Bir gün bir gazetenin “Yurttan Haberler” sayfasından şöyle bir haber okumuştum: ZLE ilinin vekili Ahmet Hamdi Bey, sosyal medyada aleyhine yürütülen, “İlimiz sahipsiz; iş yok, aş yok. Vekilimiz uyuyor mu?” kampanyasına sert tepki göstererek şunları söyledi: Bunu yazanların damarlarında ihanet akıyor. İlimizin sahibi vardır. Önce yaradan, sonra başkanımız… Kimse sahipsiz değildir.”
Bu sözler üzerinde derin derin düşünmeye başladım. Aradan geçen bunca yıla karşın hala düşünürüm. Sadakat mi desem, lütuf dilenmek için uçsuz bucaksız övgü mü desem, bilemiyorum ama Ahmet Hamdi Bey’in başkana hayranlık, hatta sorgusuz bir bağlılık içinde olduğu belliydi.
Aslında birçok vekil Ahmet Hamdi Bey’in söylediğini söylemiştir. Ne sakıncası var, ne de sınırı… Deseniz ki: “Neden bu hayranlık? Bu aşırı övgü ne? “ Muhtemelen size şöyle diyeceklerdir: “Bu da soru mu şimdi? Başkan hayranlık gösterilerine bayılır. Vekil de başkana bağlılığını göstermeye can atar. Bu işler böyle…”
Doğrusu böyle bir cevaba şaşarım, diyemem. Çünkü siyasetçiler hem gruplarına hem de liderlerine bağlı insanlardır. Burada, başka yerlerde adlarını dahi bilmediğimiz binlerce vekilin, liderleri bir şey söyledi mi düğmelerini ilikleyip el pençe divana durduklarını biliyorum. Hatta kiminin nefesinin kesildiğine, dilinin tutulduğuna tanık olmuşluğum bile vardır. Ne yapalım… Siyaset böyle yürüyor demek… Yapacak bir şey yok.
***********
Büyük şehrin havasını solumaktan, sürekli çalışmaktan yorgun düşmüş, sinirlerim iyice yıpranmıştı. Hep aynı iklimi solumak, aynı insanları görmek bunaltmıştı beni. Bu durumdan kurtulmaya can atıyordum. Gidip değişik bir yer görmek, bütün yazı, hatta bütün yılı geçirmek üzere yolculuk yapmak istiyordum. Yolculuk etmeyi hep sevmişimdir. Uçsuz bucaksız ovalara bakmak, yüksek dağların, vadilerin seyrine dalmak, yeni yüzler, yeni yerler görmek kimi zaman hüzünlü, kimi zaman sevinçli bir türkü gibi yüreğimizi baştanbaşa sarar. Bir ırmağın akışına bakarsınız, onun nereye aktığını bilemezsiniz belki, ama yine de dalgalanmasından, kıyılarını dövmesinden, eninde sonunda denize doğru aktığını hissedersiniz. Bilirsiniz ki ırmaklar, dağlar, ovalar, yolculuklar ve insanlar, akıp giden cıvıl cıvıl bir yaşamdan dolayı güzeldirler… Yollara çıkmak lazım! Eğer sıkıntıdan patlıyorsanız, mutsuz ve üzgün, bezgin hissediyorsanız, yolculuk düşü bile insanın içini serinletir. Sözgelimi ben kendimi yorgun, bitkin gördüğüm zaman hemen bir yolculuğa çıkarım. Bu defada aynı şeyi yaptım. Hem gidip sakin bir yerde birkaç gün dinlenmek hem de uzun süredir kafama koyduğum ZLE ilinin vekili Ahmet Hamdi Bey’le konuşmak için hazırlıklarımı yaptım ve bulunduğum şehirden altı yüz kilometre uzaklıktaki Kavunlu’ya gitmeye karar verdim. Kavunlu güney Anadolu’daydı. Şirin sessiz bir yerdi. Vekilimiz Ahmet Hamdi Bey’in de burada bir evi vardı. Siyasi çalışmalarından arta kalan zamanının büyük bölümünü burada geçirirdi.
