirleme çağıdır. Özgürlükçü ve demokratik çizgide yayın yapmak hem satışta her ilkede öncü olmak demekti o yıllar… İngiltere’de The Times, Guardian (1822), Fransa’da Le Figaro (1827), Journal des Depats, Notioral (1848) Hollanda’da Algemein Handels-blat (1828), Almanya’da Frankfurter Zeitung (1857) ve Avusturya’da “Neue Fresse Presse” gibi gazeteler, o dönem Avrupa’sının ve demokrasi çizgisinin önde gelen basın organlarıydı.
İKİ YÜZ YIL SONRA TÜRKİYE
Yorgun, küçük ve gücünden çok şey yitiren Osmanlı’da 19. Yüzyıl, yeniden güçlü bir devlet olabilme düşlerinin görüldüğü çağdır. Yenilikçi padişahların son gayretlerinden anlaşılacağı gibi, sözde bir demokratikleşme süreci yaşanmıştır. Saltanatın kaldırılması uslarında olmasa bile aydın sınıf, kısıtlı bir demokrasiye heves etmiştir. Avrupa’dan esen özgürlük rüzgârları Osmanlı aydınlarını da etkilemiştir. Bu kritik aydınlanma ve 1839’daki Gülhane Hat-ı Hümayunu ile Tanzimat dönemi, aynı zamanda daha sonra gelişecek demokratik isteklerin efendilerini de yetiştiren bir birikim sağlamıştır. Avrupa görmüş bu Tanzimatçılar yazıp çizmeyi, düşünce üretmeyi ve özgürlük tohumları ekmeyi inatla sürdürdükçe yeni bir toplumun filizlendiği görülür. Bu kavgacı ve belirsizlik içeren siyasal evrede yapılacak ilk şey, basının da yardımıyla padişahı özgürlüklere baş eğdirmektir. Gazeteleri kullanarak İstanbul’da kamuoyu oluşturmaya başladılar. Sansürü bu şekilde delmek, halka ulaşmak istiyorlardı. Özellikle Paris’te ve Selanik’te çıkarttıkları gizli gazetelerle padişahı özgürlüğe zorunlu kılmanın savaşımını verdiler.
Türkiye’de basının tarihi 1860 sonrasına işaretlidir. Padişah II. Mahmut’un çıkardığı Takvim-i Vakayı (1831) ilk devlet gazetesi özelliği taşır. İlk özel Türkçe yayımlanan gazete Tercüman-ı ahvaldir. Tanzimat aydınlarından Agâh Efendi’nin çıkardığı bu yayın organı, ilk Türk gazetesidir, Agâh Efendi ise ilk patron…
DEMOKRASİ VE BASINIMIZ
Sorulması gereken en önemli soru şudur:
1950’lerde çok partili yaşama geçen Türkiye’de aydın geçinen gazetecilerin demokrasimizin gelişimi için ne gibi bir katkısı olmuştur? Olduysa bu katkılar, genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin toplumsal ve siyasal yaşamında bir uyumsuzluk belirtisi göstermiş midir? Bu uyumsuzluk ve devrimlere karşı büyütülen kin ve intikamcı siyaset demokratik yollardan zamanında önlenebilir miydi? Bugün yaşananlar göz önüne alındığında, geçmişte çok partili yaşamı savunanların erken davrandığı düşünülebilir mi?
Bugün basının yandaş kimliğini tartışanlar, bu soruların gecikmiş yanıtını neden veremiyorlar? Demokrasi ve onun olmazsa olmazı basın kurumları, demokrasinin niteliğini tartışmaya açmadan bu soruların yanıtını veremezler; çünkü tek adamlık iktidarının baskınlığının nedeni ülkemizde olduğu varsayılan dört dörtlük özgürlük değildir. Demokrasimiz kendini koruyamaz denli delik deşikti ve sandıktan öte bir birikimi de yoktu. Tek adamlı antidemokratik bir partinin iktidarı, yanında kendisini destekleyen yandaş bir basın ve arkasında liderleri için sokaklara dökülmüş bir halk güruhu; bu mudur çağdaş demokrasi ve uygar basın? Basınımızın her sistemin biçtiği giysiyi sorgulamandan giyen bir soytarı haline gelmesi, onun siyasallaşmadan kazanamayacağının kanıtıdır.
Demokratik rejim ile basın kuruluşları arasındaki ilişki aslında iktidarla sürmesi istenen çıkar ilişkisiyle doğru orantılıdır. Demokratik sistemlerde iktidar ile muhalefet arasındaki çelişkiler basının da yaşam kalitesini belirler. Normalde nerede duracağını bilen bir gazete patronu, siyasal iklimin gücüne göre günü geldiğinde saf değiştirmeyi becerebiliyorsa Türkiye’de gerçek gazete patronu odur! Türk basınının bu klasik duruşu, sözde demokrasi yılları boyunca böyle seyretmiştir. Bunun dışında kalarak cumhuriyet ve bağımsızlık için mürekkep tüketen gazeteler de vardır elbet ama unutmayalım ki basın kuruluşları da iktidardan ayrı gayrı düşünemeyecek küçüklüğü temelinde barındıran basit ticari kuruluşlardır. Kar ve zarar çizgisinde kazançtan yana duran, emekçi çalıştıran, gideri gelirinden çok olduğu varsayılan ve bir patronun yönetimindeki işletmelerdir. Hiçbir işveren, hiçbir düşünce sisteminin ipini boğazına takarak kuruluşunu batırmak istemeyeceğine göre, basının ucuz kahramanlık yapıp iktidarın arkasından kuyusunu kazması düşünülemez. Evet, Türk basını 27 Mayıs’taki demokratik devrim denemesiyle olağanüstü bir sınav vermişti ve Türkiye yeni bir anayasaya kavuşmuştu ancak bu devrimin içinde ordu vardı, gençlik vardı, halk vardı. Gazetelerin ‘Hürriyet’ sözlü manşetleri Türk halkının yaptığı ilk ve son demokrasi kavgasını anlatıyordu. Ne mutlu o devrime omuz veren gazetecilere ve gazetelere.
DEMOKRASİ İSTİYORUZ!
Hiçbir durumda Osmanlı’nın son demlerini yaşamıyoruz ve Tanzimatçı aydınların kelle koltukta gezinmelerini bugün göremeyiz. Basın sektörünün emekçileri, yazarçizerleri ve aydın geçinen akıl vericileri, tabana indirgendiğinde halkımızın çoğu gibi sisteme uyum sağlayarak yaşamayı seçen insanlardır. Kapitalizm, zorunlu da olsa halkların tümüyle ayağa kalkmalarını istemez! İktidarın raylarında yolculuk yapan basınımız da bu kuralın içinde yaşar ve zorlansa da yaşam düzeylerinden ödün vermeleri beklenemez.
Onlara sorulduğunda yakınmaları şudur: Demokrasi yok, nasıl çalışalım? Kellemiz koltukta!
Basının soluk borusudur demokrasi, evet!
Düşünce ve düşünceyi yayma özgürlüğü basının kanıdır, evet!
Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütü, geçen yıl dünyadaki 180 ülkenin basın özgürlüğü karnesini inceledi. 180 ülkede medyada çoğulculuk, medya ortamı ve bağımsızlığı, oto-sansür ve habere yönelik kısıtlamalar gibi onlarca parametrenin yer aldığı değerlendirmede Türkiye 2002 99. sıradaymış. Geçtiğimiz yılki değerlendirme bizler için üzücü olmuş; 158. Sıraya düşecek denli özgürlük yoksuluymuşuz! İktidar yirmi yıldır basını kendine bağlarken aynı zamanda istediğini yazacak, istemediğini yazdırmayacak, istediği yazarı patronuna attıracak duruma getirmiştir. Demokratik ülkelerde rastlanmayacak bir faşist baskıyla boğuşuyor bugün basınımız…
Ancak basının vatanseverliği, güçlülüğü, demokrasiye bağlılığı, caydırıcılığı, olağanüstü yönetimlerin sancılı yıllarındaki savaşımıyla sınanır; basın bu ortamları fırsata çevirip deneyim kazanır. Para kazanmanın peşine düşmez, cumhuriyeti, laikliği, özgürlüğü ve vatanı düşünür. Halkı peşine takıp faşizme kafa tutabilir; bu güç elindedir…Sandık demokrasini çağdaşlaştırabilir… Halkın algısını değiştirebilir; liderlerin de bir insan olduğunu anlatabilir…Basın dördüncü güç ise bu gücü karşılığı ne olursa olsun halkın önüne koymalıdır…
Devleti yöneten liderler, “Aman basın özgür olsun” diyerek yönetim şekillerini belirlemezler. Basının kalemleri yönetimlerin hataları ve amaçları denetleyerek gündem belirler. İçinde yer aldıkları, “durumdan vazife çıkaranlar” ve bunu sorgulayarak hesap soranlar gerçek gazetecilerdir. Muhalefette kalarak bozuk düzenle savaşırlar, despotların yaşamına burunlarını sokarlar, yolsuzluklara, haksızlıklara ve adaletsizliğe ayak bağı olurlar… Onların ömürleri tükenmez, adları tarihe yazılmıştır… Her biri Uğur Mumcu gibidir; kanmaz, aldanmaz, araştırmacı, canı ucuz, gözü pek, özgürlükçüdürler… Ölerek bitmezler!
