İşe Gidiyorum Yazı Dükkanı Ortak Öyküsü

İŞKUR’a başvuralı epey zaman geçmişti. Artık ümidimi kesmek üzereydim ki, telefonuma bir ileti geldi. Şu tarihde, şu yerde Demet Hanım’la görüşün yazıyordu. İşin ne olduğu belli değildi, benim de seçme şansım yoktu zaten. Ne iş olsa yaparım abi/abla durumundaydım. Sabahı zor ettim, iyi kötü rüyalar görerek… Metrobüsle yola çıktım, aklımda bin bir düşüncelerle. Ben iş ne olursa olsun kabul edecektim de, bakalım onlar beni kabul edecekler miydi?

Metrobüs her zaman ki gibi tıklım tıklım doluydu. Kulaklığımı takarak YouTube’dan moral motivasyon konuşması açtım. Her şey güzel olacaktı. Bir iş sahibi olup önüme bakacaktım. Belirtilen saatten yarım saat önce Demet hanımın ofisinin önünde oldum. Nas suresini okuyup bütün totemlerimi yapıp görüşme saatini beklemeye başladım.

Adım İmdat. Bir önceki iş görüşmemde İngilizce bilgimi ölçmek için sordukları;
-What is your name, sorusunu;
-My name’s Help, diye yanıtladığım için elendim. Bu kez aynı hatayı yapmamak için kararlıyım.

Acaba nasıl biriydi Demet Hanım? Bana ne iş yaptırmayı düşünüyordu? İyi geçecek mi görüşme? Kafamda bu düşüncelerle beklemeye başladım. İşe çok ihtiyacım vardı. Daha doğrusu bu işten veya herhangi bir işten kazanacağım paraya çok ihtiyacım vardı. Kimin yoktu ki? İşsizliğin en önemli sorun olduğu, ekonominin freni boşalmış kamyon gibi uçuruma doğru gittiği bu ülkede… Beslenme, barınma, ısınma gibi en gerekli ihtiyaçların karşılanması bile çok zordu. Zordu çünkü pahalıydı. Hele benim gibi işi olmayan biri için imkansızdı.

Eski işimde müdür sekreteriydim. Fotokopi odası giriş katında, müdürümün ve benim odalarımız dördüncü kattaydı. Binada asansör yoktu. Ben de eskisi kadar genç değilim artık. 52 yaşımı doldurdum bu yıl. Her gün sayısız kere çıkıp inmekten dizlerim ağrımaya başlamış, ameliyat gerekince işten çıkarılmıştım.

Ne kadar yorulacak olsam da bu işi yapacaktım. Demet Hanım bana, yaşıma ve sağlık durumuma bakarak, biraz da acıyarak, bürodaki elemanların istediklerini yapmamı söyledi. Kimine çay, kahve verecektim, kiminin yazdığı yazıları düzenleyecektim, kiminin masasını temizleyecektim. Emekliliği hak etmiştim ama yaşı bekliyordum. Kızın üniversite parasını denkleştirmem gerekiyordu. İlk günler yorulmama karşın, alışmaya başladım işime… İnsanlar iyiydi. Çay getirmem gereken kişi, yorulmayayım diye kendi çayını alıyor, bana da getiriyordu. Daha şimdiye kadar yazı düzenlememiştim. Çay elemanının bir dil uzmanı olacağını kim tahmin ederdi ki! Masa temizleme işi de masanın sahibindeydi, evrakları karışsın istemiyordu. Tek sıkıntım işe gidip gelirken metrobüste yorulmamdı, orada da çoğunlukla yer veriyorlardı.

Olsun, artık bir işim vardı. Zihnimdeki çaresizlikten kurutulmuş hesap, kitap, ödeme planları yapmaya başladım. Bu da bir adımdı benim için. Akşam işten çıktıktan sonra markete uğrayıp alış veriş yaptım. Hava iyice soğumuş, karanlık olmuştu. Elindeki poşetlerle olabildiğince hızlı adımlarla yürümeye devam ediyordum. Tam evin sokağını dönecektim ki… Son hatırladığım karşıdan gelen arabanın ışıkları ve rüzgarı. Gözümü açtığımda hastane odasında, acılar içinde yatıyordum.

Dayanılmaz ağrılar ve sargılar içindeydim. Ayağımı oynatayım, dedim. Hafifçe oynatmama karşın ağrı çok fazlaydı. Bacağım alçıdaydı. Ayrıca kolumda, belimde, yüzümde yara bereler, şişlikler, morluklar vardı. Kolumda serum takılıydı. Durumumu kavramam uzun sürdü. En son gördüğüm araba farını ve rüzgarını hatırladım.. Düştüğümü, hastaneye nasıl getirildiğimi anımsamıyordum. Başımda bir doktor ve bir polis duruyordu. Polis tam ağzını açacaktı ki, doktor atıldı.
-Geçmiş olsun. Arabanın yan aynası çarpmış, sizi yere savurmuş. Neyse ki şoför de sizi fark edince direksiyonu kırmış. Ayna çarpmış sadece. Eğer arabanın altında kalsaydınız, durumunuz çok trajik olabilirdi. Bacağınızda kırık var, onu alçıya aldık.

Ben ağlamaya başladım. Zar zor bir iş bulabilmiştim. Bütçeyi belki biraz düzeltecektim. Ayrıca bu bacakla, evde de bir iş goremezdim. Neden, dedim. Neden ben ve neden şimdi? Koskoca kamyonet beni neden görmemişti? Peki, ben köşeyi neden böyle dikkatsizce dönmüştüm? Allah’ım, şimdi ne olacaktı?

Ben ağlayıp dururken polis sorguya başladı. Adımı, soy adımı, diğer kimlik bilgilerimi, ben ağlarken öğrenmeye çalıştı.Kimlere haber vereceğini ve onların telefon numaralarını sordu. En sonunda da, en vurucu soruyu sordu: Sana çarpan aracın şoförü şu an gözaltında. Şikayetçi misin? Elbette, dedim. Elbette şikayetçiyim.

Koğuşumdaki diğer hasta olan yaşlı kadın, gözlerimin önünde, şaşkın bakışlarıma aldırmadan çantasını alıp bana ters dönerek oturdu. Ona göre hırsızdım, çantasını benden korumaya çalışıyor gibiydi. Acımı unutmuş meraklı bakışlarımı dikmiştim ona. Yaşlı kadının elindeki küçücük ayna dikkatimi çekti. Ne yapıyordu bu kadın? Pencerenin ışığına doğru döndüğünü gördüm. Buruşuk dudaklarını koyu renk rujla boyamaya başladı.

