Horst Sevda Akyol Baştımar

Eğer tamamıyla zorluklara daldınsa, daralıp kaldınsa, sabret; çünkü sabır genişliğin anahtarıdır.
Mevlana

 

HORST

Bugün hava yine kasvetli, yine karanlıktı. Kendimi toparlayıp yola koyulmanın vakti çoktan gelmiş, geçiyordu bile. Nedense bugün hiç kalkasım yoktu. Biliyorum havadandı. Bu havalarda ben hep böyle olurdum. Yataktan hızlıca çıktım. Bir bardak çay içip arkadaşım Hatice’nin bana el emeği, göz nuru ile yaptığı o en çok sevdiğim kırmızı şapkamı ve şalımı da takıp tren istasyonunun yolunu tuttum. Yollar Noel bayramı sebebi ile oldukça kalabalıktı bugün. İnsanlarda bir koşuşturmaca almış başını gidiyordu. Herkes hediye arama derdindeydi. Son ana kalanlar, son alışverişler.
Birkaç gün sonra Noel bayramıydı. Hristiyan aleminin en önemli dini bayramlarından bir tanesiydi. Caddeler haftalar öncesi ışıklandırılmış, her yer harika bir renk cümbüşüne bürünmüştü. Bugün ailelerin birleştiği, anne ve babaların evlatlarını gördüğü, sevgi ve saygının hissedildiği dini bir gündü. Tıpkı bizim bayramlarımız gibi.

Zaten her dinin ortak noktası da sevginin, saygının yolundan geçmiyor muydu?

Trende yanıma oturan bir genç kız, arkadaşına daha hediyelerini toparlayamadığını dert yanarken yüzündeki stresi görmemek elde değildi. Hayat devam ediyordu tabii. Kimi hediye derdinde, kimi hastalığına çare arama derdinde, kimileri de bu hayata bir şekilde tutunma derdindeydi.
Bu muydu hayat? Esasen her şey boş değil miydi? Hayatın anlamı neydi? Kafamdaki sorulara cevap ararken istasyona gelmiş, kendimi son anda kapıdan dışarı atmıştım. Hemşire odasına geldiğimde Dr. Klaus ve Hemşire Elke bir hastanın sağlığı hakkında fikir alışverişinde bulunuyordu. Selam verdikten sonra, masanın sağ tarafında bulunan bir kağıt parçasına hastaların isimlerini yazarken, listede birkaç isim ilişti gözüme. Belli ki yeni gelmişlerdi.

Hemşire Elke’den hastalar hakkında kısa bir bilgi aldıktan sonra bugün ilk iş olarak yeni gelen Horst’un odasına girmeye karar verdim. Bunları düşünürken odasının kapısına gelmiş, kapıyı çalarak içeriye çoktan girmiştim bile.

Fıstık yeşili, kendisinden oldukça büyük olan koltuğun içinde adeta kaybolurcasına oturmuş kahvesini yudumluyordu Horst. Oldukça sert ve soğuk bir mizaca sahip olan bir insanla karşı karşıyaydım bugün. Selam verip kendimi tanıttım. “Memnun oldum,” dedi, soğuk bir ses tonuyla.

“Ben Horst! Horst Müller. Son günlerim. Pankreas kanseriyim. Ölümle yaşam arasında sıkışmış kalmış bir balon gibiyim. Ne zaman patlar bu balon hiçbir fikrim yok. Sizin var mı peki?”

“Sorunuza cevap vermeden önce, izninizle oturabilir miyim?” dedim. “Hayır,” dedi ve ekledi:

“Oturmak için ne gibi bir sebebiniz olabilir ki?”

Önce, “Sizce?” diye sordum. Ardından, “Aslında cevabı çok basit,” dedim. Yudumladığı kahvesini büyük bir itina ile masanın üzerine koydu ve gülerek, “Neymiş o cevap, dinliyorum,” dedi.

Ayakta olduğum için kendisiyle göz teması kurmakta zorlandığımı, bu şartlarda sohbetimizi derinleştiremeyeceğimden korktuğumu ifade edince, onun o soğuk mizacındaki erimeyi, yüzündeki o çocuksu kahkahayı duymanızı o kadar çok isterdim ki!