Kavunlu güzeldi. Küçük sakin yerler, hele bir de deniz varsa, kıyıda bir yerlere oturursunuz – bir taşa, bir banka veya kumsalın üzerine – dalgaların gelgitine bakmaya doyamazsınız. Yemyeşil bahçeler, güller, zambaklar, her türden çiçekten tutun da, yollarda, ötede beride boy vermiş renklerle dolu muhteşem bir canlılık ve oraya buraya gidip gelenler, satıcılar alıcılar, duvar diplerinde bir görünüp bir kaybolan evcil hayvanlar; süs ağaçları, meyve ağaçları, kökleri toprağın üstüne çıkmış söğütler, iri çamlar, rüzgarda savrulan yapraklar, dallar ve dallarda ötüşen kuşları dinlerken, içinize huzur dolar. Yalnızlık, can sıkıntısı uçup gider. Eni boyu birkaç bin metre olabilecek bu küçük şirin yerlerin özellikleri insana can katar.
Kavunlu’ya gelişimin ilk birkaç günü kendimle uyumlu, kaygılardan uzak, gerekli gereksiz koşuşturmalar içinde olmadan dolaştım durdum orada burada. Özellikle gün batımından sonra güneş bir ateş topu gibi ufukta yitip yerini akşam karanlığına bıraktıktan sonra, hemen her gün deniz kıyısına gitmeye başladım. Suların üzerinde pırıl pırıl yansıyan sokak lambalarının ve kimi zaman da gökteki dolunayın ışıkları, tarif edilemez bir görüntü oluşturuyordu. Işık, ayın şavkı ve deniz dingin bir beraberlik içindeydi. Ilık hava ve her köşeye sinmiş deniz kokusu da bu beraberliğe eşlik ediyordu.
Sıradan hiçbir isteğin peşinden koşmadan yaşamaya, bir sürü saçmalıkla karşılaşmadan pek şairane, biraz da romantik denilebilecek şekilde kıyıda, sokakta, kimi zaman caddede, kimi zaman kumsalda dolanıp duruyordum. Gözüme batan bir şey yoktu. Düşüncelerim berraktı. Tedirginlik yaşamıyordum… Kaldığım küçük, kutucuk pansiyonda benden başka kimse yoktu sanki. Sessiz ama canlı, yemyeşil ve yüzlerce renge göz kırparak her anın tadına varmaya çalışıyordum.
*******
Derken, bir Pazar günü, kafamda çakan ani bir düşünceyle Ahmet Hamdi Bey’e gitmeye karar verdim. Daha önce de söylediğim gibi, beni buralara kadar getiren nedenlerden biri Ahmet Hamdi Bey’di. Bu size gülünç, saçma, boş bir çaba olarak gelebilir, ama Ahmet Hamdi Bey’in sözlerinin anlamı büyüktü. Bir cümle etmişti, kocaman bir gerçek ortaya çıkarmıştı.
Havanın iyi olduğu öğle vaktinde yürüye yürüye, hafif eğimli yamaçta bulunan Ahmet Hamdi Bey’in evinin önüne kadar geldim. Evi kocaman, güzel görünüyordu. Yaklaşık dört dönümlük arazi üzerine kurulmuştu. Bahçe kapısından başlayıp giriş kapısına kadar sağda solda çeşitli hayvan heykelleriyle süslü bir yoldan eve giriliyordu. Etrafı beton duvar ve tel örgülerle çevrilmişti. İçinde meyve ağaçları, güller, sebze evleklerinden üzüm asmalarına kadar çeşitli ve bol miktarda bitki türü görülebiliyordu. Özellikle giriş yolunun iki tarafına düzenli halde serpiştirilmiş çiçeklerin güzelliği, üzerinizde masal kitaplarında çizilen resim ve süslemeler benzeri bir etki bırakırdı. İnsanı en çok şaşırtan da bahçedeki sessizlikti. Sanki bilerek tasarlanmış katı bir sessizlik hüküm sürüyordu.
