Dolmuşuna bindiğimizde meraklı gözlerin hapsindeydik. Eşimin sohbete dâhil olmasıyla gidiş nedenimizi öğrendiler. Sert görünümü, kibirli bakışı, yüksek ve tok sesle konuşması karşısında sustular, ilçeye varana kadar onu dinlediler. Bense, görevime dönmemin sevinciyle havalara uçuyordum. Minibüsten dışarı bakarken; minibüse el sallayan çoban çocuklar, benim karşılık verdiğimi görmeden, geriye doğru hızla kayboluyorlardı. Çocukları görünce, çocuklarımın özlemi içimde büyüdükçe büyüdü. Boz, alçak sıra dağları geride bırakıp giderken; onların ortasında, onlara yüksekten bakan dağ görüntüsüyle ilginçti. Tabanı daire, kenarlarından özellikle yontulmuş, tepesi sivriltilmiş kurşun renkli, devasa bir koniydi biçimindeydi.
Göz alabildiğine ovayı kaplayan tarlaların bazısı, ekin saplarıyla sapsarı, sürülenler ise kara-kızıl rengindeydi. Çocukluğumu geri getiren bu renkli tarlalar, yol boyu beni yalnız bırakmadı. Her bir tarlada gördüğüm bodur ağacın yalnızlığı, benimle özdeşleşti, hüzünlendirdi. Ayrık otlarının kapladığı yeşil alanlar ise gönlümü açtı. Anadolu’m! Bozkırım! Özlemişim! Minibüs içinde değil de bozkırın ortasındaydım… Bozkırın havasını, yarı açık pencereden içime çekiyor, bozkırla hasret gideriyordum.
Tarlasını süren çiftçiyi görünce, aniden bir anım canlandı. Annemin yanından fırlıyor ve baba! Diye bağırarak traktörün peşine takılıyorum. Küçücük ayaklarım yumuşak toprağa gömülüyor, İri keseklere takılıp düşüyor ve kalkıp yine koşuyorum. Babam traktörü durdurup beni kucağına alıyor. Birlikte direksiyonu tutuyor, kahkahalarla tarla sürüyoruz. Annemin yanına indiğimde; coşkuyla boynuna sarılıyor: “Tarlayı ben sürdüm! Ben sürdüm! “diyorum. Ah! Beni candan sevenler, toprağın koynuna çok erken gittiniz! Şimdi şefkatli kollarınız arasında olmayı çok isterdim! Sayenizde edindiğim mesleğim ile dimdik ayakta durmaya, size layık evlat olmaya çalıştım, başaramadım. Özlemden doğan duygu seli, yaş olup gözlerimden akmaya başladı.
Duygu dünyamdan minibüsün ağırlaşmasıyla sıyrıldım. İlçe jandarma karakolunun önüne gelmiştik, indik. Kamelyaya gelen karakol komutanıyla tanışıp çay ve sigara eşliğinde durumu anlattık. Orta yaşlı, sevecen ve saygılı Alaattin komutan “Sizi ben götüreyim ”dedi. Eşim, İlçe Milli Eğitim Müdürlüğüne giderken, bakışıyla: ”Biz asker ailesiyiz; birbirimize saygılı ve dayanışma içindeyiz” diyordu. Gerçekten askerler; emekli ve çalışan ayırmıyor birbirlerine destek oluyorlardı. Askeri mekânlar eşimin, vazgeçemediği kutsal kabesiydi.
Ayvalı köyü
İlçede göreve başlatıldıktan sonra, müdürde bizimle köye gelmek istedi. Yarım saatin sonunda düz olan yoldan aşağı doğru inerken köy göründü. Tepeden Ayvalı köyü; bomboz, ağaçsız, birkaç çatılı evden hariç çoğunluğu ise kerpiç evlerden ibaret görünüyordu. Heyecan, merak, endişe gibi karmaşık duygular içindeydim. Köy kızıydım ama köyü terk edeli otuz yıl gibi uzun bir süre olmuştu. Otuz yıl boyunca lüks denilecek hayatım olmuştu. Rahat yaşam sağlayacak; elektrik, su, bakkal gibi ihtiyaçlardan mahrum olmak ihtimali beni çok korkutuyordu. Arabadan inerken eşim: “Nasıl?” der gibi yüzüme baktığında kızgın gözlerle bakıp, başımı yana çevirdim. Toz toprak içindeki köy meydanı, oyuklarla kaplıydı. Meydanın ortasından geçen yol, aynı zamanda köyün anayoluydu. Yolun bir tarafında evden dönme köy kahvehanesiyle, bitişik muhtarlık odası vardı. Yolun diğer tarafında bir kahvehane daha ve biraz aşağıda cami bulunuyordu.
