İnsan İnsanın Kurdu mudur? İbrahim Uysal

İNSAN, İNSANIN KURDU MUDUR?

Bu dünyada olmak, yaşamak gerçekten çok güzel. Hele bunu fiziki yaşamda olduğu gibi, sosyal, siyasal ve duyguda da yaşamak muhteşem. Bulunulan yerden bir tık yukarıya çıkıp, neler oluyor diye bakmaya başlayınca, durum kişisel olmaktan çıkıyor ve karışmaya başlıyor. Bir de sorgular iseniz, işin içinden çıkmanız hiç olası değil.
İşin en enteresan tarafı ise bir yanda evren, onun içinde dünyalar ve onun içinde de yaşam bulmuş canlılar. Yani ot, çöp derken, bizler.

Doğada “su, akıp yolunu bulur” iken; biz, bu evrenin en gelişmiş, evrimleşmiş canlıları olarak; su, yer kürenin basıncı, yerçekimi kuralları gibi basit ve yalın, kendiliğince olağan durumlara bakıp bu dünyada evrimin harikaları olan sürece öyle methiyeler düzüyor, öyle gerekçeler buluyoruz ki sormayın gitsin!..

Evrenin yaşı 4-5 milyar yıl olarak ölçülürken, Amerika’nın MIT (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü) araştırmacıları, kayalarda buldukları deniz süngeri kalıntılarına balarak ilk canlının 640 milyon yıllık bir geçmişi olduğundan söz edebiliyor.

Konu insana gelince, Afrika’da bulunan kalıntılardan, doğada evrim geçirmemiş ilk insana ilişkin kabul edilebilir kanıtlara 200 bin yıl önce rastlanıyor. Yine aynı yerde bulunan evrimleşen, günümüz insana benzeyen kalıntılarının yaşının ise 60 ile 100 bin yıl olabileceği tartışılıyor.


Neolitik denen çağdaki ilk uygar (kayalar üzerine bir şeyler yazan, çizen) insan ise, yine yeryüzünde yaklaşık 10 bin yıl önce görülmektedir.

Evren, dünya ve insan ile ilgili bilinen bütün öykü budur.

Gelelim bunun nasıl anlatıldığına: 

Unutmayalım ki, herkesin başka bir öyküsü ve her öykünün bir gerekçesi vardır. 

Bilimsel kitaplara bakarsanız; bir insanın, bir de insanlığın öyküsünü bulursunuz. İnanç kitaplarında ise biliminkinden değişik bir öykü bulursunuz.
Her ikisinin de, binlerce hatta milyonlarca inananı ve güveneni vardır. O zaman “doğru” nedir?

Ağzımız açıldığı zaman “doğru tektir” deriz ama uygulamada herkesin başka bir doğrusunun olduğunu görürüz.

Dahası da var; 3 bin yıllık yazılı kaynaklara dayanarak insanlık tarihini araştıran Herbert Spencer, “Her insan bir dünyadır” demektedir. Bu ise günümüzde sekiz milyardan fazla insan ve ve farklı dünya demektir.

Ben de Herbert Spencer gibi düşünüyorum.
İnsanlık tarihine ve insanlara baktığımızda, “insan” denilen canlı ile ilgili iyi ve güzel şeylerden söz edebileceğimiz gibi, “bu insanlar, insanlık bu kadar nasıl gelişebildi” denilecek noktalara bile varabiliriz.

Henüz devletin olmadığı, herkesin kendince yaşamda kalmaya çalıştığı doğa durumu’nda insanları eşit olduğunu varsaysak da, iki kişi aynı şeyi istediği an çekişme, kavga ve düşmanlığın ortaya çıkacağını göz ardı edemeyiz.
Bu da doğanın en yalın durumunda bile bir “güvensizlik” durumun olduğunu, olması gerektiğini gösterir.

Bütün canlılar için geçerli olan “güven ve güvensizlik durumu” gereği, güvensiz ortamların olağan sonucu daima kaos ve savaştır.