Her biri ayrı bir güzellikte olan bahçenin ağaçlarını baştanbaşa gözden geçirdim. Bu esnada derin bir nefes alarak:
-Böyle bir bahçemin olmasını ne çok isterdim, diye konuştum kendimle.
Zenginin malı züğürde türlü türlü düşler kurdurur. Bu her zaman böyle olmuştur, ama ben kendimi düşlerden uzak biri sanırdım. Gelin görün ki konuşmaya devam ettim: “Zeytin ağaçları dolu dolu… Bir,on, otuz, elli… ne çok ağaç var.”
Sesim duyulmuş olacak ki yan taraftan gür bir ses:
-Evet doğru, çok ağaç var.
Kafamı çevirip baktım. Ahmet Hamdi Bey’di bu. Karşımda beni ciddi ciddi süzüyordu.
-İyi günler, dedim kibar bir sesle.
-İyi günler.
-Burası ne güzel, sessiz bir yer… Güzellik insanın aklını başından alıyor ve doğayı daha iyi anlamamıza neden oluyor.
Kollarını göğsünde çaprazlamış, kır saçlı, geniş yüzlü, basık büyük burunlu, fırlak göbekli Ahmet Hamdi Bey dik dik baktı bana. Kafasını salladı, kurnaz kurnaz gülümsedi.
-Seni gidi seni! Seni tanıdım ben, dedi. Hakkımda birçok defa yazan şu hınzır köşe yazarı değil misin?
Sıcak bir rüzgar dalga dalga esti, başımın üzerinden saçlarımı yalayarak geçti.. Sonra bahçedeki ağaçlara yayıldı; yapraklardan hışırtılar yükseldi. Daha ötedeki ağaçların üzerinden uğultuya benzer gürültü bırakarak gitti.
Bana ”hınzır” demesine alındım, ama bir şey diyemedim. İnsanın bazen eli kolu bağlanır. Belki başka bir zamanda, başka bir yerde olsaydım bir şeyler söyleyebilirdim. Ama Ahmet Hamdi Bey’in sınırları içindeydim ve şimdiye kadar hakkında yazdığım kimsenin bu kadar yakınında olmamıştım.
Ahmet Hamdi Bey hala bana bakıyor, baştan aşağı süzüyordu.
Devam etti:
-Yazılarına şöyle bir bakıyordum. Okunmaya değmez saçma, can sıkıcı şeylerdi. İnanılır gibi değil. Her yanımı sıcak bastı, yüzüm kızardı. İkinci defa sıcak bir rüzgar dalga dalga esti, başımın üzerinden saçlarımı yalayarak geçti. Bana ‘okunmaya değmez köşe yazarı’ demişti ve bu durum çileden çıkardı beni. Oysa ben yazdıklarımın ciddiye alınmasını isterim. Herkes gibi ben de övülmeyi, onaylanmayı beklerim. Geniş bir kitlenin dilinde ve kalbinde olmak bir yazarı sevindirmez mi?
“Acaba? “ diye düşündüm. Ahmet Hamdi Bey gerçekten yazdıklarımı okumuş muydu? Ya da yazdıklarımı anlamış mıydı? Bu soruları soruyorsam ve sizinle paylaşıyorsam nedeni şudur: Bazıları gerçekten okumuyorlar ya da az okuyorlar, buna karşın okumadığına okudum, göremediğine gördüm demeye bayılırlar. Çokbilmiş görünmeye can atarlar. Varsayalım onlara fizik veya ortalığı kasıp kavuran salgınların önlenmesi üzerine bir şey sordunuz. Anında uzman kesilirler. İnsan böyle bir şey işte… Bir kerecik bile önemli bir kitap okumamış, hiç resim çizmemiş, hayatında kendini yargılamayı becerememiş ama çalımından yanına yaklaşılmayan nice adamlar var.