Yoldan geçen traktörün çıkardığı tozlardan, ağzımızı-burnumuzu kapatarak muhtarlığa girdik. Köy bekçisi jandarma arabasını görünce muhtarı haberdar etmeye koşmuş. Birkaç sandalye, eski püskü masa, muhtar koltuğu ve masanın arkasındaki duvarda Atatürk resmi ve Türk bayrağı vardı. Küçük olan odada eski tahta sandalyelere oturduk. İçeriye giren köylülerle, “Hoş geldiniz!” merasimi sürerken çaylarımız da gelmişti. Muhtar, soluk soluğa ve ceketini ilikleyerek içeri girdi. Başındaki kasketini eline alarak; saygısında samimi, güler yüzüyle elimizi birkaç kez sallayarak hepimizle tokalaştı. Komutan “Hoş bulduk, Uyur Osman” demesiyle manalı gülümsemeler, gülüşmelere ve sonra kahkahaya dönüştü. Komutan “Yiğit lakabıyla alınır!” diyerek kızaran muhtarın gönlünü aldı. Muhtar gündüz uyur, gece gezermiş, lakabı ondan verilmiş. Geliş sebebimizi anlattıktan sonra okulu görmek ve ev bulmak için ayağa kalktık.
Gölgeli duvar diplerinde, dam başlarında bize merakla bakan hanımlara, sevgiyle el salladım. Peşimize takılan ve gittikçe çoğalan kavruk yüzlü öğrencilerle, okul bahçesine girdik. Yer yer yıkık, kerpiç-taş karışımı duvarla çevrilmiş olan bahçe çok genişti. Bahçe içinde, “L” şeklinde birbirine dayanmış okul binası, tuvalet, depo ve gerilerde yan yana, uzunlamasına dizilmiş lojman vardı. Lojmanların önünde çok değil, bir salkım söğüt ağacının olmasına üzüldüm.
Eğitim-öğretim başladığı halde okulun kapalı olmasına çok şaşırdım. Okulda, öğretmen olarak iki kız kardeş varmış. Eskişehir’de ikamet ediyor; bazen bir hafta kalıyor, bazen de günlük gelip gidiyorlarmış. İki yıl boyunca bir hafta birisi, diğer hafta birisi rapor alıyor, güya okulu açık tutuyorlarmış. Yani iki öğretmenli okulda tek öğretmen oluyormuş! Bu hafta ikisi de rapor almış ve okul kapalı… Ben nasıl olur? Okulun açık kalması için başka önlem alınmıyor mu? Dediğimde muhtar da şikâyete başlayınca müdür onları savundu… Bense şok üstüne şok yaşıyordum!
Okulun iki lojmanına, bekâr ve devamsız oldukları halde el koymuşlar. Duyarsızlıklarına ve düşüncesizliklerine çok kızdım. Haliyle biz ev bakmak zorundaydık! Muhtar, okulun arkasında iki katlı bir evin olduğunu söyledi. Yolda rastladığımız hanım ve beylerin, “hoş geldiniz” demeleri içimi ısıtsa da on beş yıl, şehirde öğretmenlik yaptıktan sonra burada olmak, bir an saçma geldi. Sık sık tökezleten ve toz içinde kalan topuklu ayakkabılarıma burada veda edecektim. Yalnız ayakkabı mı kıyafetlerim, gezmem bile sorun olacaktı, pişmanlık sardı içimi.
Bakmaya geldiğimiz ev; virane, iki katlı, kerpiçten, çatısız ve toprak sıvalıydı. Evin etrafında ne bahçe duvarı ne de yanında bir komşusu vardı! Etrafı boyum kadar yabani otlarla kaplanmış, yıkık dökük olan tuvaleti de dışardaydı. İçine girdiğimizde, kutu gibi küçücük, sıvaları dökülmüş odalarıyla, alt kat kullanılacak gibi değildi. Üst kata çıkarken merdiven sallanmaya bende İçimden gülmeye başladım. Eşimin şakakları titrediğine göre, o da öfkelenmeye başlamıştı. Yıkılmaya yüz tutmuş toprak merdivenden sakına sakına çıkarak, kocaman toprak salona girdik. Adımımızı atar atmaz salon, beşik gibi sallanmaya başladı. Midem bulanmaya, başım dönmeye ve sinirim kabarmaya başladı. Muhtarın, “Daha önce bir öğretmen oturuyordu.” demesiyle aniden bir gülme krizi tuttu beni! Tepkime çıldıran eşim, “Hemen istifa ediyorsun, dönüyoruz Muğla’ ya” dedi. Muhtar ve Müdürün üstlerine yürürcesine; gözü dönmüş, elleri sıkılmış, kavgaya hazır ve sinirden titreyen sesle “Dalga mı geçiyorsunuz bizimle? “ diye bağırdı. Ortada buz gibi hava estiren bu çıkış, herkesi dondurdu. Elleri arkasında, göbeği dışarda gülerek dolaşan Müdür, elini aşağı indirdi ve ciddileşti. Komutan, eşimin koluna girip onu yatıştırmaya ve ortamı yumuşatmaya çalıştı. Aceleyle dışarı çıktık.