Sonra çantasından ıslak mendil çıkardı. Elini defalarca sert hareketlerle silerken öfkeli bakışları bendeydi. Yenisini çıkardı, üstünü başını aynı sertlikle siliyordu. Arada bana iğrenç yaratıkmışım gibi kaçamak bakışlarla bakıyor, küfür eder gibi kıpır kıpır dudaklarıyla anlamadığım bir şeyler fısıldıyordu. O an ben tam anlamıyla pisliktim. Odaya girer girmez etrafa mikrop saçmışım gibi… Çattık, dedim içimden.
Ayağımın biri alçıya alınmıştı. Hemşireye biraz da korkarak, bu kadınla aynı odada kalmak istemediğimi söyledim. Maalesef onu koyabilecekleri başka oda yokmuş.

Ertesi gün çalıştığım yeni işimden bir kişiyle beraber gelen kızımı görünce dünyalar benim olmuştu. Sevincim, yaşlı kadını yeniden temizlik eyleminin içine çekmiş, hızla üstünü başını silmeye başlamıştı. Bir taraftan söyleniyordu. “Hırsız bu, hırsız. Çantamı çalacak benim. İstemiyorum, götürün, polise verin onu!” Kızım gibi beni çok tanımayan yeni iş arkadaşım da şaşırmıştı. Hemşire imdadıma yetişti Allah’tan. Onu kimse istemiyor, mecburen burada katlanacağız. Zararsızdır, merak etmeyin” dedi.

Yeni iş yerimden geldiğini söyleyen kişi, Demet hanımın yardımcısı imiş. Geçmiş olsun dileklerini sunduktan sonra, bu kazanın benim ve kendileri için çok büyük bir şanssızlık olduğunu, ilk günüm olduğu için sigorta girişimin yapılmadığını, bu durumda benim iyileşmemi bekleyemeyeceklerini belirtti. Kızımın eline bir miktar para sıkıştırıp arkasına bakmadan odadan çıktı. Şansımı seveyim. Bıraktığı para, eve on beş gün ancak yeter.

Adamın bıraktığı paradan cep harçlığı alıp kalanı kızıma verip eve gönderdim. Kızım gittikten sonra kara kara düşünmeye başladım. Bu arada yanımdaki teyze;
-Ben bileti alırken bayan yanı demiştim, bu herifi yanıma kim yatırdı, diye ortalığı yıkıyordu.

-Oğlum İmdat, yine dört ayak üstüne düşüp dördünü birden kırdın. Pişmiş tavuk senden şanslıdır. Allahım, benim ne suçum günahım var? Dün işsizdim, bugün de işsizim. Tek fark kırılan bacağım.

Biraz sonra çizgili pijama giymiş bir çocuk girdi odaya.
-Abi, geçmiş olsun, dedi.
-Sağ ol, dedim, sen kimsin?
-Abi, ben yan koğuşta yatıyorum. Yarın bir gün seni çıkartırlar. Alçına bir imza atabilir miyim? Ben her alçıya imza bırakıyorum da…
-E, bir yararını gördün mü?
-Yok abi. Ama alçılara ismimi yazıp imzamı atmazsam, gözüme uyku girmiyor.
Daha sözünü tamamlamadan hemşire hışımla içeri girdi.
-Hah, bir sen eksiktin Bünyamin. Sen de geldin şenlik tam oldu. Çık dışarı çabuk!
Bünyamin kendisini hızla dışarı atarken bir yandan bana kaş göz işaretleri yapıyor, dilinin ucunda fısıltyla;
-Akşam uğrarım abi, demeye çalışıyordu.

O yattığım oda acil servisin gözlem odasıymış meğer. Polise de şikayetçi olduğumu söyleyip yakınlarım gelince beni ortopedi servisine yatırmaya karar verdiler. Şansıma bakın ki, o serviste tadilat olduğundan beni genel cerrahide ortopedi hastalarının olduğu altı kişilik bir odaya götürdüler. Aman Allah’ım! Atı kişi yatıyor. Her birinin yanında da bir kişi refakat ediyordu. Öyle ya, her birinin bir yerinde alçı var. Çoğunun kol ve bacağı alçılı. Biri de belinden ameliyat olmuş. Dümdüz yatıyor. Sana da bir refakatçi lazım, dediler. Ben de erkek yeğenimi çağırdım. Sağ olsun, geldi. Bu arada o gün kandilmiş. Bana çarpan kamyonetin şoförünün yakınları, bizimkilerle iletişime geçmişler. Aman şikayetini geri alsın, hastane masraflarını biz ödeyelim. Kamyonet şirketinde bizimkini de işten çıkarırlar, diyerek eşimi ve çocukları biraz da yumuşatmışlar. Onlar da geldi mi, hep beraber bizimkilerle.

Kandilin mübarek olsun abi, diye kimi elimi öpüyor, kimi yastığımı düzeltiyor. Oldu mu hastane odası, stadyum gibi. Saime hemşire, tam o anda yetişti imdadıma. Boşaltın odayı, diye bağırınca kapabalık dışarı kaçıştı. Benim her yerimde kandiller yanıyor. Çişim gelmiş, ne yapacağım, diye düşünmekteyim. Bizimkilere; ben şikayetçiyim, siz ne yaparsanız yapın, dedim ama canımın yandığından. Bir emekçinin daha, bu yoklukta işsiz kalmasına da gönlüm çok razı da değildi. Yeğenime usulca çiş durumunu söyledim. Garibim her gün alçılı hasta mı bakıyor? Sordu koğuştakilere. Ördek denen bir alete yapılıyormuş, örtünün altından. Bir hastadan emanet aldık. Eve haber verip ördek siparişimizi de yaptık. Masraflar başladı.

Bünyamin de iz sürerek bulmuş mu yeni koğuşu… Yeğenim ördeği dökmeye gidince geldi elinde kalemle. İmza da, imza diyor. Ben; Allahım nedir bu halim, kıvamındayım. Saime hemsireyi kızdırmak istemiyorum. Çocuğun bu masum isteğine, nasıl karşı duracağımı da bilemiyorum.
-Yavrum, bir bak bakalım. Ben eğilip bakamıyorum. Belimde bir ıslaklık var.
-Abi, bir tane yaprak sarma sıkışmış. İznin olursa yiyebilir miyim?
-Ye, ye. Bir de kağıt mendil bul da sil bari etimi.
-Abi, atayım mı artık imzayı.
-Dur, bakalım. Şimdi hemşireyi karşımıza almayalım. Ben bir eşref saatine getirip konuşurum, senin için.