Ahmet Hamdi Bey’e döndüm. Gözlerinin içine bakarak sakin, kararlı bir ses tonuyla sordum:
-Yazılarımın bir değeri olduğuna inandım hep. Hala da inanıyorum. Yoksa bunca yıldan bugüne gelemezdim. Ama siz neden beni, diye başladım ve devam edecektim ki, soramadım. Sözümü kesti.
– Peki, sen dedi. Sen neden hakkımda ipe sapa gelmez bir yığın şey yazdın? Başkana övgüler dizen ne ilk ne de son kişiyim. Herkes gibi ben de gerçeğe hizmet ediyorum. Kendimi yaşamaya ve beni var edecek şeylere adamak durumundayım.
Ahmet Hamdi Bey’in sözleri ilginçti ve şimdiye kadar duyduklarımın en doğrularıydı. Çok kimsenin kafasında değer bulur mu, bilemem ama kuralların, düzenin, hatta gelenek ve göreneklerin, şu kaskatı dünyada ne işe yaradıklarını en iyi kestirebilenlerden biriydi Ahmet Hamdi Bey.
Devam etti:
-Gerçeği değiştiremem. Buna ne gücüm yeter ne de böyle bir niyetim olur. Nasıl yaşayacağımı bilmem gerekiyor.
-Hımm, dedim. Oldum olası anlamadığım bir şeye “hımm,” diye cevap veriyorsam, bu söyleneni anlamadım demektir ve anlayana kadar ısrarımı sürdürürüm.
-Peki, dedim. Söylediklerinden neyi anlamalıyım?
-Soruna cevap vereceğim, ama önce şu ağacı budamam gerekiyor, dedi.
Geniş dalları şemsiye gibi biçimlenmiş bodur dut ağacını enine boyuna budamaya koyuldu. İnce bir işçilikle, sanat eseri yaratır gibi dalları şekillendiriyor, orasını burasını yontuyor, kılı kırk yararcasına eksik ya da göze hoş görünmeyen fazlalıkları atarak, ağaçta olağanüstü güzelliğin oluşması için elinden geleni yapıyordu. Sanırım Ahmet Hamdi Bey şekil meraklısı biriydi. Hiçbir dalın düzensiz, buruşuk görünmesine razı olmuyordu.
Sonunda konuşabildi.
-İşte bu kadar, dedi ve soruma cevap vereceği için gururlu halde, “ Soruna gelirsek: Sahipli biri güvendedir. Bir oluşumun içine girersen ve onlardan biri olursan güçlü olursun. Her şey bu kadar basit… Benden önce de hemen herkes bunu akıl etmiştir. Akıl edemeyenler bir köşede, bir yıldız palasa bile sahip olamadan geçip gitmişlerdir. Ve şimdi sana önemli bir şey daha söyleyeceğim ki kulağına küpe olsun: Sürüden biri olmak aynı zamanda hem başkanın hem düzenin kurallarına harfiyen uymak demektir. Aklın yolu birdir…
Karşılık vermedim. Devamla:
-Aklın yolu birdir, diye tekrarladı.
Biraz durdu, sonra aynı sözü tekrarladı. Tama üç defa tekrarladı. Neden bunu yaptı bilemem ama bana göre ‘aklın yolu birdir’ demek pek de doğru değil. Bu konuda örnek vermem gerekirse, on beşinci yüzyılda İtalya’da bir bilim insanı “Dünya dönüyor,” dediği için cezalandırılmıştı. Çünkü o zamanlar aklın yolu kilise ve kraldan geçermiş. Bir ve tek akıl kiliseye aitmiş. Bundan dolayı bu söz bana pek inandırıcı gelmiyor.