HAİN DE GÖRDÜK
Vatana ihaneti iş edinmiş, Türk Ordusu’na kurulan Ergenekon, Balyoz ve yığınla kumpası örgütleyenlerle işbirliği yapmış bir gazetecilik geçmişimiz var. Utanmalıyız! Gurur duymadığımız başımız önde yıllar yaşadık… Bir cemaatin kucağına oturup kalemini satanları gördük… Atatürkçü güçlerin sindirilmesine yataklık eden gazeteler ve gazeteciler geçti Bab-ı Ali’den yığınla…Ve onlar gururla, mütareke yıllarını aratmayacak bir ustalıkla, ordumuzu dinci iktidarın kucağına attılar… Kozmik odaya cemaatin girmesine olanak tanıdılar… Gazeteciler bavul taşıdı savcılara, karalama, sahte belge ve gizli tanıklık yaparak iktidar – cemaat dayanışmasına destek verdiler. Salt gazeteciler ve onların hain yuvası Taraf gazetesi değil, ordunun içindekiler de hainlerin yanında yer aldı. Örneğin, televizyonlara boru ile çıkan dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un dedikleri nasıl unutulur? “Kozmik Oda’yı açmamalıydı” eleştirisine de şu yanıtı vermişti eski asker: “Kozmik Oda’da Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu ve Uğur Mumcu suikastlarıyla ilgili bilgi arandı. Biz Kozmik Oda’yı açmasaydık bu cinayetlerin arkasında TSK var denecekti.”(11 Şubat 2019)
Olacak şey değil! Daha önce açıklasaydın bulunsaydı katiller; açtın da buldular mı? Kozmik odadan alınan belgelerin hangi basın kuruluşlarında deşifre edilip servis edildiği, hangi gizli haber alma örgütleriyle paylaşıldığı ve cemaatin bundan neler kazandığı bugün de yanıtsız kalan sorulardır…
Anladık ki, Türk basınının çoğunluğu için demokrasi ve özgürlük bir anlam taşımıyormuş. Çağdaş demokrasinin özgürlük yapısına, sosyal ve siyasal gerekliliğine, anayasal ve hukuksal yapısına özlem duymayacak denli eski çağcı hesapçı olmuşlar, kâğıdından kalemine satılmışlar. Bağımsızlık savaşına destek veren atalarının kemiklerini sızlatıp saltanatçı Ali Kemal gibi dönek olmuşlar.
Bir ülkenin demokrasiyle tanışması, halkının ona gerek duymasının azlığı ve çokluğu ile ilgilidir. Gazeteciliğin demokrasiye olan susuzluğu halkının ilerisine düşmüşse basın bu kozunu baskıcı iktidarlara karşı kullanır. Muhalefet böyle doğar. İktidarları demokrasi zorlamasıyla doğruya yöneltmeye çalışır gazeteler; halkını demokrasinin üstünlüğüne ve toplumsal yararlılığına böyle inandırabilir. Basın gerçek demokrasiye inanıyorsa bunu okuruna da anlatabilmelidir; özgürlüğü beklemek geç kalınmış bir seçim olabilir, özgürlük verilmeyen bir değerdir. Basının mutlak görevi, verilmeyen için alanı örgütlemektir! Basın, ya ikili oynayıp, iki memeden de süt emmeye çalışıyorsa?
Bu yazıyı da okuyabilirsiniz. Gazeteci Ressam Fikret Otyam’ın Yaşamı – Harika Avcı
1945 VE SONRASI…
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşu (1923) ile başlayıp, 1945 yılına değin süren zaman içinde hızlı bir batılılaşma, devrimsel bir değişim, demokratik bir özgürleşme yaşanmıştır. Bu tek partili ama tek adamsız dönemde, TBMM üzerinde hiçbir güç tanınmamış ve ülkeyi yönetme yetkisinin millette olduğu cumhuriyetle perçinlenmiştir.
Türk basını, bu cumhuriyetçi süreç içinde, devrimlerin huyu gereği devlet denetimi altında olmasına karşın, demokratik adımları onaylayıcı, devrimleri destekleyici bir kamu kuruluşu olarak toplumsal zeminde yerini almıştır. Demokrasi bilincine sahip deneyimli tek sınıf olan aydın ve yazarların yönlendirdiği gazeteler, demokrasinin gelişimini destekler görünse de devrimci ve devletçi düzenin sürdürülmesini istemişlerdir. Atatürk’ün yolundan gitmeyi, muhalefeti güçlendirmemeyi yeğlemişlerdir. Tek partili ancak etkin meclisli bu dönem boyunca Atatürk’ün ölümüne değin onun kanatları altında, yine bir gücün yanı başında yaşayıp gitmişlerdir.
Şunu da belirtmeliyim ki, 1945 yılına değin görülen tek parti yönetimi anayasal bir nitelik değil, ulusal birliğin korunması doğrultusunda devrimci liderin tutumundan kaynaklanan bir gereklilikti.
Muhalefet yapmak gereği doğduğunda milletvekilleri özgürdü. Aralarındaki gruplaşmalardan üretilen değişik düşüncelerin kürsüden söylenmesi de özellikle ulu önderin ilgisini çekiyordu. Sonraki yıllarda bu uygar gelenek, basınımızın da ilgisini çekti. Bunu sağlıklı bir demokratik yaşama gidiş olarak yorumladı. Batıdaki çoğulcu sistemlere öykünen kimi basın kuruluşları bu konu üzerinde yayınlarını sürdürüyorlardı. CHP iktidarına ve Milli Şef’e korkusuzca karşı çıkanların demokratik istemlerini destekleyen ilk gazete de Ahmet Emin Yalman’ın patronu olduğu Vatan Gazetesidir. Yalman daha da ileri giderek, Ziya Gökalp’in önerdiği iki partili sistemi yetersiz görmekte, dört ayrı partili bir sistemi savunmuştur.
İkinci Dünya Savaşı’nın o sıkıntılı dönemine denk gelen demokrasi istemleri CHP iktidarını zorlamış; ekonomik yokluk, geçim sıkıntısından doğan bunalım ekmeğin karne ile satılması, cephelerde konuşlanan askerin giderleri ve yokluk… Muhalefetin, halkın CHP ile bu duruma düştüğü şeklindeki algı operasyonları yürüten basın yavaş da olsa anacına ulaşır görünüyordu. Vatan, Tan ve Tasvir-i Efkâr gazeteleri bu sıkıntılı duruma karşın çekinmeden demokratik tavırlarını iktidara dayatmaları ülke için o yıllarda gerekli bir atılım mıydı bilemiyorum. Bu üç gazete kimine göre Jön Türk döneminden sonra ilk defa idealist bir gazetecilik örneği vermiştir, kimine göre acele etmiştir! Çünkü meclis çatısı altında demokrasiyi savunanlar halkı düşündükleri için değil, Atatürk’ün vasiyeti olan Toprak Reformu ön yasasını önlemek savaşım veriyorlardı.
Tan gazetesinin solcu sahibi Zekeriya Sertel, basındaki demokrasi seviciliğini anılarında şöyle anlatır: “Artık tek partili döneme son vererek, çok partili demokratik parlamenter düzene geçmek gerekliliği konusunda şiddetli bir kampanya başlatmıştık” (Sertel, 1966; 245-246).
Diyebiliriz ki, demokrasiye katkı konusunda basınımızda önemli iki gazete öne çıkmıştır; bunlar 1939 sonrası yayın politikaları ile Vatan ve Tan gazeteleridir. “Tan” gibi sosyalist, “Vatan” gibi liberal bir gazetenin yaptığı bu işbirliğine, 1944 yılında Tasvir-i Efkâr gazetesi de katılmıştır. Bu üç gazetede çok partili toplum düşüncesinin kökleşmesinde etkili olmuştur.
