TRT kanallarını izlemeyeli en az on beş yıl olmuştur. Öğrendim ki TRT2 sanat ağırlıklı olmuş ve her gece seçilmiş filmler yayınlıyormuş. O vesileyle JD Salinger’in hayat öyküsünü seyrettim. Salinger’ın dilimize önce “Gönülçelen” sonra “Çavdar tarlasında çocuklar” diye çevrilen “Catcher in the rye” isimli kült romanını yirmili yaşlarımda okumuş ve “Holden Caulfield” karakterinin gerçekliğinden, içtenliğinden, dünyadaki milyonlarca kişi gibi çok etkilenmiştim. Kitaba ismini de veren çavdar tarlası anekdotunda Holden şöyle der; “Hayalimde sürekli kocaman bir çavdar tarlasının içinde koşup oynayan binlerce küçük çocuk canlandırıyorum. Aralarında yetişkin olan bir tek benim ve tarlanın kenarında, çılgın bir uçurumun başında bekliyorum. Çocuklar koşuşurken dikkat etmez de uçurumun kıyısına gelirlerse, fırlayıp tutuyor, düşmelerini engelliyorum. Bütün gün sadece bu işi yapıyorum. Size delice geldiğini biliyorum ama, yapmak istediğim, olmak istediğim tek şey bu..”
Bu serseri, ele avuca sığmaz görünüşünün altında müthiş bir kırılganlık saklayan karakteri de, onu yaratan yazarı da çok sevmiştim.
Buradan hareketle beni çok etkileyen, hatta kimliğimi oluşturan yazar ve karakterleri, neden bazı kitapları bir kereden fazla satın aldığımı, defalarca okuduğumu, neden kimilerini okurken ağladığımı düşündüm.
Mesela “Yetenekli Çocuğun Dramı”nda Alice Miller’ın tarif ettiği; ebeveynlerinin onlardan beklediklerini daha söylemeye bile gerek kalmadan hissedip yaparak, onları mutlu etmek için kendilerinin dışında bir karaktere bürünen, ömür boyu mükemmel çocuğu oynayan, psikosomatik rahatsızlıkları nedeniyle geldikleri terapistlerine “kusursuz” diye tarif ettiği çocuklukları ve ebeveynlerinin ruhlarına verdiği hasarı zorlukla kabul edip, sonrasında o kayıp küçük çocuğun yasını tutan hastalar beni neden bu kadar derinden etkilemişti?
Gene yirmili yaşlarda okuyup hayatımın romanı olduğuna karar verdiğim Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanı, yıllarca tanıdıklarımı değerlendirmekte bir ölçü birimi oldu. Onu okuyanlar ya çok sevip kalbinden vurulmuştur çünkü, ya da bitiremeyip yarım bırakmıştır. Kitaba karşı duygusal bir bağ oluşturduğumdan, karşımdakinin hangi gruba girdiğini anlamak benim için daima önemli oldu.
“..Sen acıyı biriktirmeyi seversin Olric, sen biriktirmeyi seversin..”
“..Çok yükseğe çıkamam, bende yükseklik korkusu var. Kimseyi yarı yolda bırakamam, bende alçaklık korkusu var..”
“..Hayatım, ciddiye alınmasını istediğim bir oyundu..”
“.. Ne istiyorlardı senden Selim? Belki sen çok şey istiyordun onlardan. Verdiğinin hiç olmazsa küçük bir parçası kadar bir şeyler istiyordun, sonunda kaçıyorlardı..” diyerek kırılganlığını sergileyen, genç yaşta beyin kanserinden ölerek efsaneye dönüşen yazarı çok sevmiş, yazdığı her türde, her kitabı okumuştum.
“..Eğer bir kadın babasını aldatabiliyorsa, başka bir adamı da rahatça aldatır..”
“..Tek başardığımız birbirimizi bir kez daha acımasızca kırmak..”
“..Dünyanın korkunç bir yer olduğunu göstermek için kanıta gerek yok, yalnızca şunu dinleyin yeter; Bir toplama kampında açlıktan yakınan eski bir piyanisti fare yemeğe zorlamışlar, hem de canlı canlı..” diyen Arjantin’li yazar Ernesto Sabato da çok sevdiklerim arasında. Bir ressamın gel-gitlerini anlattığı “Tünel” romanı, bir kereden fazla okuduklarımdan.
“..İnsanlar edebiyattan fazla bir şey ummazlar, sadece kafa karışıklığı ile başa çıkmaya çalışırken yalnız olmadıklarını bilmek hoşlarına gider..”
“..Zalim davrandığımı biliyor ama kendimi durduramıyordum. Çok nadir böyle davranırım ama sanırım kendimizi yalnız hissettiğimizde bizi gerçekten sevenlere saldırıyoruz. İnsan ruhunu özetleyen çok sıradan bir durum bu ve kısaca kusur bdeniyor..”
“..Başarıyı pek fark etmem ve kendimi yukarı doğru bir rotada hareket halinde de görmüyorum. Daha ziyade bir uçurumun kenarında, aşağı düşmek üzereymiş gibi hissediyorum..”