Ahmet Hamdi Bey devam etti:
– Siz yazarlar tepeden tırnağa garip kişilersiniz. Bazı kişileri yüceltmek olağandışı bir duygu değil ki…
Gülümsedim ve ona dikkatle baktım. Gözlerinin renksizliği, yüzüne yayılan gülümsemesi tuhaftı.
-Övmek kötü bir şey değil. Her övgü peşinden bir kapıyı aralar, dedi.
-Ne demek bu, diye sordum.
Duymadı bile. Tuhaf huylarından biri de buydu. İşine gelmeyen bir şeye cevap vermez, ne söylenirse söylensin duymak istemezdi. Çevremizde bu tür siyasetçiler oldukça fazladır. Onlara piyasada bir litre sıvı yağın neden olmadığını ya da bir somu ekmeğin niye bu kadar pahalı olduğunu sorsanız, asıl soruya cevap verecekleri yerde, başka telden uzun havalarla bildikleri ne kadar bahane ve teselli varsa peş peşe sıralarlar. Öyle ki bazen sormaya pişman ederler insanı.
-Birbirimize yardım etmek zorundayız, diyerek devam etti Ahmet Hamdi Bey. Belli ki bir şeyler anlatmak istiyordu ama ben bunun sırrına varamadım bir türlü. Her zaman yaptığım gibi:
-Hımm, öyledir mutlaka dedim.
-İyi bir siyasetçi her şeyden önce halkın sorunlarıyla yakından ilgilenir ve hizmet eder. Biz de bunu yapıyoruz… Ne bir karşılık ne de başka şeyler bekliyoruz. Ama hizmet verirken karalanmayı hoş görmeyiz. Karalama şevkimizi kırar.
-Anladım.
-Hizmet kutsi bir görevdir. Ben gecemi gündüzüme katıp çabalıyorsam, oradan oraya koşturuyorsam, bu seçmenime yardım etmek içindir. Seçmenim de bunu görmelidir… Eğer bütün çabalarıma rağmen beriki kalkıp bana , “İş yok, aş yok, vekilimiz uyuyor mu” derse, kim nankörlük yapmış olur?
Bir şey diyemedim.
-Yönetmek kolay iş değildir, diyerek devam etti Ahmet Hamdi Bey. Akıl, beceri ve yetenek gerektirir. Bu da zaman ve deneyimle oluşuyor. Şimdi birdenbire yeni yetme birinden cahilce sözler ve hakaret duymak… Olacak iş mi? Başkasını eleştirmek kolaydır. Asıl zor olan kendimizi eleştirmektir. Eğer her birimiz bunu başarabilirsek hem doğru yolu buluruz hem de birbirimizi anlamış oluruz.
*********
Ahmet Hamdi Bey ağaçlarla, güllerle uğraşmaya devam ediyordu. Bir yandan bana cevap yetiştirmeye çalışıyor, diğer yandan yol kenarındaki saksıları düzeltiyor, kurumuş buruşmuş yaprakları söküp atıyordu. Ne de olsa toprak adamıydı. Bir gül fidesinin, bir çiçeğin güzel görünmesi için elinden geleni yapıyormuş. Hiç aksatmadan her gün onlara çeki düzen verir, toprağını suyunu değiştirirmiş ki, güzellikleri fark edilsin.
-Bunu yapmak zorundayım. Onların solgun görünmelerine, üzülmelerine dayanamam. Çünkü onlar benim. Başlarına kötü bir şey gelmesin diye üzerlerine titriyorum.
Devamla:
-Biliyor musun, dedi. Eğer toprakla uğraşırsak yaşamın tadına daha iyi varırız.
-Doğrudur, dedim.
-Toprak hayatın güzelliğidir; cömerttir, ne istersen verir. İnsanla toprak arasındaki ilişki başka şeye benzemez. Ona bakmak bile beni mutlu etmeye yetiyor.
Sonra birden kafasından ne geçtiyse, elindeki makası yere bıraktı, öfkeli ses tonuyla konuştu.