Çok partili siyasal yaşama geçildiği 1945 yılından sonra iktidara seçenek olduğu görülen Demokrat Parti’nin ve yandaşlarını özgürlük istekleri bitmek bilmedi. Dinci desteği de arkalarına alan yeni tür demokratlar kurulu düzenin bir çatlağını yakalamak için caba harcıyorlardı. Ve buldular; solcu bilinen Tan gazetesine baskın yaptılar. Tan gazetesi tesislerini yağmalarlar ve gazetenin baskı makinalarını parçaladılar.
İktidarı halkın büyük oyunu alarak kazanan Adnan Menderes ve Demokrat Parti basını kontrol altına aldı. Muhalefeti susturmak için patronlarını korkutmak ve gazetecilerin tutuklatarak bir korku dünyası yarattı. Demokrasi bekleyenler karşılarında modern istibdattı buldu. Cumhuriyet Halk Partisi’nin politikalarını destekleyen ve buna bağlı olarak iktidardaki Demokrat Parti’ye muhalefet eden tek gazete Ulus kalmıştı.
Menderes bir yasayla Cumhuriyet Halk Partisi’nin mal varlığına el koyarak Ulus gazetesinin de sonunu getirdi. CHP adına muhalefeti Nihat Erim’in çıkardığı Dünya gazetesi üstlendi. Dünya gazetesi dikkatleri çekti, yaşı yetmişe ulaşan gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın 26 ay hapse cezası aldı. Devrin basın ve yayından sorumlu bakanını eleştiren Bedii Faik, Metin Toker ve Dündar Arcayürek cezalandırıldı. Bugünkü gibi o gazeteler de iktidarın gücüne boyun eğerek sorunu çözmüşlerdir!
Menderes’in 27 Mayıs 1960 demokratik devrimiyle tutuklanması sonrasında basının soluk alması devrimin amacından saptırıldığı dönemle sona ermiştir. Ordu sıkıyönetimle yönetime el koyunca siyasi muhalif kimliği ile bilinen Çetin Altan’ın bile Selimiye’de tutuklu kalmıştır. Devrin sosyalist partisi milletvekili olan Çetin Altan, Akşam gazetesinde yayınlanan “Yutturma edebiyatı” ve “Lütfen Süleyman Bey alınmayınız” başlıklı yazılarından ötürü dokunulmazlığının kaldırılması istendi; yapılan oylamada, mecliste çoğunluğu olan Adalet Partililerce milletvekilliği düşürüldü. Fakat bu karar Anayasa Mahkemesi’nden döndü.
Türkiye demokrasi tarihi, aynı zamanda askeri darbeler tarihidir. Basınımızda bu sınavların içinden geçerek olgunlaşacağı yerde, her güce baş eğen basit bir işletmeden öteye gidememiştir! 1960 devriminden sonrası ABD güdümlü 12 Mart 1970 ve faşizminin yasalaştığı 12 Eylül darbeleri, iyice dışa bağlanan Türk demokrasisin ölüm fermanlarıdır. ABD’nin müttefiki olmanın ve emperyalizme göbekten bağlanmanın basın kuruluşlarımız üzerinde oluşturduğu oligarşik baskı, onarılması zor çatlaklar yaratmıştır.
12 Eylül darbesi, ABD’nin Ortadoğu Ilımlı İslami projesi için ülkemizi buna hazırlama projesidir. Kenan Evren işini iyi yapmış, sol duvarı yıkmış, dincileri rahatlatmış, onlara yol açmış ve Kemalizm’in eldiveniyle devrimlerin mezarını kazmış, Türkiye’yi Nakşibendi lider Özal Bey ile kitlesel sömürüye açarak ABD ve AB’nin kucağına bırakmıştır. Sırada bu işlere kafa yoranları susturmak vardı elbet… Önce Milliyet gazetesi başyazarı Abdi İpekçi’yi ortadan kaldırdılar. (1 Şubat 1979) Mehmet Ali Ağca, İpekçi’yi öldürmekten hüküm giydi. Ama suikastı planlayanlar bulunamadı! Dincilerin günü geldiğinde, İpekçi’nin verdiği savaşımın haklılığı ve niçin öldürüldüğü geç de olsa anlaşıldı. Dinciler iktidara oturdu, sistem değişti ve o katil adam,10 Kasım 2010 tarihinde devletin televizyonda konuşturuldu! TRT Haber’de yayınlanan programda kendisine İpekçi cinayetine ilişkin tek bir soru sorulmadı! Basının yeri geldiğinde nasıl maske değiştirdiğini halkımız gördü. Bu örnek bile basının faşizme uyumuna, vatana ihanete ve ayakta kalmak için el öpmeye yatkın olduğunu göstermektedir.
1980 sonrası da gazetecilere yönelik eylemler vardı. Hürriyet gazetesi genel yayın müdürü Çetin Emeç, 7 Mart 1990’da, Yüzyıl dergisi yazarı Turan Dursun 4 Eylül 1990’da, Musa Anter 20 Eylül 1992’de, Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından Uğur Mumcu 24 Ocak 1993, Ahmet Taner Kışlalı 21 Ekim 1999, Agos Gazetesi yazarı Hrant Dink 19 0cak 2007’de öldürüldüler.
İLK ÖLDÜRÜLEN GAZETECİ HASAN FEHMİ
Yeri gelmişken ilk öldürülen gazete yazarı Hasan Fehmi Bey’i anmalıyız. Türkiye tarihi içerisinde, ilk kez suikasta uğramış gazeteci, “Serbesti” gazetesinin yazarlarından Hasan Fehmi’dir. Mülkiye mektebini bitirdikten sonra bir dönem Fransa’ya kaçmak zorunda kalan Hasan Fehmi, 1908’de II.
Meşrutiyetin ilanı ile yurda dönmüş, Serbesti Gazetesi’nde başyazılar yazmaya başlamıştır. II.Meşrutiyet’ten çok şey bekleyen fakat istediğini bulamayan aydın çevrelerinde İttihat ve Terakki’yi eleştiren Hasan Fehmi’nin yazıları oldukça etkili olmuştur. İlk etapta tehdit mektupları alan Hasan Fehmi, eleştiri yazılarını sürdürmüştür. Gözdağının sonuç vermediği görülünce Hasan Fehmi, 5 Nisan 1909 tarihinde üç arkadaşı ile birlikte Galata Köprüsü’nde kurşunlanmıştır Serbesti gazetesinin muhalif başyazarının öldürülmesi 31 Mart Olayının başlamasına da neden olur. (Hocaoğlu, 2010:121).Hasan Fehmi’nin öldürülmesi ilktir ama son değildir. Cumhuriyetin ilanına değin, “Seda’yı Millet” gazetesi başyazarı Ahmet Samim, “Şehrah” gazetesi başyazarı Zeki Bey, “Silah” gazetesi sahibi Hasan Tahsin öldürülmüştür.
TURGUT ÖZAL; BASINI DAĞITAN ADAM!
Darbelerin ardından topluma indirilen yumruğun gücüyle basın sektörünün de sarsılır… 27 Mayıs devriminin anayasasıyla birlikte ortadan kaldırıldığı1980 darbesi ve sonrasında, kitlesel liberalleşme ve serbest piyasa ekonomisine geçişi gerçekleştiren Başbakan Turgut Özal, Türkiye’yi hiç tanımadığı bir mecraya taşıdı. Gücünü darbeci Evren’den, zekâsını ABD’den alan dinci Özal, basının da bu yeni düzenden ayrı düşünmezdi! Anapara değişimiyle siyasi gücün emrine bağlamak istediği basını paralı iş çevrelerine peşkeş çekti. Gazeteci patronlar, Abdi İpekçi cinayetinden sonra bu sektörün gidişatından korkarak gazetelerini satma yarışına girişmişlerdi. Basın sektörünün liberalleşme furyasına kısaca bir göz atalım.
AYDIN DOĞAN VE MİLLİYET
Türk medyasının son 40 yılına damgasını vuran isimler arasında yer alan Aydın Doğan, basına sektörüne 1979 yılında Milliyet gazetesini sülalesi gazeteci olan Ercüment Karacan’dan satın alarak girdi. Karacan’ın oğlu Ömer Karacan, 2007 yılında Sabah gazetesine verdiği bir demeçte babasının satış kararı almasını şöyle aktarmıştı:
“Babam Milliyet’i satmaya mecburdu. Abdi Amca öldürülmüştü. O hayattaki en yakın arkadaşıydı. Çok kırıldı ve küstü. Devamlı öldürüleceğiz, kaçırılacağız endişesiyle yaşıyordu. Babamın Milliyet’i satmasındaki en büyük neden, ölüm korkusudur. Babam, ailesini korumak istedi. Kim ölmek ister Bab-ı Ali sokaklarında? O, misyonunu tamamlamıştı. Çok iyi yaptığını düşünüyorum.”