Yanıma oturdu Bünyamin başladı imza attığı alçıların hastalarıyla ilgili anılar anlatmaya.
-Abi bu alçılar var ya en az 1 ay kalacak. Bir kaç gün sonra röntgen çekilecek sen dua et doğru tutturulmuş olsun. Bu alçıyı yeniden kesip çıkarıyorlar. İnanır mısın, kısa bir işlem diye bağırtarak, yeniden alçıya alıyorlar. Daha kötüyse, haydii ameliyata. Biz burada neler gördük neler. Ama belki sana olmaz bunlar. Dayanıklı ol abim. Hatta birini ameliyata aldılar, anestezi de uyum olmamış genç adam öldü gitti. Ne diyelim işte ecel gelmişse anestezi de bahane.
Bünyamin konuşurken, bacağıma kramplar giriyorkalbim tekliyordu.
-Bünyamin oğlum yeter da, at şu imzayı da  toz ol, dedim.
-Olur abi bak, nasıl uğur getirecek çabucak iyileşeceksin.
Attı imzayı, zafer kazanmış savaşçı edasıyla çıktı gitti.

Saime hemşire çok kızacaktı. Uyuyor numarası yapmalıydım, o geldiğinde. İzin verdim diye, bana ne kızacaktı hemşire. Nerdeyse kriz geçiriyordum…
Numara yapayım derken gerçekten uyumuştum. Rüyamda ameliyattaydım. Doktorlar çok telaşlıydı.
-Olmuyor İmdat’ı kurtaramıyoruz, diye birbirleriyle konuşuyorlardı. Kımıldamadan yatıyordum. İstesem de hareket edemiyordum. Öldüm sanıyorum, burnumda nefis bir helva kokusu. Gözlerimden yaşlar akıyor, helvamı da yapmışlar, diye düşünürken yeğenimin sesiyle irkiliyorum.
-Dayı haydi uyan bak kandil helvası göndermiş yengem.

Gözlerimi açtığımda, yaşıyordum, ölmemiştim. Yeğenim mis gibi kokan helvayla karşımdaydı.
Bünyamin’i kendimden uzak tutmalıydım. Kâbuslarımın nedeni oydu…

Böyle uyur uyanık, ördek, kâbus, acılarla sabah oldu. Asıl kâbusu yaşayan yeğenim olmuştu. Refakatçilere yatak yoktu. Bir sandalye bulabilen şanslı sayılırdı. Kimi refakatçiler hastasının yanına uzanıyordu. Ama şansa bak ki, ben de, yeğenimde iri yarıydık. Bilim, genetik diyor. Ben bilime inanırım. Biraz önce gelen helvanın hepsini bitirmemizin bununla ilgisi yoktur. Zavallı yeğen sabaha kadar uyumadığı gibi, refakatçileri uyuyanların da ördeğini tuttu, hayrına. Tam kahvaltı geldi, çay tiryakisi olan yeğenim sevindi ki;
-Aman yeğen, dedim. Bu sefer ördek olmaz. Şuradan bir tekerlekli sandalye kap gel . Beni bir tuvalete götür. Yeğenimin ilk defa, sinirden ellerini karyolaya vurduğunu gördüm.
-Vay be, bu tiryakilik ne zormuş, dedim. Aman yeğen, yengene telefon et. Gelirken bir termos çay getirsin.

Neyse, termos vaadim etkili oldu. Yeğen arabayı buldu, geldi. Bünyamin de damladı, tabii. Arabaya ben de bineceğim diye tutturdu. Ah, Saime hemşire, neredesin, demeye kalmadı. Başka bir hemşire hanım geldi. Bu defa da, beni o kurtardı. Bünyamin onu görünce topukladı. Giderken de; bu Selma hemşire Saime abladan fenadır ha, sakın imzayı gösterme, demez mi?

İmza da, ne imza mübarek, doktor reçetesi gibi hiç okunmuyor. Selma hemşire içeri girdi, herkes dışarı. Doktor geldi, muayene var, refakatçiler dışarı, denildi. Refakatçiler yorgun… Kiminin gözleri kızarmış, kiminin beli tutulmuş, kimi çok acıkmış.. Bir an önce taburcu etse de eve gitsek, demeye kalmadı, doktor muayenesi sona erdi.

Doktor beni taburcu etti.
– İster bir ay, ister otuz gün sonra gel. Alçıyı çıkartalım.

Yattığım yerden bütün gün TV izliyordum. Markete gitmeyi özledim. Sağ olsun Facebook’dan arkadaşların bazıları, geçmiş olsun mesajı attı. Çocukluk, gençlik arkadaşlarımdan iki kişi telefon etti etti. Mesaj atmayan, atamayan arkadaşları Facebook arkadaşlığından çıkartım. Onlar hasta olunca, bende onları aramıyacağım, oh olsun.

Oh be, biraz rahatladım.

Bütün gün yatıp TV izleyip Facebook’tan yazışmamdan eşim Yeter kuşkulanmaya başladı. Sanki başka bir şey yapma şansım vardı. TV’deki aynı pideciye kaçan iki eltiyi seyretmek çok hoş oluyordu. Akşamları Sörvayvır’a bakıp onlarla aç kalıyordum. Eşime çaktırmadan bayan yarışmacılara oy kullandım. Yazık kızlara, aç perişan bir halde yaşamaya çalışıyorlar. Allah özene bözene yaratmış. Daha önce, bunlara niye bakmayıp kahveye gitmişim, hiç anlamadım. Cillop gibi hatunlar, koca aramaya TV ye çıkıyorlar. Yeğenim Bünyamin’le, onları çekiştiriyoruz.

Eşim Yeter, benim bu yarışmacı kızlara oy kullanma mesajımı telefondan görmüş.
-Biz kısıtlı olanaklarla sana iyi bakmaya çalışırken, mesaj çekmek ne oluyor ki, diye çok kızdı, odamı değiştirdi. TV olmayan odaya alındım, telefonumu da aldı. Arayan olursa, ben getiririm telefonunu, dedi. Baş ucuma kitaplar ve bulmaca dergileri getirdi. Ayrıca boş bir defter ve kalem.
-Oku, yaz, bulmaca çöz,  iyileşmene yardımcı olur. TV yalnızca haberler için var artık.
Çok akıllı bu kadınlar… Çaresiz kabullendim. Yeğenim de evine gitti. Kaldım Yeter’le başbaşa. Artık ne derse uymak zorundayım… Ee, kendimiz arandık.