Thomas Hobbes bu durumu “insan insanın kurdudur” diyerek dile getirmiştir.

Bu süreç başlangıçta, topluluk, aile ve toplum gibi sosyal yapılar oluşturularak çözümlenmiştir. Zamanla da, şehir devletleri ve devletler ortaya çıkmıştır.

Bazı sözcük ve kavramlardan söz edilince, bir kısım insanlar hemen her şeyi, siyasi olarak algılayıp, tu kaka yapmayı pek severler. Can Yücel’in dediğine uyarsak, bilimsel olarak, sosyolojide bu sürece, kapitalist süreç denir. Feodal süreçten, kapitalist sürece ve daha da ileri süreçlere geçince devletler, günümüzde  neredeyse “şehir devletlerine” geri dönmek üzeredir.

Çünkü kapitalist sistem, her türlü bilimsel veriyi ve bilgiyi kullanarak ekonomik süreçleri yürütürken aynı zamanda “parçala, böl ve yönet” taktiği ile ülkeleri, milletleri, toplulukları ve insanları bölerek dünyayı yönetme noktasına gelmiştir. Süreç böyle işlemiştir. 

Yirminci yüzyılın başında başlayan Uluslaşma süreci, yirminci yüzyılın başlarında başlamıştır. Öncülerinden biri ve hatta en önemlisi, 1924 Anayasasında “Türk Milleti” tanımını; “Türkiye ahalisine, din ve ırk farkı gözetmeksizin vatandaşlık itibarıyla Türk denilir” diyerek yapan, Mustafa Kemal Atatürk’tür. 

İslamiyet, Arap kabilelerinin arasındaki çekişmeler ile mezheplere nasıl bölünmüş ve nasıl günümüzde de bu güdümlü “arap milliyetçiliği” din olarak toplumumuza yedirilmeye çalışılıyor ise;  bugün de yarım yüzyılı aşan uluslaşma süreci sabote edilerek, toplumumuz etnik ve inançsal bölünmelere kurban edilmektedir.

Ülke yurttaşlarının, ülkeleri için ürettikleri ekonomik değerin, o ülkenin bütçesine gelişme, kalkınma, büyüme olarak; topluma, yurttaşlara da ekonomik refah olarak yansıması gerekir.

Günümüzde bu kadar emek ve çaba ile yaratılan, üretilen “ekonomik refah”, yurttaşlar arasında “adil” bir şekilde dağıtılmamakta, hatta yeni bir yandaş sermaye kesimi yaratılmaya çalışılmakta,  toplum kesimleri arasında yer alan etnik kökenler arasında çatışmalar körüklenmektedir. 

Özellikle son yıllarda desteklendiği için yaygınlaşan İslami inanç kesimleri (tarikat, cemaat ve dernekler) arasında bile ekonomik temelli çekişmeler ve iç çatışmaların yaşandığı, basın yayın organlarında haber yapılmakta, tartışılmaktadır.

Etnik boyut ise, kapitalizmin emperyalist aşamasında çok kolay kaşınabilir hale gelmiştir.

Evet, insan insanıdır kurdu imiş, öğrendik. Öğrendik de, bazı sistemlerin ve inanç kökenli gibi satılan bazı organizasyonların insanın ve insanlığın kurdu olduğunu görüp, fark edip birbirimizi yemesek mi? 

BİRBİRİMİZİ YEMESEK Mİ?

Hani ne derler; akıllı insanlar başkalarının yaşamından, sıradan (akılsız) insanlar ise, kendi yaşamından ders alırlarmış ya!..

En yakın geçmişte, bizlere “ülkeyi kardeş kavgasından, kandan kurtardık” diyenlerin, 12 Eylül 1980 gecesi için “bizim oğlanlar başardı” diye birbirlerine müjde  verenlerin oyuncağı olduğunu anlasak… 

Ne dersiniz?

5

Bu yazıyı da okuyabilirsiniz

Çocukluk Çağımız Daha Güzeldi Sadi Geyik

Anı

Bir yanıt yazın