Öte yandan gazetenin önemli yazarlarından Hasan Pulur, 2011 yılında Milliyet’teki köşesinde spor basının efsanevi müdürlerinden Namık Sevik’in patronuErcüment Karacan’a söylediklerini aktarır. Pulur, Milliyet Spor servisinin sorumlu müdürü olan Sevik’in, o dönemde siyahi kölelerin ticaretini anlatan Kökler dizisininim örnekleyerek Karacan’a” Patron, bizi Kunta-Kinte gibi sattın” dediğini yazar. Milliyet Gazetesinde o yılları yaşamış bir gazeteciyim ve gün gün yaşadığım bu olaylar, gazetecilik yaşamımda beni pişiren derinlikleridir.
Aydın Doğan da 2011 yılında Milliyet ve Vatan gazetelerini, Demirören ve Karacan ailelerinin ortaklığında kurulan DK Gazetecilik’e 79 milyon dolar bedelle sattı. Doğan o dönem devir-teslim töreninde yaptığı konuşmada, “çok zor bir gün yaşadığını” söyleyecektir. Demirören’e bu satış için Ziraat Bankası’ndan verilen faizsiz kredi hala tartışmalıdır.
SIRA ASİL NADİR’DE…
Turgut Bey’in denetimindeki darbeli Türk kamuoyu İngiltere’den gelen bir iş adamıyla tanıştı. İngiliz Financial Times gazetesinin “Margaret Thatcher’ın girişimcilikle büyük iş adamı olma döneminin sembolü” olarak tanımladığı Kıbrıs asıllı Asil Nadir, başbakan Turgut Özal’ın önermesiyle Türkiye’ye gelerek medyaya yatırım yaptı.
Dönemin tanığı olarak söyleyebilirim ki, Başbakan Özal’ın hamlesinin arkasında Erol Simavi’nin sahibi olduğu Hürriyet ve Dinç Bilgin’in kurduğu Sabah’ın kendine yakın, güvenebileceği birinin eline geçmesi yatıyordu… “Pantolon olmadı gömlek verelim” diyerek kardeşi Haldun Simavi’nin Günaydın gazetesini satın aldırttılar! Nadir’in bu sektöre toplamda 250 milyon sterlin yatırım yaptı. Oğlu Birol Nadir’e oyalanması için bir de spor gazetesi kurdu.(1989/ İlk spor gazetesiydi) Önemli gazeteci transferleri yaptı. Bunlardan biri de bendim. Görkemli açılışlar, özel giysili sokak tanıtımları, çalışanlarına ayrıcalıklar gözü kapalı yapılıyordu.
Asil Nadir, daha sonra 1980’lerin ortasındaki banker bunalımı nedeniyle sıkıntıya düşen Trabzonspor Kulübü başkanı Mehmet Ali Yılmaz’ın Güneş gazetesini de 80 milyon dolara satın aldı. O dönemde gerek Güneş gerekse de Günaydın gazeteleri, magazine ve kuponla armağan dağıtmaya ağırlık verince, satışları en yüksek gazeteler arasına girdi. Gazete havuzuna Nokta, Ekonomik Panorama, Gelişim Spor, Kadınca ve Erkekçe gibi dergileri yayımlayan Gelişim Yayınları’nı da katan Nadir’in gözü hala amiral gemisi Hürriyet’in üzerindeydi.
Dönemin Günaydın Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Necati Zincirkıran, Nadir’in Nokta dergisini alış nedeni olarak eşi Ayşegül Nadir’i “Alaturka Dallas” başlığıyla kapağına taşımasına kızması olduğu açıklamıştı,
İngiliz pasaportlu Asil Nadir, basın işine girmesinden bir yıl sonra Türkiye’deki gazetelerin toplam satışının yüzde 30’unu ele geçirmiş oldu. Kamuoyunda, bir imparatorluk mu kurmak istiyor? Algısı baş göstermişti. Özal mutluydu ama sanayiciler, Nadir’in yaptığı basın dışı yatırımlardan rahatsızdılar. 1990’lı yıllarda Nadir hakkında İngiltere’de yolsuzluk iddiaları nedeniyle açılan soruşturma ve davalar medya grubunun sonunu getirdi. Bu yıkımın altında yüzlerce basın emekçisi kalmıştı. Tazminatlar, aylıklar, sosyal haklar hukuk yoluyla bile alınamadı. Gazete önlerinde kurdukları çadırlarda günlerce nöbet tutuldu, ölenler oldu.
Bugün yandaşlığı ile ünlü Sabah’ın eki durumuna düşen Günaydın, Galatasaray kulübü başkanlarından Selahattin Beyazıt’ın da ilgisini çekmişti ancak kömür işiyle uğraşan genç bir patrona nasip oldu gazete… İşadamı Bekir Kutmangil, Günaydını eski günlerine döndüremese de çok gazeteciye iş vererek acılarını biraz olsun dindirdi. Bunlardan biri de yine bendim…Genç patron, daha sonra korumasının silahından çıkan kurşunlarla yaşama veda edecektir.
Günaydın yine düştüğü yerden kalkamayacaktır. Görülüyor ki kapitalizmin şekilcisi Özal Bey’in kurgusuyla başlayan emperyalist açılım Türkiye gibi basınımızı da hallaç pamuğu gibi attı. Bab-ı Ali dağıtıldı, gazeteler yüksek katlı can binalara kapatılarak halkla yabancılaştırıldı. Değişik bir gazeteci tipi yaratılmak istendi, bunda başarı sağlandı. Gazeteleri alan korkak patronlar bu binaların girişlerini kalelere döndürdü. Örneğin 25 yıl Milliyet’in kapısından girerken üzeri aranmayan bir gazeteci olarak Aydın Doğan’lı Milliyet’in kapısında durdurulmama çok üzüntü duymuştum. Bir daha kapısından geçmedim. Gazetecileri birbirlerine yabancı kılan bu düzen Türkiye’yi bugün bu duruma getirmişse şaşırmamak gerek…
UZANLAR VE BASINIMIZ…
O yıllar salt gazetelerin el değiştirmeleriyle geçmedi; televizyon kanalları da gündemdeydi. Gazetesi olanlar bir de televizyon kuruyordu. Bugün yayın hayatına Star adıyla devam eden “Magic Box Star 1”, 1990 yılında yayına başladı.
Magic Box Star 1, Türkiye’nin ilk özel televizyon kanalı olma özelliğini taşırken baba ve üç oğuldan oluşan iş adamları Uzan’ları da Türk kamuoyuyla tanıştırdı. O dönemde 31 yaşında olan iş adamı Cem Uzan da medya sektörünün en genç patronuydu. Basın, Uzan ailesinin yabancısı değildi. Baba Kemal Uzan, bir dönem Yeni İstanbul gazetesi ile Hayat ve Ses dergilerini çıkarmıştı.
Cem Uzan, bir dergiye yaptığı konuşmasında kendisini “Dünya basın patronu Rupert Murdoch’tan bir gram aşağı görmediğini” söyleyecek denli kendine güveniyordu. Çünkü yanındaki ortak Başbakan Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal idi!
Uzan Grubu, 1999 yılında Star adında bir gazeteyi yayın yaşamına soktu. Bu iddialı gazetenin satışı kısa zamanda 1,2 milyonu aştı ve Türkiye’nin gördüğü en yüksek satışı yakaladı. Böylece Telsim markasıyla cep telefonu, banka, enerji, inşaat gibi birçok sektörde yatırım yapan Uzan Holding de medyada yerini sağlamlaştırdı. Gazetenin çalışanlarına sağladığı olanakları hiçbir gazete sahip değildi. Patronlar gazetelerine helikopterle geliyorlardı; binanın tepesinde pist hazırdı.
Uzan ailesinin 2002 yılında siyasal, ekonomik ve basın gücünü kullanarak AKP’ye rakip olması dincilerin hoşuna gitmedi. Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TSMF), İmar Bankası’nın 7,5 katrilyon liralık borçları nedeniyle Uzan Grubu’na ait 219 şirkete el konuldu. Cem Uzan, gruba yönelik bu operasyonu “kendisinin siyasete girmesi nedeniyle Aydın Doğan ve Motorola gibi bazı grupların birlikte kurdukları bir komplo” olarak gösterdi. Başbakan Erdoğan’ın başını çektiği operasyonlar sonucu Uzan’lar kaçtı. Cem Uzan, 2009 yılında Türkiye’den ayrıldı ve Fransa’da siyasi sığınmacı olarak yaşamını sürdürmektedir.