-Ben olmasaydım, ZLE İlinin ne şebeke suyu ne yolları ne köprüleri olurdu. İnsanlar su temin etmek için kilometrelerce yol yürüyüp dereden su taşırlardı. Şimdi herkesin evinde gürül gürül akıyor. Öylesine utanmazlar ki sahipsiz miyiz, kimse yok mu diye bas bas bağırıyorlar.
Bir süre durdu, soluklandı sonra tekrar devam etti:
-Dokuz yıldır vekillik yapıyorum. Bu süre zarfında sadece iki haftayı kendime ayırabildim ancak. Buna rağmen bazıları kopardıkları yaygaralarla bütün hizmetlerimi berhava etmeye çalışıyorlar. Vekilim ama her yere yetişemiyorum. Kollarım o kadar uzun değil…
-Ne demek bu?
-Uçsuz bucaksız güç sahibi değilim. Eğer birkaç kişi benden yanaysa, birkaç işi yapabilirim. Yönetmelik var, başkan var… Her şeyden önce temayüller var. Şapkayı çıkarıp eğilmek var… En iyi övgülerle, en iyi sözlerle karşı tarafı inandırmak zorunluluğu var. Her şey ne idüğü belirsiz birkaç kişinin düşleriyle bitmiyor. Bulunduğum yer onlara türlü türlü düşler kurduruyor ama bunlar sadece düş. Hepsi bu işte…
-Bu mu?
-Evet.
Bu sözleri o kadar gerçek geldi ki aklıma geldiği şekliyle:
-Eğlenceli bir iş, dedim. Ne güzel!
Ahmet Hamdi Bey tanıdığım siyasetçilerin en açık sözlüsüydü. En azından işlerin nasıl yürüdüğünü söylüyordu. Gerçekliği, sürü halinde yaşamı, birine ait olmanın gerekliliğini belirtiyordu. Bu durumda ona yönelik bir kampanyanın neden başlatıldığını kestiremedim.
-Ne yapsam ne etsem yaranamıyorum, diye devam etti. Eskiden vekillik kolaydı.
-Şimdi ne değişti? O günden bugüne düzen değişmedi.
-İşin kötüsü bu ya… Düzen aynı, ama o zamanlar sabah akşam seçmenle karşılaşmıyordunuz. Sosyal medya vs yoktu. Şimdi her an göz önündesiniz.
-Amma da iş, dedim. Yapmayın lütfen!
Ahmet Hamdi Bey terlemişti. Cebinden çıkardığı kağıt mendille alnında, göz çukurlarında birikmiş teri sildi. Sonra devam etti:
-Sadece seçmenin işlerini kovalamakla kalsam ne iyi… İşin en zor olanı başkanı gözlerken başlıyor. Sağ elimi hissetmiyorum mesela. Kontrolsüz, istem dışı açılıp kapanıyor. Nasıl olduğunu anlamadan ağır bir kasılmanın içinde buldum kendimi.
-İlginç!
-Daha ne ilginç şeyler var. İnsanlar çok tuhaf.
Ahmet Hamdi Bey’e baktım. İçimden ona karşı acıma duydum. Önceden çizilmiş sınırlarla, birilerine ayıp etmemek için el çırpmak kolay olmuyor ama ne yapsın… Hayat günlük güneşlik değildi. Ben daha nicelerini gördüm ki başkasının gözleriyle görüyorlardı.
******
Gökyüzü açık ve aydınlıktı. Uzaklarda, yaklaşık beş kilometre uzaklıktaki şehirlerarası yoldan geçen arabaların gürültüsü dışında neredeyse hiçbir ses duyulmuyordu. Günün güzelliği, güneşin parıltısı, kıyı boyunca yan yana sıralanmış yazlıklar, meşe ve çam ağaçları hayranlık veriyordu.
Ahmet Hamdi Bey kafasını kaldırdı gökyüzüne baktı. Derin nefes alarak havayı içine çekti ve:
-Çocukluğumdan beri pırıl pırıl temiz havaya bayılırım, dedi. Gökyüzü açık olduğu zaman her saat dışarıdayım.