“Evet,” dedi, bir öğretmen edası ile parmağını havaya kaldırarak. “Vermiş olduğunuz bu cevap, yanıma oturmanız için geçerli bir sebep.” Yarı alaylı, yarı ciddi bir tonla hemen yanı başındaki sandalyeyi göstererek, “Buyurun! Oturun bakalım, oturun da sohbetimizi derinleştirelim,” demesini hiç unutmayacağım.

Ona bugün uzunca bir zaman ayırmaya karar verdim. Dobra ve direkt oluşu çok hoşuma gitti.
Horst çok yakında bu ölümcül hastalığa yenik düşeceğini biliyordu. Her hasta gibi o da bunu kabullenmekte zorlanıyordu. Kendisi, sevgisini karşı tarafa ifade edemeyen onlarca hastamızdan birisiydi. Tabii bunun birçok sebepleri vardı. Bir gün bana, “Biliyor musun Sevda?” dedi, “Neden anlatıyorum içimdekileri sana?” “Hayır,” dedim, “Hiçbir fikrim yok. Neden ki?” “Çünkü,” dedi, “Sen çok iyi bir dinleyicisin de ondan.” Gülüştük.

Esasında sebebi bu değildi. O içindeki gelgitleri ile hesaplaşıyordu ve onları bana anlatarak rahatlıyordu. Aslında içinde anlatacak daha o kadar çok şey vardı ki.

Zaman çok değerliydi ve bizim zamana karşı koyacak ne gücümüz ne de vaktimiz vardı.
Horst, babası savaştan sağ bacağını kaybetmiş olarak geri dönen, kendi deyimiyle ruh ve beden sağlığı tamamen yok olmuş bir babanın üç evladından en küçüğü idi. Onunla konuşurken konuşmasını bölmemeye özen gösteriyordum. Refakat sürecinde aktif bir dinleyiciydim.
“Ben!” dedi, gözlerini benden kaçırarak. “Ben, hiç sevilmedim Sevda. Bazen hislerimi sevdiklerime göstermek istesem de, bunu hiç beceremedim.”

Yutkundu. Ağlıyordu. Gözlerine bakmamak için ayağa kalkıp, yarı aralık olan pencereyi kapattım.
İçimde tarifi imkansız fırtınalar kopuyordu. Sevgisiz bir hayatın sonuna gelmiş bir insanın, çaresiz bakışları karşısında üzgünlüğümü saklamaya çalışıyordum. Fiziki temastan kaçtığını bildiğim halde tereddüt etmeden sağ elini tuttum. Karşı koymadı. Horst’un sol tarafındaki sinirler tedavi sonrası zedelenmiş, el ve ayaklarda hissiyat kaybı oluşmuştu. Eli elimde sessiz sedasız bakıştık dakikalarca. Çok geçmeden derin bir nefes aldı ve konuşmasına devam etti:

“Savaş sadece babamın ayağını değil, benim ve benim gibi birçok insanın, kardeşlerimin geleceğini, çocukluğunu, gençliğini, değerlerimizi, hislerimizi çalan bir katildir.”
Horst çok haklıydı. Savaş, yaşamak varken bedenini bir hiç uğruna terk etmek değil miydi? Bedelini zavallı insanların ödediği kahpe bir oyun değil miydi?

Birkaç gün sonra

Uykumu almıştım, oldukça dinç ve kuvvetli hissediyordum kendimi. Sabahları olmazsa olmazım siyah çayımı yudumlarken, bugün Horst için neler yapabileceğimi aklımdan geçirdim. Ve yine son anda trene yetiştim. Apar topar odasına girdiğimde onu tıraş olurken buldum. Günaydın faslından sonra kendisine bugün onun için neler yapabileceğimi sorduğumda, cevabını çoktan hazırlamış olduğunu yüz ifadesinden anladım. Sevinmiştim.

“Bugün,” dedi, oldukça yorgun bir ses tonuyla, “Koridorda seninle yürümek istiyorum Sevda.” Bu isteği karşısında biraz tedirgin olmuştum, çünkü Horst sol bacağını tam anlamıyla kullanamıyordu.