SİMAVİ KARDEŞLER PES EDİYOR
Simavi’lerin basın öyküsü Baba Sedat Simavi’nin 1900’lü yıllara dayanır. Ancak bu ailenin Türk basın tarihine geçmesi 1948 yılında Hürriyet’in kurulmasıyla gerçekleşir. Babalarının 1953 yılında yitiren oğulları Erol ile Haldun Simavi yönetime gelirler. Başlarda Haldun Simavi’nin ağırlığı vardır gazetede, ancak 1968 yılında iki kardeş yolları ayırır. Haldun Simavi’nin ayrılmasıyla Hürriyet’in yönetimi de Erol Simavi’ye geçer.
Hürriyet, sıkıyönetim döneminde zaman zaman kapatma cezası alsa da askeri darbeden sonra hayatta kalmayı başardı.
Hürriyet, Türkiye’nin en çalkantılı dönemlerine tanıklık ederek ve çizgisini saptırmadan cumhuriyetçi ve liberal çizgide güvenilir dorudan yana yayınlarıyla Amiral Gemisi unvanını kazanmıştır ve en yüksek satışlı gazete olmuştur. İyi bir okul ve köklü gazetecilerin yetiştiği bir yuva niteliğini hep korumuştur. Ancak, yine 1980’li yıllar ve yine Özal vardır sahnede…Kâğıda yaptığı zamla basının beline darbe vurmak yine Özal’ın kurnazlığı idi.
Bu zamlar üzerine Erol Simavi, “Sayın Başbakan” başlıklı bir mektup yayınladı gazetesinde. Simavi, bu mektupta Özal’ın kısa bir zaman önce geçirdiği kalp ameliyatında bir süre kalbinin durmasının karakterini değiştirdiğini öne sürerken, ordunun da göreve el koyması gerektiği iması yaptı. İki ay sonra da Özal’a suikast girişiminde bulunuldu. Özal’ın kardeşi Korkut Özal ve oğlu Ahmet Özal, yıllar sonra suikast girişiminden Erol Simavi’yi sorumlu tutarak ülkenin içinde debelendiği demokrasi görünümlü diktanın algı yönünü değiştirmek istediler, pek inanan olmadı.
Eski Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç’in 1990 yılında uğradığı silahlı saldırı sonucunda hayatını kaybetmesi, Simavi’yi derinden etkileyen olaylardan biridir.
Ve 29 Haziran 1994’te Aydın Doğan’ın Hürriyet’e ortak olduğu açıklanır. Amiral Gemisi yeni kaptanı ile siyasal değişkenliklerin üstesinden gelebilecek midir? Zaman böyle olmadığını gösterdi; Aydın Doğan, daha sonra Hürriyet ve Vatan’ı satın alarak ve Kanal D, CNN Türk ile Teve2 gibi televizyonları kurarak büyüdüğü medyadan arkasına bakmadan ayrıldı. Doğan elindeki bu gemiyi Tayyip Erdoğan’ın yeni gözdesi Erdoğan Demirören’e verecekti.
Basınımızın İslamcı dönüşümü bitirilmiş, kazanan yine tek adamlı devlet olmuştur. Erol Simavi, Hürriyet’i sattıktan sonra yurt dışına yerleşti ve 2015 yılında Monaco’da yaşamını yitirdi. Aydın Doğan ise köşesinde “Ne yanda durmalıydım?” sorusunu sormaktadır belki kendisine. “Muhtar bile olamaz!” manşetini Milliyet atarken Türkiye’nin nereye doğru kaydığını bilemeyecek denli bir burjuva efendisiydi…
BİR YANDAŞ YARATMAK!
18 yılda 6 kez el değiştiren grup: Sabah ve atv.
İzmir’de yayımladığı Yeni Asır’ı bırakıp şansını (Özal’ın özendirmesiyle) İstanbul’da denemek isteyen Dinç Bilgin babadan gazeteciydi. Sabah adının haklarını satın alarak, 1985 yılında günlük gazete çıkarmaya başladı. Bilgin, 1990’lı yıllara gelindiğinde basının medyalaşma ve Babıali’den İkitelli’deki camlı binalara taşınma sürecini başlattı. 1992 yılında Satel adıyla yayın yapan bir kanal kurdu, 1993’te ismini atv olarak değiştirdi.
Sabah gazetesi en çok satan gazeteleri arasına girdi. Siyasal anlamda değişken görünse de Özalcıydı Bilgin…Yine bu dönemde medya patronlarının banka sahibi olma modasına katıldı. Devletin önemli bir madencilik kurumu Etibank’ı satın aldı. Bir başka değişle, Özal’ın ‘her gazete patronuna bir banka’ özendirmesi işe yarıyordu. Özelleştirmeler özendiriliyor, ‘gazete patronları ve gazetecileri’ işlerini bilir hale getiriliyordu!
BAKIN İŞLER NASIL YÜRÜYOR!
Para sahipleri ile devleti avuçlarına alanlar arasındaki çıkar ilişkilerinden halkın günbegün haberdar olması ülkemizde düşünülemez. Her sınıf kendi işine bakar. Baş döndürücü bir alım satın trafiği yaşıyoruz son 20 yıldır. Bakın Bilgin Bey’in kurtuluş seyrine…
Bilgin, 2000 yılında sonunda Ecevit’in sorumlu tutulduğu, ancak küresel bir oyun olduğu kanıtlanan kriz aşamasında, yayın grubunun yüzde 50’sini Turgay Ciner’e satar. Nedeni Etibank’tır, sıkıntıya düşülmüştür. Bir hafta sonra da Etibank’a TMSF el koyar; yani devlet sattığını geri alır. Bunun üzerine Bilgin, kendi deyimiyle “ceketini alıp çıkarak”, yayın grubunu Mehmet Emin Karamehmet, Murat Vargı ve Turgay Ciner’e satar. Birkaç yıl sonra ise geri döner, 10,5 ay hapis yattıktan sonra medya grubunun tamamının hisseleri 2005 yılında Ciner’e verir. Ancak Ciner ile Doğan arasında gizli bir protokolün bulunduğu gerekçesiyle 2007 yılında bu medya grubuna TMSF tarafından el konulur. Ve yandaş olması kararlaştırılan bir yayın gurubu daha tek adamın denetimine geçer; önce 1,1 milyar dolara iktidar gözdelerinden Çalık Grubu’na aldırılan Sabah ve atv daha sonra bir başka gözdenin gerdanına takılır. 2013 Kalyoncu İnşaat’ın malı olur.
Türkiye kimlerin yönetimindedir? Basın kimlerin eline geçmiştir? Albayrak Medya Grubu, Ciner Medya Grubu, Demirören Medya Grubu, Doğan Medya Grubu, Doğuş Yayın Grubu, Göktuğ Medya Grubu, İhlas Holding, Saran Holding, Turkuaz Medya Grubunun elindedir.
Evet, bugün basını büyük sermaye sınıfı işletmektedir. Hiçbir sendikal hakkı olmayan, iş güvencesi bulunmayan, taşeronluk kurumunun çoklu olduğu ve işsizliğin yükselişe geçtiği bir dönem yaşıyoruz. Gazeteciliğin liyakat, deneyim, bilgi, beceri, dürüstlük, aydınlıkçı ve yansız olması gerekirken bu özelliklerin törpülendiği yıllar görüyoruz. İşten atmalar, yazarların işin ve kalemine son vermeler, sorulacak soruların önceden istenmesi, hakaret ve tokatların artarak sürmesi ve bu kadim mesleğin bir adamın iki dudağı arasına tutsak kılınması Türk basınında derin bir yozlaşma yaratmıştır. Bu yozlaşma ucuz ve deneyimsiz emekçi çalıştırılarak daha da körüklenmiştir. Ucuz işgücü, deneyimsiz haberci, ekmek peşinde olup hiçbir siyasi partiye pirim vermeyen gençler gazetelerin gücünü de düşürmüştür. TGC düzenlediği ‘İşsizlik ve Sansürün Kıskacında Gazetecilik‘ başlıklı toplantıda son beş yılda basın kartı iptal edilen gazeteci sayısının 3 bin 804 olduğu, ’15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi’nden sonra da 685 gazetecinin milli güvenlik nedeniyle basın kartının iptal edildiği, 91 gazetecinin cezaevinde tutuklu olduğu açıklandı. Bu sonuçlar demokrasi denemeleri başarılı olamamış bir ülkenin düşürüldüğü içinden çıkılmaz bir durumdur.