Yatıp bulmaca çözüp kitap okurken, askerlik anılarım geldi aklıma. Askerden gelince soy adımı değiştirip, Aferin, yapmıştım.
Ya insanın, Yalama diye, soy adı mı olur? Ne çekmiştim askerde. Eşimin adı da tesadüfen öyle denk geldi. Ailesinin 8. çocuğuymuş. Ben de 9. çocuktum.
Düşünüyorum da, Allah kurtarmış bizi…

Kitap, bulmaca, anılar derken geçmiş film şeridi gibi zihninden geçiyordu. Kapının zil sesi ile kendime geldim. Pencereye döndüm, hava kararmak üzereydi. Vakit bir hayli ilerlemiş olmalıydı. Eşimin, hayatım misafirlerimiz geldi, sözü üzerine; komşumuz Ârif bey ve hanımı kapıda görüldü.
-Efendim, geçmiş olsun, acil şifalar diliyorum, diyerek Ârif bey ve hanımı Nuriye hanım içeri girdiler.
Ben de, yatağımın yanındaki sandalyeleri göstererek buyur ettim. Benim sağlığım üzerinden sohbete başladık. Devamında gündem, ekonomik sıkıntılarla sohbetimiz ilerlerken Arif bey;
-Sizin Osmanlıca bildiğinizi duymuştum, yeni çalıştığım bir araştırma için sizin desteğinize çok ihtiyacım var, çeviri konusunda. Hem bu sürede vakit geçirir, hem evin masrafları için gelir sağlamış olursunuz, diyerek elindeki dosyayı bana uzattı.
-Tabii ki, elimden ne geliyorsa yardım ederim Arif bey. Paranın lafı mı olur, komşuyuz şunun şurasında.
Arif bey;
-Olmaz öyle şey, bu iş emek isteyen bir iş. Öyle hatırla olmaz. Emek en büyük değerdir. Mutlaka karşılığı olmalıdır. İşte o zaman gerçek anlamını bulur”, dedi. Siz çevirin, devamı da gelecek, diye ekledi.
Ne kadar itiraz etsem de, kabul etmedi.
-Şimdi bize müsaade, hasta ziyareti kısa olur, efendim. Tekrar geçmiş olsun, acil şifalar diliyoruz, diyerek odadan çıktılar.

Hastaneden çıkmak bana iyi geldi biraz çünkü komşu ve arkadaşlarımın beni evde ziyaretleri daha kolaydı. Hem gelirken birşeyler getirme âdetleri bitmemişti komşular arasında. Yalnız Arif Bey’in tercüme için bıraktığı dosyayı açmaya fırsat bulamıyorum.

Gelenlerin getirdiği kolonya, bisküvi, meyveler mahalle bakkalının raflarını andırıyordu.
İki ev aşağıdaki komşularımız Bülbül Ethem ve eşi Şaziment hanım bir kase “paça çorbası” ile geldiler. İyi dileklerinden sonra, Şaziment hanım paça çorbasının kırık ameliyatlarına nasıl iyi geldiğini soluksuz anlatırken konudan konuya atlıyor. Ethem bey hiç konuşmuyor zaten karısından sıra gelmiyor konuşmasına. Karısının kapanmayan çenesinden dolayı bülbül Ethem koymuşlar adını.

Artık içime baygınlık gelirken kalktılar. Bizim Yeter hanım da demez mi; otursaydınız komşum! Hanım beni tuvalete götür diyerek onların gitmesine yardımcı oldum.

Tam onlar çıkarken, arka mahallede oturan okul arkadaşım felaket Zikri geldi. Beni koltuk değnekleriyle görünce “aaboouvv İmdat ne olmuşsun sen yahu, bir deri bir kemik, vah vah kıyamam sana arkadaşım. Aman yenge İmdat abime iyi bak. İzmir’de bir akrabamız vardı, O’na da motor çarpmıştı da, ameliyattan sonra evde yatarken küttedek öldü vallahi”

Adamın adını koyan boşuna dememiş felaket Zikri diye. Eşim çıkıştı Zikri’ye, ağzını hayıra aç Zikri, diye. Abla ben gördüğümü söyledim yanlış anlamayın,  Allah korusun, biraz mandalin aldım İmdat kardeşime. Yardım edeyim yatağına yatarken dese de hanım ona elletmedi beni !
O konuşuyor da, ben dinlemiyorum ki. Zil çalınca iyileşmiş gibi sevindim gelenlere çünkü felaket Zikri müsaade istedi.
Gelenler köşedeki mahalle bakkalımız Cavit bey ve eşi. Cavit bey konuşmasını bilen saygılı bir insan, Zikri’den sonra iyi geldi.

Osmanlıca bilmek sadece eski yazı bilmek değildir. İçinde bolca Arapça, Farsça sözcükler, tamlamalar bulunan Türkçe ile karışık ağdalı bir çorbadır, Osmanlıca. Dil Tarih’te okurken babamın aldığı Osmanlıca-Türkçe sözlük sandığın dibinden bulundu. Hanım çok sevinçli. Ayy, İmdat, ilk defa senin bildiğin bir şeyin para getirdiğini göreceğiz nasipse. Lüzumsuz işler bakanı gibi, kimsenin bilmediği şeyleri bilirsin. Sonra gidip ofislerde çaycılık işi ararsın. Ahh, ah! Ben de üniversite mezunu diye aldandıydım sana.

Yatağın arkasına yastıkları yerleştirip çalışma ortamını oluşturduk. Bacağımın ağrısı ince ince vursa da, çalışırken unuturum. Eşim bana çok hizmet ediyor. Ahh, canına yandığımın dünyası. Para, sen ne biçim büyülü bir varlıksın. Eşim, çalışmaya başlarken yanağıma ufak bir öpücük bile kondurdu.
İlkin kitabın adını çevirdim. Dersaadet’in Gizemli Yeraltı Dünyası…
Yazar ismi takma isim olmalı. Müseccel Deli. Yani deliliği tescil edilmiş, raporlu deli gibi bir anlamı var.