Muhtar çekine çekine, “ Sinirlenmeyin hemen, Almancı birinin yukarda bir evi var, haber salayım gelsinler, bir de oraya bakalım” dedi. Beşik ev aklıma geldikçe, yol boyu gülmemek için kendimi zor tuttum. Etrafımızda çocuklar, yine dam başlarında bizi izleyen meraklı bakışlar altında meydana indik. Arabaya bindiğimizde, renkten renge giren eşim, hepimize ters ters bakıyordu. Köye uzak, tepe üstüne kondurulmuş eve gelince arabadan indik.
Betonarme yapılmış ev büyük balkonu ve karşıdan görünüşü ile güzeldi. Evin önü alabildiğine geniş ve bomboştu belki ilerisi uçurumdu. Düz zemin kuru ot, üzerlik otu ve ufak taşlarla kaplıydı. Tam istediğim, sevdiğim bozkır manzarasıydı. En büyük sürprizde adının ARAYİT olduğunu öğrendiğim sivri koni dağ bütün görkemiyle karşımdaydı! Yan tarafı ise; aşağıda kalan köy manzarasına ve anayola bakıyordu. Eve yakın sayılacak bir komşu vardı şükür! Yayla gibi yerde olunca havası mis gibi, tertemizdi. Köy bekçisiyle gelen ev sahibinin kardeşi evi gezdirdi. Ev geniş, aydınlıktı ve apartman dairesi planında yapılmış, en önemlisi tuvaleti ve suyu içindeydi. Ben çocukken köylerde tuvalet dışarda, bu köyde de hala dışarda ve içerde su yoktu. Okula uzak olması, hiç dert değildi, yürüyüş yapmış olacaktık. Evi tuttuk, Muhtardan eşyalarımızla gelene kadar evi temizletmesini rica ettik.
İlçeye dönerken arabanın içinde çıt çıkmıyordu. Milli eğitim müdürü bayağı bozulmuştu. İlçeye gelince eşim, kaba davrandığı için Müdür Beyden özür diledi ve teşekkür etti. Komutanın götürdüğü salaş ama tanınmış lokantada leziz kebap yedik. Milli eğitim müdürü siyasetle gelmiş, lakabı da “Oturan boğa” imiş, çok güldük. Konukseverliğinden memnun kaldığımız komutanı çok sevdik. İlgisine teşekkür edip görüşmek dileğiyle, Eskişehir’e giden dolmuşa bindik.
Eşim: “Hayırlı olsun!” dedi. Cevap vermedim, başımı cama çevirip dışarıyı seyre koyuldum. Lise ve ortaokula on beş yıl ders veren biri olarak, birleştirilmiş sınıflı ilkokulda zorlanacaktım. Ama ben Türkiye’nin en iyi öğretmenini yetiştiren Hasanoğlan Atatürk İlköğretmen okulunda okumuştum, başarırdım. Yeni yaşantım için zorluklar olacağı gibi bir o kadar da tatlı telaşe olacaktı. Eşimin, benimle konuşmak için kıvrandığını gördükçe oralı olmuyordum. Amirimin yanında “İstifa et!” diye bağırıp, saygınlığımı zedelemeyecekti. Pencereyi açtırınca içeriye giren mis gibi hava ile sigara dumanı yer değiştirdi. Sıkıntıdan ağlayan çocuk, çekirdek çitleyenlerin çıtçıt sesleri, sigara kokusu, bağırarak konuşmalar sinirlerimi bozdu. Tahammülüm son safhada iken otogara geldik.
DEVAM EDECEK
Şehriban Tuğrul
- Ortaoba Mehmetalan Yürüyüşü Şehriban Tuğrul - 25 Ocak 2023
- Burhaniye Sübeylidere Köyü Doğa Yürüyüşü Şehriban Tuğrul - 19 Kasım 2022
- Öğretmen Okulları ve Edebiyat Şehriban Tuğrul - 15 Kasım 2022
Çok zor koşullar ve bir askerle evli olmak, gerçekten zor. Kaleminize sağlık.