TGC Başkanı Turgay Olcayto, ’10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü’nü yaptığı anma konuşmasında şunları söylemişti: “Günümüzde işsizlik sorunu çok ciddi boyutlara ulaştı. Basın sektöründe haberin görünmediği gazetelerini satamayan, televizyonlarını izlettiremeyen medya patronları zararı kapamanın yolunu işten gazeteci atmakta buluyor. Son günlerde sendikalı oldukları gerekçesiyle Hürriyet’ten çıkarılan 45 arkadaşımızın yanı sıra birçok gazetede daha tensikat yapıldı.”
Gazete sayfalarında ve televizyon kanallarındaki haberlerin basitleşmesi, halk gazeteciliği gibi akla en son gelecek bir sorumsuzluğa bel bağlayarak giderleri kısılmak, medya dediğimiz dördüncü gücü faşizmin istediği kılığa sokmuştur. İşte bu aşamada, suç bir bölümünü kendilerinde araması gerekenlerin gazeteciler olduğunu iddia edenlerdenim. Birlikte adım atarak, birlikte kavgaya girmek, aç kalmayı göze alarak baskılara ve dayatıcı patronlara iş bırakmalarla yanıt vermek… Yapamadık! Patronlaşmanın ve medyalaşmanın önüne geçemedik. Basın kartlarımızın sarı rengini bile koruyamadık. Sabah gazetesinin Turkuaz rengiyle kartlarımızı boyayanlara sesimiz çıkmadı. İşsiz kalan arkadaşlarımızı işlerimizi bırakarak desteklemedik. Gazete manşetlerimizden indirmediğimiz “devlet büyüklerimizi” sansürleyemedik! Ekranlarda penguenleri izletemedik örneğin, hiç olmazsa adlarını bile yazmadan haberleştirebilirdik, beceremedik. Dik duramadık. Dinci yazarları, tarikatçı şeyhleri haberlere taşıdık, yirmi yıldır bu ülkenin başına ne belalar açtığımıza kendimiz bile şaşırdık. Satışınız arttı mı sayın medya patronları? Satıp gittiniz, gemiyi terk ettiniz, çünkü battınız! Devletin bu yönetimin adını yazmadan edemedik.
“Ne yazarsam iktidarı kızdırmam?” çekincesiyle sabah bilgisayarın başına oturmaktansa hiç oraya oturmamayı düşünemedik, ya da korkusuzca yazmayı, ne göreceksek göreceğiz diyerek direnmesi seçemedik.
Şimdi, cezaevinde tutulanlar, sabaha karşı tutuklananlar, soluk aldırmayan baskılar, seçimler geldiğinde bitecek gibi mi görülüyor” Kaç gazeteci böyle düşünüyor? Halk ne düşünüyor?
Cezaevinde tutulan gazetecilerin sayısı Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği’nin (MLSA) verilerine göre 57, Gazetecileri Koruma Komitesi’ne (CPJ) göre 37, Türkiye Gazeteciler Sendikası’na (TGS) göre ise 34 kişidir. Kime göre teröristtir, kime göre gazeteciliğin gereklerini yerine getirmek isterken parmaklıklara tıkılmıştır? Sayın Erdoğan’a göre teröristtirler ve vatan hainidirler, çünkü muhalefettedirler! Örneğin, Temmuz – Ağustos – Eylül 2021 yılında toplam 56 davada en az 205 gazeteci ‘örgüt propagandası’ ve ‘örgüt üyeliği’ başta olmak üzere 21 farklı suçla yargılandı. 70 gazeteci ‘örgüt üyeliği’, 22 gazeteci de ‘örgüt propagandası’ gibi suçlamalarla yüz yüze geldi. Bu sayılar, cumhurbaşkanına hakaret suçunu kapsamamaktadır.
Basında 80 sonrasında tekelleşmenin geldiği boyutu ve etkilerini gazeteci Necati Doğru şöyle değerlendirir ve tekelleşmenin basını yoksul ve varsıl gazeteler olarak ikiye ayırdığını belirtir. Doğru, “Basının büyük holdinglerin eline geçmesi ve bu holdinglerin amaçlarına hizmet eder hale gelmesi, aynı zamanda özendirme savaşları ve basın kuruluşları arasındaki sataşmalar, basının saygınlığını siyasal zeminde de yitirmesine neden olmuş” der.
BAĞIMSIZ OLMAK ÇOK MU ZOR?
Basın kuruluşlarının bağımsız ve yansız olabilmesi için ekonomik gücünün olması ve bu gücün bir başka işten kaynaklanmaması gereklidir. Bağımsızlık bu bağlamda sağlanmış olsa dayanaksız durmak daha önce de belirttiğimiz gibi pek olanaklı değildir. Ekmeğini gazeteden kazanan bir patron ve çalışanları kendi ayakları üzerinde durma konusunda önce gazeteciliğin ilkelerine sadık kalmalı ve ülkenin bağımsızlığı, gelişimi ve demokratik kazanımları için savaşım vermelidir. Bu koşulları yerine getiren bir gazete kurumunun satıştan korkusu olmamalıdır. Bir yere yaslanmasına gerek de yoktur. Başarı için tek koşul salt gazetesine patron olmak ve siyasal güçten bir beklenti duymamak…
Türkiye’de görülmüştür ki, siyasi partilerden daha çok liderler öne çıkmaktadır. Basını yönetenler, liderlerin dostu ve karşıtı olarak kendilerine bir seçenek bulabilmektedirler, bilirler ki karşı olan bertaraf olmaktadır. Liderlere göre de, basın ve emekçileri önemli değildir, yöneticileri ve patronları önemlidir. Bu kişilerin siyasal duruşları iktidarı ilgilendirir. Turgut Özal’ın, bazı gazetecilerle direk ilişkiler kurması, dost olması ve onları gece yarısı evlerinden arayıp sohbet etmesi Türkiye’nin yeniden yapılandırılması açısından çok önemliydi! Bu güne değin başbakana ulaşmakta zorluk çeken gazetecilerin gönülleri hoş tutuluyordu.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, basın ve siyaset arasında toplumun çıkarları doğrultusunda işbirliğinin çağdaş demokrasilerde olmazsa olmazdır.
Halkın oy verdiği siyasetçileri denetlemesi, oylarıyla yönlendirmesi ve gerektiğinde cezalandırması basının dürüst ve yansız yayınlarıyla gerçekleşir. Basınında toplum adına yaptığı denetimlere çağdaş ülkelerde siyasetçiler de gerek duyar. Partiler ve liderler basınla kavga etmezler, seçmene ulaşmakta basını kullanarak özgür ve güvenilir bir demokrasini işlemesi için çalışırlar.
ULUS BİLİNCİNİ YİTİRİCİ, KÜLTÜR DIŞI YAYINCILIK
Holdinglerin medya sektörüne girmesinin ardından magazin programlarının çoğalması bir kültür yozlaşmasına neden olmuştur. Gazetelerde ve televizyonlardaki eğlence, yarışma, sabah dizileri, yemek programları, ucuz Brezilya dizilerin devletçe gizliden desteklenmesi, özenti yaratarak yaygınlaştırılması iktidarın işine gelmiştir. Halkın düşünce eşiğini kısaltarak oyalamak medyaya yüklenen en kutsal iştir. 24 saat bu yayınları izleyip siyasetin ve ekonominin nabzını tutmak zor olsa gerek… Devletin televizyonun bugünkü hali buna örnektir.
Büyük medya kuruluşları gazeteleriyle, televizyonlarıyla ve radyolarıyla satış ve izlenirlik oranlarını artırmak, reklam gelirleri çoğaltmak için ulusal kültür değerlerini hiçe sayarak yayınlarını birer eğlence programıymış gibi sunmaktadırlar. Bu yayınlar toplumun ulusal değerlerini yozlaştırmaktadır.
Televizyonlarda magazinleşmeye katkı yapan en önemli unsurlardan biri “Talk Show” programlarıdır. Geçmişten geleceğe var olan talk Show programları günümüzde Cumartesi Sürprizi, Pazar Sürprizi, Star Life, Magazin D, 2. Sayfa gibi programlar yayınlarını sürdürmektedirler. Beyinler yıkanmaya, halkın bir bölümü uyumaya yönlendirilmektedir.