Uzun bir aradan sonra Osmanlıca çevirmek, benim de tozlanmış zihin yollarının tozunu almak gibiydi. Ruhen, zihnen hafifliyor içimde ki karanlık kuytular bir bir aydınlanıyordu. Sanki yağmurdan sonra ki pırıl pırıl bir havanın huzuru vardı evimizde. Çok çalışıyor, dosyayı bir an önce teslim etmek istiyordum. Geceleri bile uyanıp devam ediyordum. Sonunda, Arif Bey’in getirdiği ilk dosyayı bitirdim. Tekrar tekrar kontrollerini yaptım. Dosya hazırdı. Üzerimden büyük bir yük kalkmış, içimde huzur ve heyecanla karışık bir duyguyla akşamın olmasını bekliyordum. Aklımdan geçen bir yığın sorulara yön ve yol vererek…

İlk bölümden çok etkilenmiştim. Yazar, Yerebatan sarayının yakınında bir evin altından yola çıkıp, Mısır Çarşısı’nın yakınındaki bir mescidin altına çıkan bir yeraltı tünelinden söz ediyor, bu tünelin çıkış noktasına yakın bir noktada yaklaşık 50 000 düka(Venedik altını) hazine gömülü olduğunu söylüyordu.

Beni 50 000 düka değil de, ilk bölüme kaç para ödeneceği ilgilendiriyordu. Acaba kitabın bitmesini mi bekleyeceklerdi yoksa bölümleri çevirdikçe parça parça verirler miydi? Bugün arkadaşım gelir de, ne bileyim 500 lira verirse, evde ne havam olurdu ama. Ayağımı kırdığıma bile sevinebilirdim.

Nedense bekleyince vakit geçmiyor, dakikalar saat gibi uzuyordu. Bitirdiğim bölümü tekrar tekrar kontrol ederken, arkama yaslandım.
Gözlerimi kapattım. Dalmışım. Tüneller, yollar, çarşılar çok iyi bildiğim bu semtin, yeraltında bir madenci gibi ilerlemeye çalışıyordum. Ne bulacağımdan ne olacağından habersiz. Bazen gözlüyor, bazen yolumu kaybedip bir çıkmaza yöneliyor, bazen de dört yolun birleştiği noktada, kala kalıyordum. Zihnimde haritalar çiziliyor, hedefler belirtiyordu. Biraz aşağı, biraz daha evet evet biraz daha aşağıya in. Çok güzel, tam üzerindesin diye sayıklarken, eşimin çığlık atışı ile uyandım.

Ben 50.000 dükanın şemasını da ayağımdaki alçıya Osmanlıca yazılarla yazarak çizmiştim. Daha gizemli oldu. Hatta nazar şifa duası yazdım diyerek, merak uyandırdım. Kolayca inandılar, hatta ayağıma dua eden bile oldu… 

“Ayinede gördükçe kaçan haste nigâhın, lûtf eyle tabibâ men-i bimârı unutma.”
Yani:
“Aynada hasta gözlerini her görüşünde, ey derdimin doktoru, merhamet et ben hastayı da unutma.”
Baş ucuma da bu çeviriyi yazıp duvara astım. Yattığım yerden emekle para kazanacaktım. Biraz duygusal sömürü yapabilirdim…

Akşam Arif Bey geldi, elinde Osmanlıca-Türkçe bir sözlükle. Bu sözlük işine yarayabilir, eğer çevirin beğenilirse, devamlı bir işin de olabilir dedi. Eşim bir çığlık attı ve sözlüğü Arif Beyin elinden alarak, hemen yüksek bir yere koydu, gelen giden çocuklardan korumak için. Ama sözlük benden de uzak olmuştu, bakışımdan anlayan Yeter, ben hep senin yanındayım, dedi bakışlarıyla. Arif Bey’in getirdiği sözlük okuldayken alınan baba yadigarı sözlüğümden çok farklıydı. Öyle bir sözlük bile benim için servet değerindeydi. Paraya kıymışlardı anlaşılan. Zaten ilk kuşkular da, bu şahane sözlükle birlikte yerleştiler beynime.

Bu arada Arif Bey, ilk bölümün çevirilerini inceliyordu, sonra cık cık demeye başladı. Bir nokta yanlışı yapmıştım ve 5.000 düka yerine 50.000 düka yanlışı yaptığımı söylüyordu, üzülerek. Ben ilk paramı beklerken, Arif Bey yazıların hepsine yeniden bakmalısın, dedi bana. Daha bu ilk çevirin, kim bilir ne yanlışlar yaptın daha, derken benim alçılı ayağım kaşınmaya başlamıştı içten içten. Yeter’in yüzüne bakmaya cesaret bile edemiyordum en azından şimdilik.

İyi de, o kadar iyi biliyorsan, neden kendin yapmıyorsun çeviriyi, diye geçirdim içimden.
Sanki içinden geçeni duymuş gibi:
-Benim Osmanlıca bilim yalnızca sayılar ve bir kaç tarih çözme ile sınırlıdır. Dil işi böyledir, azizim. Nankördür, bir süre uzaklaştığında hemen paslanırsın. Çok da sorun edilecek bir durum yok, diyerek beni avuttu.

Olmayan Düka, 5000 olsa ne olur, 50 000 olsa ne olur? 45 000 Düka için kalbimi kırmaya değer miydi? 45 000 Düka’ya değişti adam beni. Hayır, olsa dükkan senin, diyeceğim de…
Arif bey gittikten sonra Yeter beni fırçalamaya girişti.
-Bir Osmanlıca’yı bile beceremiyorsun. O işe yarama, bu işe yarama. Ne işe yararsın sen?
-Çocuğun önünde bari yapma Yeter
-Ne yapmayacağım be. Bilsin o da babasının ne sümsük olduğunu.

Başımdan aşağıya kaynar sular dökülüyordu. Ah ah, evlendiğim o yumuşak başlı, iyi huylu kızın içinden bu cadaloz nasıl çıkmıştı?
-Beni sen delirttin, İmdat. Hiç konuşma. Saçımı süpürge ettim, yıllarımı harcadım ben sana.
-Eyvah, Yeter süpürgeye bağlandıysa en az bir saat sürer. Allah’ım, ayak da alçıda, bir yere de kaçacak halim yok.