“Pekâlâ ama bir şartla,” dedim, “Tekerlekli yürüteçle yürümeyi kabul edersen eğer.” “Anlaştık,” dedi,

“Haydi getir yürüteci.”

Ona o kadar çok saygı duyuyordum ki! Yakında öleceğini bilmesine rağmen çok kuvvetliydi. Hâlâ daha bu sinsi hastalığa direniyordu. Koridorun sonuna geldiğimizde yorulduğunu hissettim. Pencerenin hemen önünde hasırdan iki tane çok güzel sandalye vardı. Burada biraz olsun soluklanmak adına ufak bir mola verdik. Nefes alışının sakinleşmesini bekledim. Dışarıya bakıyordu. Birden bana döndü. Pencereden dışarı bakıp neler gördüğümü ona anlatmamı rica ettiğinde şaşkınlığımdan olsa gerek, “Neden?” diye yanıt verdiğimi hatırlıyorum. Güldü.

“Sen lütfen bak ve anlat bakalım neler görüyorsun?” deyince ona sakin bakışlarla hastanenin arkasında bulunan nehir kenarında yürüyüş yapan insanlar gördüğümü, yere düşmüş ufak bir erkek çocuğunun ağlayarak annesine koştuğunu, beyaz bir poşetin rüzgârın etkisiyle sağdan sola nasıl savrulduğunu anlattım.

“Bu kadar mı?” diye sordu. “Daha başka neler görüyorsun?”

Ne yapmak istiyordu? Amacının ne olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu. Omzuma dokundu, bana gözlerine bakmamı istediğini söyledi. Neler olduğunu anlayamamanın vermiş olduğu stres ve heyecanla onunla göz göze gelişimizi ömrüm boyunca unutmayacağım.

“Şimdi,” dedi, “Tekrar bak dışarıya. Neler görüyorsun?” Tanrım, koskoca ormanı, çam ağaçları ile kaplı o güzelim ormanı, köprüyü ve daha birçok ince ayrıntıyı nasıl olur da gözden kaçırırdım?

“Ama bu nasıl olur?” diye sordum.

“Nasıl mı? Cevabı çok basit,” dedi ve güldü. “Sana dışarı bak,” dediğimde bakmak için baktın ve genel bir tablo çizdin. Gözlerime bak ve anlat dediğimde işin ciddiyetini anladın ve dışarıya bambaşka bir gözle baktın. O sebeple de görmen gereken her şeyi gördün. Hayat işte böyle bir şey Sevda! Bunu sakın unutma. Görmek ve gördüklerini ifade edebilmek, onları hissetmek apayrı duygulardır. Hayata ne tarafından bakarsan o tarafından görürsün ve hayat gördüklerinden değil, hissettiklerinden ibarettir.”

Çok haklıydı. Hayata bakış açımı, vermiş olduğu bu dersle zenginleştiren, beni kendime getiren bu güzel insana müteşekkirdim.

“Haydi,” dedi, usulca omzuma dokunarak, “Yoruldum, odama gidelim. Bugünkü dersimiz bu kadar.”

Birkaç gün sonra

İliklerime kadar ıslanmıştım. Günlerdir yağan yağmur artık sıkıntı veriyordu. Ruhum daralmıştı. İçeriye girdiğimde her zamanki gibi koltuğunda oturmuş beni bekliyordu.
“Bu havada gelmeyeceksin diye o kadar çok korktum ki. İyi ki geldin,” dediğinde bir şeylerin ters gittiğini hemen anlamıştım. Horst ve ben zamanla çok iyi iki dost olmuştuk. Onu çok seviyordum.
Bugün oldukça bitkin görünüyordu. Her geçen gün biraz daha kuvvetten düşüyordu. Koltuğunun yanındaki ufak masanın üstünde çikolatalı bir kek gözüme çarptı. Büyük bir olasılıkla hazır almıştır diye düşünürken, “Kız kardeşim Anna getirmiş,” dedi, kısık sesiyle. Çok güzel görünüyordu. Belli ki itinayla yapılmıştı. Hemen yanı başında beyaz bir tabağa konulmuş bir dilim keki göstererek, “Bu senin, sana ayırdım, yemelisin,” derken sesinde her zamanki gibi ufak bir emir tonu hakimdi. O genelde emir tonuyla konuşmasını çok severdi. İtiraz etmeden, üstelemeden keki yemeğe başladım.