Ulusal gazetelerin listesi
Hürriyet Günlük Popülizm, merkez sağ Demirören Holding
Posta Günlük Popülist Demirören Holding
Sözcü Günlük Ulusalcı, Atatürkçü Estetik Yayıncılık Ltd.
Sabah Günlük Yandaş Turkuaz Medya Grubu
HaberTürk Günlük Merkez sağ Ciner Medya Grubu
Türkiye Günlük Yandaş İhlas Medya Holding
Milliyet Günlük Yandaş Demirören Grubu
Yeni Şafak Günlük İslamcı Albayrak Grubu
Takvim Günlük Popülist Turkuaz Medya Grubu
Güneş Günlük Yandaş Çukurova Medya Grubu
Akşam Günlük Yandaş Ethem Sancak
Star Günlük Yandaş Star Medya Grubu
Yeniçağ Günlük Ulusalcı
Aydınlık Günlük Sol
Yeni Akit Günlük Dinci
Cumhuriyet Günlük Sosyal Demokrat Cumhuriyet Vakfı
Millî Gazete Günlük Dinci
Yeni Asır Günlük Yandaş Turkuaz Medya Grubu
Birgün Günlük Sosyalist
Ortadoğu Günlük Ülkücü
Sol Günlük Sosyalizm, komünizm, sol
Medyamızın hizmet önceliği bu çizelgede açıkça görülüyor. Değerli basınımızın bağımsızlıktan, ülke bütünlüğünden, Atatürk devrimlerinden, cumhuriyetten, parlamenter demokrasiden, adaletten, laiklikten ve yoksul halktan ve emekçiden yana mı olduğu, ya da anamalcı burjuvaziye mi, emeği ucuzlatan sömürüye mi, inançları kullanarak kapitalizme hizmet eden düzene mi ve tek adamlı devlete mi yaslandığını bir soru olmaktan çıkar. Ulusal kimlikli, bağımsız, laikliği savunan, demokrasi yanlısı medyacıların sayısı dördü geçmiyor! Bu kurumlar devletin maliyesiyle, ilan kısıtlamalarıyla, doğru yayıncılığa kesilen cezalarla boğuşarak görevlerini sürdürmektedirler. Bu yürekli gazetecilerin, kendine bağladığı medya ordusuyla ve devletin yaptırım gücünü kullanan bir iktidarla görev adına savaşmak pek olası görünmüyor. Niçin birlikten ve eşgüdümlü karşı koyuştan yana olduğum ve basınımızdaki dönekliğin iklime göre değiştiğinden söz ederken bu hızlı dönüşümlerin Türkiye için bir uçuruma itiliş olduğunu açıklamak istemiştim. 1950 yılından başlayarak Atatürk Devrimleri ve cumhuriyetle kavga ederek bu günlere ulaştık. Gericilikle ve dincilikle yapılan savaşı yitirdik. Bu devrim karşıtı girişimi başarıya ulaştıran, Atatürkçü ordumuz, dinine düşkün siyasetçilerimiz, demokrasi hayranı solcu geçinen aydınlarımız, “Evet ama yetmezciler”, tarikatlarımız, cemaat ve kanaat önderlerimiz ve küçük burjuva ve onların ağabeyleri, özellikle geçmişte onların yol açıcısı Turgut Özal ve yandaşların hakkı ödenmez! Şanlı basınımız da bu yolculukta onlara eşlik ederek, ülkemizin ve halkımızın varsıllaşıp mutluluğa ulaşması adına çok çalıştığı unutulmamalıdır! Ekmeğinden önce ülkesini düşünen halkımızın da hakkını Sayın Erdoğan ödeyemez. Başkanlık ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde 51 ve yüzde 53 oy vererek kendilerini mutlu etmişlerdi. Demokrasiden, tek adamlı başkanlık sistemine geçişte ve 20 yıldır yanından ayrılmayan medyaya Devlet Başkanı Erdoğan her zaman minnettar olduğunu söylemektedir; azarlayarak, adam yerine koymayarak…
“Ne ekerseniz onu biçersiniz”
SONUÇ
Güçler ayrılığı uygar demokrasilerin omurgasıdır. Medya, bu anayasal zeminde gücünü yasalardan ve halktan olan kuruluşlardır. Bağımsızlıkları, onların çalışma alanların genişletir ve ekonomik anlamda ne devlete, ne iktidarlara, ne de güçlü burjuvaziye bağlı kılar. Yalnız dünyada da sıkça görüldüğü üzere, iktidar sahibi liderler, önce medyayı ellerine almak zorunda görürler kendilerini. Basının bu güce karşı koyması yine demokratik ortamda gerçekleşir; bilgi, deneyim ve becerisini kullanarak, birlikteliklerini kurarak, gerektiğinde patronlarını karşılarına alarak direnirler karşıt düzenlere… Bilirler ki gelecek düzen ülkeleri ve kendileri için bir kötü son olacaktır. Bu anlayış ve seziş yılların ustalığını gerektirir. Gazeteciler için usta olmak medyanın bir anlamda bağımsızlığı demektir. Ne olacaktır; bu kurumlar bir okul kimliğine yeniden kavuşacaktır. Öz kaynakları içinde gençleri bağımsız, başı dik, dürüst gazeteci olarak yetiştireceklerdir. İletişim fakültelerinden çıkan pırıl pırıl hevesli gençler bu gazetelerde yetişecek ve ustalarından paraya ve siyasal erke nasıl yaklaşacaklarını öğrenecekler…
ÇOK OLANIN DEĞERSİZLİĞİ!
Türkiye’de 70 İletişim Fakültesi, binlerce mezun ve sadece 3211 basın kartlı gazeteci var ve irili ufaklı tam 1075 gazete… 2019 Temmuz ayı verilerine göre gazetelerde çalışan toplam gazeteci sayısı 7593… Bunların 5179’u erkek ve 2414’ü ise kadın. Bu kişilerden sadece 3211’i basın kartı sahibi. Yaklaşık gazete başına üç basın kartı taşıyan gazeteci düşüyor. Kurumların ve uluslararası kuruluşların verdiği basın kartları, “Uluslararası” geçerliliği olsa bile, Türkiye’de “uygulamada” hiçbir değeri yok; kimlik olarak bile gösterilemiyor. Bu kartı taşıyan bizlerin değersizliğini (!) kanıtlar nitelikte turkuaz boyalı bir kart! Çoğalıp, bölüp değersizleştirmenin önüne bir an önce geçmeliyiz. Çalışan gazetecilerin eğitim tablosuna bakıldığında, çoğunun ilköğretim ve lise mezunu olduğu görülüyor, sayısı 4188… İletişim fakültesi mezunlarının sayısı ise 1199…
Bütün gerçek bir enflasyondur. Ülke genelinden devlet ve vakıf olarak 70 iletişim fakültelerinde 14 bin kişiden fazla kontenjan olması gençliğe yapılan en düşündürücü ihanettir. Anlaşılıyor ki, bundan sonra gazetecilik eğitimi almış olanlar dışında gazetecilik yapmak yasaklansa, şu anda gazetecilik yapan herkes emekli edilse, bundan sonra gazetecilik fakültelerine hiç yeni öğrenci alınmasa, fakültelerden mezun olan öğrencilerin salt yarısı bile kadroları doldurmaya yetiyor. Bundan kaynaklı 11 bin 157 gazeteci kardeşimiz de iş bulamıyor. Mal bol, alıcı yok! Öncelikle bu okulların kapatılarak sektörün gerek duyduğu öğrenci sayısına ulaşmalıyız.