Sonra bana döndü. Bakışları farklıydı bu defa… Birkaç adım öne doğru geldi, ellerini yanlarına koydu, omuzlarını kaldırdı ve:
– Karanlık basmadan işlerimi bitirmem lazım, dedi. Ağaçların sulanması, dalların ilaçlanması… Meyveler, sebzeler… Hepsi iş.
Gözlerimi ondan yana çevirdim. Karşımda konuşmalardan sıkılmış, artık sözü de sesi de bitirmek isteyen biri vardı. Yüzü, gözleri, alnındaki çizgiler bunu anlatıyordu. Sık sık oraya buraya bakıyor, bir çiçekten diğerine kayıp gidiyordu bakışları. Beni göndermek istediğini, kısacası benden kurtulmak istediğini anladım. Sonra düşünceli halde:
-Merak etme, dedi gülümseyerek. Seni unutmam. Yazılarını okuyacağım.
-Buna sevinirim, dedim.
-Her ne kadar yazdıklarına ‘bir şey etmezler’ dediysem de sen yine de yaz. Onlar bir gün mutlaka birer buluşma yeri, düşlerimizin ve gerçeğimizin birer yıldızı olacaklardır.
-Teşekkür ederim.
-Eğer bir satır bile kendi içinde bir gerçeği yansıtabiliyorsa, o satırı tekrar tekrar okumak güzeldir.
-Harika…
-Her satır, her yazı içindeki fikirlerle güzellik sunarsa, kavrama ve öğrenme serüvenimiz yıldızlara ulaşır ve bu da bizi suskun olmaktan çıkarır.
-Bu daha çok güzel, dedim coşkuyla.
Ahmet Hamdi Bey gülümsedi
-Hayat tuhaf bir şey… Bizler de tuhafız. Kimimiz sert kaskatı, kimimiz narin… Kimimiz yıldızlara bakmayı, sevgiyi; kimimiz malı mülkü seviyoruz. Ama bir şey öğrendim ki hemen herkes güzel bir gülüşe, güzel bir bakışa susamış durumda.
-Anladım, dedim ben de gülümseyerek ve geldiğim gibi sessizce geri döndüm. Onu bahçesiyle, ağaçları ve çiçekleriyle baş başa bırakarak ayrıldım.
Ahmet Hamdi Bey’in oradan oraya savrulan düşünceleri vardı. Sözgelimi oylarıyla seçildiği insanlara nankör demesi kahrediciydi ama onu sırf bu yüzden suçlamıyorum. Suçlu aramak ya da aramamak sorunu çözmüyor. Hepimiz bir kısır döngü içinde yaşayıp gidiyoruz. Ona göre, nankörler her yerde nankördürler ve iyi şeyleri göremezler. Bu görüşüyle muhtemelen kendini aklıyordu ama bakış açısında büyük bir giz vardı.
***************
- Eğitimin Geleceği (2) Haydar Uzunyayla (4. Katkı) - 12 Nisan 2022
- Ahmet Hamdi Bey Haydar Uzunyayla - 26 Mart 2022
- Eğitimin Geleceği 1 Haydar Uzunyayla (2. Katkı) - 16 Mart 2022
Bu güzel ve uzun yazıyı bir kez okudum.Ama geniş bir zamanda tekrar okuyup öyle yorumlamak istiyorum.Sadece şunu söyleyebilirim.Yazi profesyonel bir kalemin yazısı.Yazim kuralları,noktalamak hep yerli yerinde.
Kaleminize yüreğinize emeğinize sağlık. Teşekkürler
Kişilerin doğruları, şahsi mantık süzgeçlerine göre oluşuyor; olaylara bakışları durdukları yere göre değişiyor demek ki! Sosyolojide doğru fizikteki gibi değil. Oysa doğru tek olsa ne kolay olurdu. Yazınızı kutlarım.