Tam o sırada kapı çaldı. Kapıdan Arif beyin sesini duyuyordum.
-Yeter hanım, yaşlandım, unutkanlık arttı iyice. Çıktım, yolda giderken, ben bir şey unuttum, ben bir şey unuttum, diyorum. Yarı yolda jetonum düştü. Yayınevi editörlük için İmdat beye avans göndermişti. Vermeyi unutmadan gitmişim. Buyurun İmdat Bey’in 500 lirası.

İçeriden hiç gürültü gelmiyor on dakikadır. Yeter nerede acaba? Hiç sesi çıkmadı. Kızgınlığı geçmiş midir?

Yeter hanım yemek yapmaya başlamış, yemek yaparken de bütün kızgınlığı geçmişti. Peşin parayı bulunca mutfakta şarkı söylemeye başlamıştı bizim hanım. İçeriden mis gibi yemek kokuları geliyordu. Kokuları duydukça daha çok acıkıyordum.

Melek gibidir, benim eşim. Ama ne yapsın? Evlendik evleneli doğru dürüst bir gün mü gördü? Beni öğüten hayat onu ayrı tutacak değildi ya. Çocuğumuza süt verememişti. Gıda eksilkliğinden kaynaklandığına eminim. Ben de süt alamıyordum çocuğa. O çocuk ne ile beslendi, nasıl büyüdü, haberim bile olmadı. Daha ne olsun?

Hanım bana ne kadar bağırsa da, benim sakin olmam lazım. Parasızken de, bize ne güzel bakıyordu. Kızsa da, sinirlense de eli hep üstümüzde. Şimdi gönlünü almam gerekiyor. Yanıma gelince neşesi yerinde olursa; Yeter’ciğim, bugünkü kazancın anısına ayağımdaki alçının en güzel yerine imza atar mısın, diyeceğim.

Aklıma çok güzel düşünce yerleşti. İyi olur olmaz eski bir Osmanlı mezarlığına gideceğim. Harf devrimi ile bir gecede dedemizin mezar taşını okuyamaz hale geldik, demiyorlar mıydı. Elimde büyük bir karton taşıyacağım. Kartonda, “Dedenizin Mezar Taşı İtina ile Okunur” yazacak. 10 liradan günde on mezar taşı okusam…

Ulan İmdat, yattığın yerden ellisinden sonra zengin olacaksın diyor, içimdeki şeytan.

Kızım:
-Harç parasının zamanı geldi, diyerek üzüntülü bir şekilde odaya girince hayal dünyasından gerçek dünyaya dönüş yaptım.
Bu para nasıl ödenecekti? Ne çabuk geliyordu, bu harç ödeme zamanları… Artık milli piyango, sayısal loto ya da başka sözde şans oyunu oynayıp para kazanma şansımız da birdenbire bitmişti. Arif Bey’in verdiği avans, zaten yok hükmündeydi. Çaresiz yastık altına baş vuracaktım…

Bende yastık altına başvurmak şöyle oluyordu. Uyurken yastığa başımı koymadan yastığı başımın üstüne kapatıyordum. Ev halkı bunu benim alışkanlığım olarak bilse de, ben aile bireylerinin soran gözlerinden, sitemli bakışlarından hatta Yeter’in fırçalarından kaçmanın yolunu böyle bulmuştum. İşte yine yastık altına başvurma, zamanım gelmişti. Hemen başımı yastığın altına sokup uyuyor numarasına geçtim.

Eşim Yeter başımın üstündeki yastığı çekiştirirken ben iki yanından iki elimle bastırıp yastığı kaptırmamak için direniyordum.
-Yeter artık. Bu yastık numaranı yıllardır yuttuğumuzu sanıyorsun. Kaç sen kaç, bakalım. Nereye kadar kaçabileceksin?

Biz yastık altı, üstü diye didişirken, telefonum çaldı. Arayan Arif bey. İçimden, hayırdır inşallah diyerek telefonu açtım. Arif bey rahatsız ettiği için özür dileyerek hemen konuya girdi.
-Üstadım, bizim genel müdürün bir ricası var, dedesinin dedesinden kalan çok değerli bir evrak varmış elinde. Osmanlıca yazılmış. Tapu olduğu tahmin ediliyor. Bu evrağın bu gece acilen Türkçe’ye çevrilmesi gerekiyor. Genel müdür iş için, yarın memleketine İzmir’e gidecek. Çok önemli. Bu evrak yarına yetişirse, dile bizden ne dilersen. Eli çok açıktır genel müdürün. Ne dersin? Geç oldu biliyorum ama, bu işi senin halledebileceğini, paraya ihtiyacın olduğunu hatta hastaneden yeni çıktığını söyledim ona. Tamam dersen, şoför hemen evrağı getirecek. Haber bekliyorlar. Ne dersin? Getirsin mi?
Nefes almadan dinliyordum Arif beyi. İçimden de işte bu. Kul sıkışınca hızır yetişir, dedikleri bu olsa gerek.
-Tamam Arif bey, sabaha kadar çalışır, gözümü kırpmadan bu işi hallederim. Siz merak etmeyin dedim.
Arif bey de, tamam, hemen haber veriyorum, şoför evrakları getirsin, görüşmek üzere”, deyip telefonu kapattı.

Ev halkı, benim olup biteni açıklamam için pür dikkat bekliyorlardı. Kızımın yüzüne bakarak, tamam kızım, tamam. Harç paran halloldu sayılır. Bu gece sabaha kadar bir çeviri yapacağım. Çok da iyi para verecekler, dememle birlikte herkes göbek atmaya, çığlık basmaya başladı. Birbirimizi öpüyor, sarılıyorduk. Sanki evde bayram havası yaşanıyordu.

Bir süre sonra araba kapıya yanaştı. Çevrilecek belgeyi getiren görevli kapıda eşime teslim etti.
Eşim;
– Hiç merak etmeyin. Yarın sabah en geç sekiz buçukta alabilirsiniz. Belgeniz en doğru biçimde çevrilecek.

Bak bak bak! Sanki çeviriyi hanım yapacak. Sanırsın benim satış müdürüm.

Evde televizyon kapatıldı. Oysa bu gece şeflerin eleme gecesiydi, öldürsen televizyon kapanmazdı. Hanım evde sıkıyönetim ilan etti. Çıt çıkmıyor. Meyve tabağım önümde, çayım yanımda. İtibarım tavan yaptı.