Ekonomik durumun basın sektörüne yansıması böyle… Anlaşılan gazetecilikte değer düşüklüğü, parasızlık, adam yerine konmama gibi aşağılayıcı davranışlar kolaylıkla üstesinden gelinecek sorunlar değil, ancak yok edilemez de değil… Bir tezin antitezi varsa, bir düzeni yıkıp yenisini kuran güçler de her zaman olacaktır toplumda… bu okulları bitiren Bizim kuşak gazetecilerinin çoğunun alaylı olması o dönem gazetelerin birer okul niteliği taşımasındandır. O günler koşulsuz bir söz dinleme vardı örneğin… Yazı işleri müdürümüzün ve bizden kıdemli abilerimizin hep “bir bildiği vardı” Onlardan çok şey öğrendik ve bizden sonrakilere aktarabildiğimizi aktardık. Basınımızda bu usta çırak ilişkisi kalmadı. Gazete içinde oluşturulan şaşmaz saygı ve sevgili ilişkiler o gazeteciyi halkla, haber kaynağı ile kendisine muhalefet edenlere karşı da saygılı ve düzeyli bir ilişkiye zorlar. Televizyonda izlediğimiz senli benli röportajlar, mahalle diliyle sohbetler, haberleri sunan güzel ve şık bayanların halk ağızı ile yaptığı yorumlar… Türkçeyi ekran diliyle konuşmaktan uzak, ciddi olmayan sunuşlar, basit haber değeri olmayan köpük haberler…
Milliyet’in ciddi, yansız ve dilinden ödün vermeyen bir haber sunumu vardı. Yazdığımız haberler ustaların gözünden geçer öyle konulurdu sayfaya… 90’lı yıllarda bir başka gazetede işe başladığımda, ilk karşı geldiğim anlayış popülist davranışlardı… Atılan başlıkların basitliği kahve ağızı sohbeti andırıyordu… Örneğin Bursaspor’u yenen bir takım için (utanarak yazıyorum)“Kestaneyi çizdiler!” manşeti atılmıştı… Ben böyle bir şey görmemiştim. Yalan yazmamış, sokak ağızıyla başlık atmamıştım… Bir diğer ünlü gazete, birinci sayfasının ortasına bir eşek fotoğrafı koymuş, gözlerine bant çekilmişti; çünkü kaçırılmıştı! Yine aynı gözetenin arka köşesinde “Pier Muline” adında bir doktor, her gün halka sağlık bilgisi sunuyordu… Biliyorduk ki böyle birisi yoktu ve bu köşenin içini birileri dolduruyordu… Minibüs şoföründen, tele-foto ustasından foto muhabiri, matris sorumlusundan havalimanı muhabiri, güzel sekreterden reklam müdürü vb. çok gördük…
Liyakat ve eğitimin gereği basın için bozulduysa, gazete satmak için patronlar bin bir takla atarak halkın saflığında yararlanıyorsa, onları aydınlatarak iyiye taşıma yerine kazanmayı önceliyorlarsa basınımızın yeni gerçek anlamda bir yenileşme, yeniden yapılanma ve köklü bir değişime gereksinimi vardır. Basın öncelikle sendikal güvenceye kavuşturulmalı ve siyasetin sarmalından kurtulmalıdır. Gazeteyi güçlü olmaları için ellerinde tutanlar beceremedikleri bu işi kendiliğinden bırakacaklardır, çünkü anlayacaklardır ki demokrasilerde her güç kendine sahibine yaramaktadır, başkasına değil!
Medyanın bir giyotin altında yaşaması, sindirilmesi, yönlendirilmesi; emekçisinin işsiz kalması, kovulması; kağıda ve mürekkebe yapılan zamların bir gözdağı haline gelmesi faşist düzenin icaplarıdır. Şimdiye değin faşizmin darbesini yememiş, içinde yaşamamış, suyunu içmemiş kadim bir basınımız var… Ben gerçek despotizmden söz ederken tek partili dönemlerden söz etmiyorum, “Tek Adamla” yaşamaya zorlandığımız son 20 yıldan yakınıyorum. Basınımıza bugün daha çok gerek duyuyoruz; seçimlerin yapılması, demokrasinin gelmesi, özgürleşmenin sağlanması ve en önemlisi, bu ülkeye bağımsızlığını bir daha aratacak çağdaş bir düzenin kurulması için…
Hasan Teoman
- Gazeteciliğin Yok Sayıldığı Yıllar Hasan Teoman (16. Katkı) - 12 Mart 2022
- Zeytinlik Devrimcileri Yazan : Hasan Teoman - 15 Ocak 2022
- Aydınlık Bazıları İçin KaranlıktırYazan: Hasan TeomanSesli Öykü - 15 Aralık 2021
Gazetecilik, en zor, yorucu, yıpratıcı, tehlikeli mesleklerden birisi. Öte yandan adrenalini yüksek, adrenalin bağımlısı yapan, bu yönüyle haz veren, kısa süreli sevinç ve mutluluk veren bir meslek olmalı diye düşünüyorum.
***
Yazıda eleştiri, öz eleştiri, güncel ve tarihsel her türlü bilgi var. Oldukça geniş içerikli bir yazı. Mesleğin dışında biri olarak okuduklarımdan ve yaşadıklarımdan oluşan gözlemlerimi paylaşacağım. Genel olarak Türk basını halkındaki düşüncelerim olumsuz. Bu düşüncem dünya basının yeterince bilmediğimden olabilir mi diye düşündüğüm de oluyor.
***
İnönü, çok partili siyasal yaşama karar verince Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, erken olduğu gerekçesiyle karşı çıkar. Bunun için Falih Rıfkı Atay ile birlikte birkaç kez, İnönü ile görüşür ikna edemezler. Bundan sonra İnönü, Hasan Âli Yücel’i, Yücel’in kişiliğinde Köy Enstitülerini yalnız bırakır. İnönü desteğini çekince bir bakıma Yücel ile Tonguç’un kişiliğinde enstitüler de kurtlar sofrasına atılmış olurlar. Bu dönemde Yücel kendisi hakkında açılan ve kendisinin açtığı bütün davaları kazanır. Basının ilgisizliğinden kimse duymaz.
***
Devrim arabalarının yapımı için 1.4 milyon, aynı yıl at neslinin iyileştirilmesi için 25 milyon ödenek ayrılır. Birincisi “100 metre gitti bozuldu” diye yerden yere vurulurken ikinciyi sorgulayan olmaz. Oysa arabalar buharlı lokomotifin çektiği vagonlarla Ankara’ya taşınacağı İçin lokomotiften çıkan kıvılcımlarla kaza olmasın diye benzin konmamış, benzin konduktan sonra gün boyu Cemal Gürsel’i taşımıştır.
***
RTE için, “Bir şiir okudu cezaevine düştü” mağduriyeti ile “Parti kursa yüzde 40 oyu var” propagandası yapılmıştır.
Tiyatro oyuncusu Kenan Işık’ın kardeşi Arkeolog Fahri Işık, yıllardır topraktan çukan tarihi eserlerle uygarlığın Yunan’dan önce Anadolu’da başladığını söylüyor. Basın hiç ilgi göstermiyor.
***
Bu kadar değil. Yıllarca nerede, kimlerle yapıldığı belli olmayan araştırmalara göreTSK (Türk Silahlı Kuvvetleri) halkın en güvendiği kurum ilan edildi. TBMM (Türkiye Büyük Millet Meclisi) sıralamada altlarda gösterildi. Oysa Mustafa Kemal savaş zamanında bile, kendisinin önayak olduğunu meclisin kararı olmadan adım atmadı. Atatürkçü ordu irtica ile mücadele ediyor yaymacası (propagandası) yapıldı. Oysa aynı ordu 1969’da Cevdet Sunay’ın ağzından “Elbette imam hatipler açıp dindar gençlik yetiştireceğiz” diyor, 12 Mart’ta toplumsal uyanışa darbe vuruyor, bu da yetmeyince terörü arttırarak 12 Eylül karşı devrim darbesinin altyapısını hazırlıyordu. 1982’de tarikatlarla birlikte anayasa hazırlandı. Fetö’nün müritlerini Harbiye’ye doldurarak ordunun dağıtılmasına zemin hazırlandı.
***
İlker Başbuğ, cemaat müritlerinin orduya alındığını bilmiyor olamaz. Kozmik odayı açtırmayıp öyle yargılansaydı kahraman olurdu. Şimdi ortalıkta mağdur edasıyla dolaşmasın. Turgut Özal orduyu Birinci Körfez savaşına sokmak isteyince dönemin Genelkurmay Başkanı Torumtay istifa etti, engel oldu.
***
Halka gerçekleri anlatmak uğruna tatlı canlarından olan, bir yönüyle vatanları için ölümü göze alan Hasan Fehmi Bey’den Hasan Tahsin’e, Sabahattin Ali’ye, Adem Yavuz’a, Uğur Mumcu’ya, Ümit Kaftancıoğlu’na, Abdi İpekçi’ye, Çetin Emeç’e, Turan Dursun’a, Metin Göktepe’ye, Musa Anter’e, Hrant Dink’e, Kutlu Adalı’ya, Onat Kutlar’a, Necip Hablemitoğlu’na saygı ve minnetle…
Harika bir yazı. Basın tarihi mi desem, basın destanı mı? Uygun bir zamanda yorum yapmak isterim. Hasan Teoman Bey ile aynı sayfalardan olmaktan kendimi şanslı duyumsuyorum.