“Anlat bakalım nasılsın?” diye sorduğunda çok şaşırmıştım. Çünkü Horst şimdiye kadar hiç sormamıştı bana nasılım diye! “İyiyim,” dedim, “Ya sen?”

“İyi değilim,” dedi, gözlerini benden kaçırarak. “Anlatmak ister misin?” diye sordum. Sözlerine,

“Dün akşam bir telefon konuşması yaptım,” diyerek başladı. Bir telefon konuşmasının onu bu denli etkilemesine bir anlam verememiştim. “Kim aradı ki?” diye sordum. Arayan kişinin, bundan yıllar önce ölesiye sevdiği, sevgisini ona bir türlü gösteremediğini sandığı kadın olduğunu duyunca yutkundum. Donmuş kalmıştım.

“Aynı ses tonu, aynı gülüş. Hiç değişmemiş sesi,” dedi. Hep aynı nahif Sara. Horst, Sara’yı hiç unutamamış, yıllarca ona olan sevgisiyle onu içinde yaşatmış birisiydi. “Çok az vaktim kaldığını öğrenmiş, beni son bir kez görmek istiyormuş, bir dostun sayesinde bana ulaşmış,” derken ağlıyordu. Gözyaşlarını silip, kan çanağına dönmüş olan gözleriyle bana döndü ve sordu: “Sen olsaydın ne yapardın? Onu son defa görmek mi, yoksa yıllarca içinde yaşattığın birini o eski haliyle düşünerek ölmek mi?”

Bu benim gönüllü çalıştığım, son yolculuklarına yoğun bir şekilde refakat ettiğim birçok hastanın bana sorduğu en zor sorulardan bir tanesiydi. Elini tuttum, ağlamaya başladım. “Horst,” dedim, sessizce. “Benden hangi cevabı duymak istiyorsun? Kalbimin sesini mi, yoksa duymak istediğini mi? Şunu bilmelisin ki, ben sana hiç yalan söylemedim. Cevabım, kalbimin sesidir.”

Horst beni anlamıştı. Başını salladı. Alnıma ufak bir öpücük kondurup teşekkür etti. “Çok çabuk öğreniyorsun, sen gerçekten iyi bir öğrencisin,” dedi ve gülümsedi. “Yarın,” dedi,

“Yarın onu arayacağım.”

O gün Horst’u son kez gördüm. Sevdiği kadını son bir kez göremeden o gece hayata gözlerini yumdu. Sevildiğini bilmenin vermiş olduğu huzur ile aramızdan bir yıldız misali kayıp giden bu harika insana en derin saygılarımla.

Horst benim hayatımda bana doğru yolu bulmamda, hayata bakış açımı pozitif anlamda değiştirmemde çok büyük rol oynayan harika bir eğitmendi.

Onu saygı ve özlemle anıyorum.

Sevda Akyol Baştımar

Sevda Akyol Baştımar
Sevda Akyol Baştımar son yazıları (Hepsini Gör)
7

Bu yazıyı da okuyabilirsiniz

Çocukluk Çağımız Daha Güzeldi Sadi Geyik

Anı

6 Yorumlar

  1. Sevda Akyol Baştımar

    Sevgisiz bir hayatın sonuna gelmek…
    Sevgi her şeyin ilacı.
    Yorumunuza teşekkür ederim Fevziye Hanım.

    0
  2. FEVZİYE ŞİMDİ

    Çok üzücü. Palyatif bakım ise en zorlarından biri bence. İnsanın sevilmediğini düşünmesi ayrı bir hüzün. Kaleminize, yüreğinize sağlık.

    1
  3. Sevda Akyol Baştımar

    Var olunuz Hüseyin Bwy.

    1
  4. Sevda Akyol Baştımar

    Değerli yorumunuza çok teşekkür ederim Suzan Hanımcığım.

    0
  5. Yüreğinize kaleminize sağlık…

    0
  6. Hüzün yüklendim. Sade, akıcı, duygu içerikli paylaşım için sağ olun. ⚘

    0

Bir cevap yazın