Bütün gece çeviri için uğraştım, Yeter yanımda gözcülük yapıyordu. Bu yüzden kaçamak yapıp, şeflerin eleme gecesine bile bakamadım, uyuklar gibi olunca elindeki şişle beni dürtüyordu. Sabaha karşı ben çeviriyi, o bana ördüğü kazağı bitirmiştik. Tam noktayı koyup, sözlüğü kapatırken, kapının zili çaldı, çeviriyi almaya geldi şoför. Elinde de bir zarf vardı, para zarfı yaşasın. Tabii Yeter benden önce davrandı, zarfı aldı. Harç parasını kızımıza verdi, geri kalan da bende kalacak, dedi. Sen parayı çarçur eder, simit falan ısmarlarsın herkese…

Bu gaz bana birkaç gün yeter. Birkaç gün yastık altı yok. Ama para kazanmanın tadını aldım ya, ilk bölümde geçen 5000 düka’lık hazine yeniden aklıma düştü. Gerçi yazar raporlu deli. İçin bir yandan raporlu delinin dediğine mi inanıyorsun, diyor; bir yandan da ya gerçekse… Ayağım iyileşsin ilk işim Yerebatan Sarayı’nın çevresindeki tarihi evleri kolaçan etmek olacak.

Gece uyumamamın etkisiyle 5000 düka düşleriyle uykuya dalmışım. Bir de pis huyum var. Uykumda konuşuyormuşum.
Uyandığımda Yeter başımda portakal sulu kahvaltı tepsisiyle dikiliyordu.
-İmdat’ım. Afiyetle ye, aşkım.
Ne oluyoruz lan? Öldüm falan mı, dedim içinden.
Yeter sırtıma yastıkları yerleştirdi. Beni bebek gibi elleriyle beslemeye başladı.
-Bir an önce iyileş de, şu beş bin altının peşine düşelim, kocacığım. Bak, talihimiz döndü. Osmanlıca meğer ne kadar faydalı bir dilmiş.

Kahvaltı bittikten sonra, eşim nefis bir kahve yanında lokum yüzünde tatlı bir tebessüm… Yatağın yanına oturdu. Gözlerinde huzur çiçeklerİ açmıştı. Yanaklarından kelebekler havalanıyor, dudaklarından bal damlıyordu. Ben de huzurluydum. Evimin, çocuklarımın ihtiyacını şu zor günümde yattığım yerden görebilmek, mutlulukların en büyüğü İdi benim için. İçimde tarifsiz bir huzur vardı. Sırtımdan dünyanın yükünü indirmiş, rahatlamıştım. Kahve neydi ki? Nasıl içilirdi acep? Hani kahve bahane dedikleri… Yıllardır hayat galesi… Ne hayatı, ne de birbirinizi yaşayamamıştık. Hep bir endişe, hep bir endişe…Sanki yaşamlarımızın önünde buharlı pencereler vardı da, biz mi göremiyorduk? Kim bilir? Böyle leziz bir kahveyi, güzel bir sohbet eşliğinde eşimle baş başa içmemiştik. Para sen nelere kadirsin… Şimdi daha iyi anlıyorum, Napolyon boşuna dememiş”para, para, para” diye.

Aslında para mıydı bu sohbetin güzelliği yoksa koşturmaktan hiç zaman bulamamak mıydı?  Her neyse ayağım kırık da olsa, işsiz değildim. Kazanıyordum,  Yeter de işe, maça arkadaşlarıyla buluşmaya gidemeyen eşiyle birlikte olmaktan mutluydu, belki de. Evet ya, severdi beni ve çocuklarını ne yokluklarımız oldu söylense de hep derleyip, toparlıyor bizleri. Bu paralardan da kesin bir köşeye saklardı.

Gece çevirisini yaptığım evrak çok değerli bir arsaydı. Hatta düka’lar orada olabilirdi. Çok gizli bilgilere ulaşıyordum. Deli der inanmazlardı. Şimdilik dosyalardan çeviri ücretimi alayım. İyileşince bakarız

Kahvemi içerken, Osmanlıca evrakların yıllarca saklı kalması gizlenmesi de, ilginç geldi. Devlet arşivlerine verilebilirdi. Bir tanıdık arazisinde bulduğu düka’ların değerini bilmemiş, o zamanlar sokaklarında “Eskicii” diye gezen kişiye çok ucuza satmıştı. Sonra çocukları kızınca adamı aramış bulamamışlardı. Nasıl zengin olmuştur kim  bilir… Ayrıca eski bir köydeki türbe restore edilirken, başındaki taşın altından çuvalla altın bulan vardı. Yaşlı insanlar anlatırdı bunları. Hazine aramak bir dönem ilginç bir meslek haline bile gelmişti.

Çeviri yaparken aklımdan düka’lar hiç çıkmıyordu. Alçımdaki Arapça harflerle yazdığım yazıya ve şemaya baktım. Başka bir deftere de not almıştım. Karalama notlarımı da saklıyordum. Aslında biraz da tarihe ilgiliydi düşündüklerim. Bulunsaydı ne olurdu ki, toprak altında işe yaramıyordu…

Öte yandan çevirdiğim tapunun yerinin Yerebatan Sarayı’nın çok yakınında olması da kafamı karıştırmıştı. Çevirdiğim bu kitapla tapu da birbiriyle bağlantılı olabilirdi. Aynı kişiden aynı zamanda aynı yerden söz eden iki Osmanlıca çevirinin gelmesi raslantı olamazdı. Çevirdiğim ikinci ve üçüncü bölümlerde daha da çok ayrıntıya ulaşmıştım. Benim çevirdiğim bilgiler bir gün sonra da Atif Bey’in patronunun eline geçiyordu tabii. Nasıl bir işin içine giriyorduk acaba? Burnuma kötü kokular geliyordu. Yeter ise tüm bunlardan habersiz olarak evliliğimizin en mutlu zamanlarını yaşıyordu. Yeter neşelendikçe benim neşem kaçıyordu. Ben 5000 düka’dan kolayca vazgeçerdim ama Yeter’in düş kırıklığı ile nasıl baş edeceğimi hiç bilmiyordum.Çevirilerle uğraşırken bir ay geçmişti bile.