Yukarıdaki sözleri söyleyen;
“Fazladan bir adam” ve “Gece gibi geçiyorum” romanlarının yazarı Jonathan Ames, gazeteci ve televizyonculuktan gelme ve büyük yazarlar arasında adı geçmiyor ama eşcinsel genç bir adamın ruhundaki fırtınaları o kadar naif, öylesine içe dokunan samimiyette anlatmış ki, bağrıma basıp dünyaya karşı korumak istediğim karakterlerin arasında yerini almıştı hemen.
Geçen yıl keşfedip manevi evlat edindiğim bir yazar da Norveç’li Karl Ove Knausgaard. “Kavgam” isimli dört ciltlik öz yaşam öyküsünde kendini hiç sakınmadan, inanılmaz bir içtenlik ve kırılganlıkla seriyor gözlerinizin önüne.
“..Ben kelimelerle veya anlamlarıyla ilgili değilim. Ne olup bittiğini tamamen unutacak kadar onların içinde kaybolmayla ilgiliyim. Müzik de benim için böyledir ve tamamen duygusaldır. Direkt kalbe gider. Bunun hiçbir açıklaması yoktur. Öyledir, o kadar..”
“..Ağırlığını hissetmediğimiz bir dünyada neden yaşayalım ki?.”
“..Çocukların göz yaşından daha zor sakladıkları tek bir şey vardır, o da neşedir.”
“..Hayatı yaşanmaya değer kılan nedir? Çocuklar bu soruyu sormazlar. Onlar için bu apaçıktır. İyi mi kötü mü olduğunu sorgulamadan hayat geçer. Bunun nedeni; gözlemek, sorgulamak, muhakeme etmekle uğraşmazlar. Öylesine hayatla iç içedirler ki, hayat ile kendileri arasında bir ayırım olduğunu fark etmezler.
Lawrence Durell de muhabbetle sevdiğim yazarlardan. İskenderiye dörtlüsü ve Avignon beşlisi serileri müthiş bir sükunet, ustalık ve zerafetle insan ruhunu anlattığı kitapları.
“..Bir kadınla sadece üç şey yapabilirsiniz. Onu seversiniz, onun için acı çekersiniz veya onu edebiyata çevirirsiniz..”
“.. Bir şehir, içindeki birini sevdiğinizde sizin için dünya haline gelir..”
“.. Merak ediyorum insan kalbini kim icat etti? Sonra da gösterin bana nerede astılar onu?,.”
“..Kumarbazlar ve aşıklar kaybetmek için oynar..”
“..Hayat tahminimizden çok daha karmaşıktır ama kimsenin hayal etmeye cesaret gösteremeyeceği kadar da basittir..”
Kalbimde yer etmiş edebiyat eserleri ve bunların yaratıcılarından küçük bir seçki yapmak için başladığım bu yazıyı okuduğumda, gene bir ruh çözümlemesine dönüşmüş olması şaşırttı beni.
Gerek yazar, gerek karakter olarak güçlü, küstah, fetheden, her zaman kazanan, alaycı kişiler yerine hep son derece kırılgan, zarif, nahif, kafası karışık, duygusal, fakat bunu içtenlikle ifade edebilecek dürüstlük ve cesarete sahip kişileri sevmiş olmam, büyük ihtimalle onları kendimle özdeşleştirmiş olmaktan kaynaklanıyor. Ayrıca sevdiğim erkek yazar ve karakterler arasında eşcinsellerin çokluğu da yeni fark ettiğim ve ilginç bulmakla birlikte şaşırmadığım bir durum, çünkü onların daha duygusal, duyarlı ve sanata eğilimli olduğunu düşünmüşümdür her zaman.
Bence kadın-erkek kim olursa olsun bir sanat dalıyla uğraşmak, başa çıkmakta muhtemelen zorlandığı aşırı gözlemci ve duyarlı ruhunu, kişinin bu yolla sağlıklı bir alana kanalize etmesidir..
Neden insan bir kitabı veya filmi çok sever de diğerine sonuna kadar bile sabredemez? Neden bazı müzik ruhunun en derinlerine işler de başka bir türe tahammül bile edemez?
Tek nedeni var, mutlaka içinde kendinizden bir şeyler buluyorsundur. Bu benzerlik ne kadar çoksa, yazara ve karaktere sadakat ve muhabbetiniz de o kadar fazla olur.
CANAN A. TEKPINAR
- Kendini Bil Canan Alican Tekpınar - 3 Ağustos 2022
- Belki Canan Alican Tekpınar - 6 Mayıs 2022
- Yeşil Tırtıl Refleksi Canan Alican Tekpınar - 18 Nisan 2022
Çok çok doğru, neden yalnız insanlar daha çok kitaplara sığınırlar sorusu akla geliyor ki ben cevabını kendimden biliyorum edebiyatın ya da yazın hayatının terapi eden bir tarafı var ve bu tedaviyi hiç bir doktor veya ilaç karşılayamaz çünkü edebiyat sevi işi, kendini bulma, içe dönme o nedenledir ki okumayı alışkanlık etmiş birini asla gereksiz bir konuşmanın içinde veya tv karşısında boş boş programlara bakarken bulamazsınız. kutluyorum yazınızdan edindiğim bilgiyle bir yazarın hayat hikayesini daha okumak istediğim Oguz Atay okuduğum beğendiğim bir yazar keşke daha çok yapıt bırakabilseydi ancak Karl Ove Knausgard merak ettiğim bir yazar ilk fırsatta okumak istiyorum.