Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir.
Mevlana
Hannelore, yaşlı olması ve kimsesinin olmayışı sebebiyle yaşlılar yurdunda bulunuyordu. Sessiz sedasız kişiliği ve kimselere muhtaç olmamak için gösterdiği çabasıyla şapka çıkartılası insanlardan bir tanesiydi.
Yüreğini seviyordum onun, insani duygularını, hayata bakış açısını. Yaşının vermiş olduğu yaşanmışlıklardan ders alınası bir insandı üstelik. Dile kolaydı. Ne de olsa bir asıra beş yılı kalmıştı.
O gün görevliydim. Yağan sağanak yağış nedeniyle işime biraz geç kalmıştım. Yaşlılar yurdunun koridoru, havanın kapalı olması sebebiyle oldukça kasvetli görünüyordu. Erkenden kararan hava da böylesi günlerde insanın ruh sağlığını oldukça etkiliyordu.
Odası buz gibiydi bu akşam. Oysa sıcağı çok sever, kaloriferini daima açık tutardı. “Kaloriferi neden erkenden açmadın Hannelore?” diye sorduğumda, “Benimkisi de üşengeçlik işte,” diye geçiştiriverdi kısık bir ses tonuyla. “Hayırdır?” diye sordum. “Yorgun musun?”
“Gece uyuyamadım da,” dedi.
“Birazdan güzel bir duştan sonra yatağa girer, bir güzel dinlenirsin,” dediğimde, “Umarım,” dedi, “Umarım öyle olur.”
Yüzündeki ifade bu akşam o kadar yorgun ve belirgindi ki. Anlamazlığa vurdum.
Duşa girmeden önce Hannelore’nin minik, şeffaf cam şişelerine özenle yapıp doldurduğu, benim de çok sevdiğimi bildiği o muhteşem vişne liköründen biraz olsun içmeyi hiç ama hiç ihmal etmezdik. Bir nevi ritüeldi bizimkisi.
“Haydi,” dedim, sabırsızlanarak. “Vaktimiz dar. Banyoya girmeliyiz. Kaldır kendini de işimizi halledelim.”
Gülüştük. Banyo biraz olsun ısınmış, oturması için konulmuş, sevimsiz, beyaz plastik bir sandalyenin üzerinde yerini çoktan almıştı bile Hannelore.
Kızı olacak yaşta sayılırdım, hatta belki de torunu. Birbirimize çok yakındık onunla. Onların, elimin altında titreyen çırılçıplak tenleri, utanan gözleri, avret yerlerini örtmek için ellerini nerelere koyacağını bilemeyen bedenlerindeki utanç dolu bakışları ruhumda çok derin yaralar bırakır oldum olası. Kendimi bir kırk yıl sonra, onun oturduğu bu soğuk sandalyede, çırılçıplak ve bir insana muhtaç bir halde düşünürken yüreğim sızlar derinden.
Bir gemi düşünün. Kaptanı tarafından yönetilen bir gemi. Ve siz o gemide sadece bir yolcusunuz. Hannelore de elimin altında kimler ve nasıl bakılacağı tarafından bilinmeyen zor bir yolculukta hayata tutunmaya çalışan yüzlerce yaşlıdan bir tanesiydi.
İşte o an ne yaparsam yapayım, duyarlılığıma sığınarak yaptığım bir an olarak kalır belleğimde. Ve her defasında bir çığ gibi büyür duyarlı bir insan olmak adına ettiğim yemin kalbimin tam da sol tarafında.
Düşüncelerim bir film şeridi gibi aklımdan geçerken onun sessizliği dikkatimi çekti birden. Pamuk saçlarından vücuduna süzülen bol köpüklü beyaz sabunu durularken, “Sen iyi misin?” diye sordum. Cevap alamadım. Yüzüne doğru eğildiğimde onu ağlarken gördüm.
Acaba ne hata yaptım da onu ağlattım diye düşündüm birden. Oysa onu sıcacık sularla paklamış, bir güzel de keselemiştim. Belki de istemeden bir söz söyleyip kalbini kırmıştım. Öyle ya hepimiz insanız diye düşündüm. Elbiselerimin ıslanmasına aldırış etmeden çıplak bedenine hızlıca sarıldım. Sırılsıklam olmam umurumda bile değildi. Neler oluyor anlamalıydım.
Hannelore duymakta zorlandığım bir ses tonuyla, “Devam et lütfen! Biraz daha yıka beni,” deyince fiziki teması bırakıp istediğini yerine getirdim büyük bir sessizlikle.
O gün hiç bilmiyorum onu kaç defa keseledim, kaç defa sabunladım, kısa küt kesilmiş kar beyazı saçlarını kaç defa duruladım. Kremledim de uzun uzun. Çok vakit kaybetmiş olmam umurumda bile değildi. Hizmet verdiğim şey sonuçta insandı. Bu konudaki düşüncelerimden asla taviz veremezdim. Bir makine gibi çalışmaktansa işten atılmayı göze alacak kadar da kuvvetliydim. Hem zaten yeni patronumuz da çok iyi bir insan, insani değerlere son derece önem veren gencecik bir fidandı.
Üşümesin diye elbiselerini oracıkta giydirmeyi uygun görüp pijamalarını giydirecektim ki birden Hannelore’nin elimi sıkıca tutmasıyla irkildim. O an dalıp gittiğim düşüncelerimden bir çırpıda çıkıp yüzüne baktığımda onun o ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözlerindeki bakışı hissetmenizi o kadar çok isterdim ki!
“Hiç fark etmedin değil mi?” dedi, birden yüzüme bakarak.
“Neyi?” dedim, “Yanlış bir şey mi yaptım? Yaptıysam özür dilerim.”
“Ah be Kind!1” dedi, “Bir bilsen! Ah bir bilsen! Sen beni bugün eldivensiz yıkadın. Çok uzun bir zaman sonra yine yeniden yaşayan bir insan olduğumu hatırladım. Beni hep eldivenle yıkıyorlar da! Ben ceset değilim ki! Elinin sıcaklığı bana annemi hatırlattı. Ne kadar güzel bir duyguydu bir bilsen? Annem de beni çocukken aynı böyle yıkar, saçlarımı okşardı.”
Sarf ettiği sözler karşısında donmuş kalmıştım. Hannelore’nin derdi ne bol su, ne de bol köpüktü. O annesini özlemişti. Sevmeyi, sevilmeyi, hissetmeyi. Sarıldım ona sıkıca. Konuşmadan anlaştık. Sevgi işte böyle bir şeydi. Unutulmayan yüce bir duygu. Her şeyin anahtarı. Paylaştığımız şu kısa hayatı anlamlı kılan tek silah! O günden sonra hiçbir hastalığı olmayan Hannelore benim tarafımdan hep eldivensiz yıkandı.
Hannelore’ye sevgiyle.
—————————————-
1 Kind: Çocuk
Sevda Akyol Baştımar’ın KELEBEĞİN ÖMRÜ kitabından
- Sekiz Mart Sevda Akyol Baştımar - 7 Mart 2023
- Gelincik Düşlerim Sevda Akyol Baştımar - 3 Şubat 2023
- Başım Duman Sevda Akyol Baştımar - 23 Ocak 2023
Çok teşekkür ederim Suzan Hanımcığım.
Kutluyorum anlamlı öykünüzü,teşekkürler