Yeğenim Bünyamin’i çağırdım, birlikte alçıyı aldırmaya gittik. Çekilen röntgende kemiklerin doğru kaynadığı, bundan sonrasının kemiklerin eski güç ve dayanımına kaldığı ortaya çıktı. Böyle ağır bir kazayı bu kadar hafif atlatmak büyük şans…

Ben işi yavaşlatmıştım ama Arif Bey sürekli telefon edip, çeviriyi bir an önce bitirmemi istiyordu. Anlaşılan onun da kulağına kar suyu kaçmıştı. Bu sefer iş daha ciddiydi. Bir gece oturup, sürekli kahve içtim, uykum gelmesin diye. Zaten senenin en uzun gecesiydi ve çeviriyi bitirdim. Ancak, bazı sayfasını iki kez yazdım. İkincinin içeriğini biraz değiştirerek, yanlış bitirdim. Bu yanlış olanı Arif Beye verecektim. Yeter’e de durumu anlatınca, biraz korktu ve sen nasıl istiyorsan öyle yap dedi. İçgüdülerinin kuvvetli olduğunu biliyorum.

Arif Bey, çeviriyi almaya geldiğinde, yaptığım sahtekârlığın ortaya çıkmaması için, için için dua ediyordum. Farkına varmamaları için öyle bir senaryo yazmıştım ki, usta yazarlara taş çıkarmıştım!

Arif Bey, iyi ki karşıma değil yanı başıma oturmuştu. Elindeki defterin yapraklarını okuyup çevirdikçe alçısız ayağım titriyor, nefes almaktan korkuyordum. Zaman geçtikçe onun hiç bir şeyden anlamadığını hissettim. Bana psikolojik baskı yapmaya çalışıyordu. Daha bir rahatladım, arada sorduğu sorulara yanıt verirken pişkinliğime hayran kaldım. Kahve içme faslı bitmiş derken yemek saati gelmişti. Adam kalkmak bilmiyor, eşim kaş göz işareti yapıyor, yerinde duramıyordu. Yeter’in bir dışarı çıkması, bir içeri girmesi sinirimi bozuyordu. Yemek hazırla, derken içeri girmemesini işaret ettim. Bir daha içeri girmedi.

Arif Bey, bir çok kez sayfaları çevirmekten yorulmuş olmalı ki, elime bir tomar para sıkıştırıp kalktı. Yemeğe kalması için ısrar ettim, şükür kalmadı. Karşımda dikilerek, çeviride bir sorun olursa tekrar getireceğini, bu çeviriden kimseye bahsetmez isem daha çok iş alacağımı söyledi. Oh! Yattığım yerden para kazanaktım. İçim fıkır fıkırdı ama içimdeki tedirginlik geçmek bilmiyordu.

Artık eyleme geçme zamanımız gelmişti. Nihayet, Yeter’le birlikte bir sabah evden çıktık. Notlarımı da yanıma almıştım. Otobüs, vapur, yine otobüs derken Yarabatan sarnıcına vardık. Kapıda durup sağıma soluma bakındım. Tapudaki tarife göre cenubunda bu, şimalinde şu diye tanımlanan yapıları aradı gözüm. Sonunda günümüze ulaşan bir yapıyı denk düşürebildim. O yöne doğru yöneldik. Önüne arpa dökülen koyun gibi işaretleri yapıları izleye izleye sonunda Arnavut taşı döşeli eski bir sokağa girdik. Oradan biraz yürüyünce döndüğümüz sokak köşesinden eski bir evin önünde duran son model, lüks ve dev gibi bir otomobil gördük. Hani neredeyse şu devlet başkanlarının bindiği cinsten. Bu köhne sokakta bu arabanın ne işi olur, diye düşünürken evin kapısı açıldı. Kendimizi son anda yanımızdaki bakkalın ekmek dolabının arkasına atabildik.
Kapıdan önce takım elbiseli, korkunç yüzlü bir adam çıkmıştı. Arkadan da bizim Arif bey. Arabanın yanında dikilen koruma kapılarını açtı. İkisi de arka kapıdan arabaya bindiler. Koruma da öne binince araba hareket etti. Önünüzden geçen arabanın camları film kaplıydı, içi görünmüyordu. Yeter’le ikimiz iyice küçülüp dolabın arkasında kaybolduk. Can korkusu neler yaptırıyor. Yeter yıllardır bana böyle sarılmamıştı. Araba geçtikten sonra bile çözülmemiz zor oldu.

Aramızda biraz konuştuk. Buradan geri dönecek değildik. Adamların çıktığı eski evin kapısını bu kez biz çaldık.

Kapı bir süre bekledikten sonra yavaşça açıldı. Yaşlı bir kadın korkulu gözlerle bize bakıyordu. Sanırım adamların geri döndüğünü düşünmüştü. Eşarbının ucuyla göz yaşını silerken, titreyen bir sesle, buyrun, dedi.

Buyurduk, yaşlı teyze bizi bir odaya aldı. Zaten ev topu topu iki odaydı sanırım. Girdiğimiz odada 50 yaşlarında bir kadın yatıyordu. Yaşlı kadının kızı olmalıydı. Kendimizi nasıl tanıtacağımızı düşünürken, teyze, siz de mi evimizi almak istiyorsunuz dedi. Sizden önce evden çıkanlar ısrarla evimizi istiyorlar ama çok az para veriyorlar. Buradan çıkarsam kızıma  başka evde bakacak durumum yok ben de yaşlandım ve hastayım dedi. O zaman durumu anladım, bu evin altında hazine yatıyordu ve Arif Beyle yanındakiler yok fiyatına evi kapıp, hazineye konmak istiyorlardı. Her zamanki gibi kötü insanlar çıkar peşindeydi.

Hatta sizin önününüzden evden çıkanlar, burasını vakıf bürosu yapmak istediklerini söyleyip evimizin fiyatını düşürmemizi söylediler. Eğer ucuz satarsak, vakıf adına bize bir onur belgesi bile vereceklerini çok sevap işleyeceğimizi söylediler.

Demek, işin içine vakıf sosunu da sokup garibanların evini, yok pahasına almak istiyorlardı. Bu Arif beyler de az çakal değilmişler, diye düşündüm. Benim onlara bir oyun oynamam, az gerekiyordu. Acele ile bir şeyler düşünmem gerekecekti. Açıkça mafya ile karşı karşıyaydık. Bunlara gücümüz yeter miydi? 

Kimi kime şikayet edecektim ki? Herkes birlik olup, dört koldan eve ve hazineye, bir an önce sahip olmak istiyordu. Teyzeye durumu anlayacağı bir şekilde anlatmaya çalışırken, Yeter de bize çay yapıyordu. Canım karım ya, zor bir yolda olduğumuzu anlamış elinden geleni yapıyordu.

Teyzeye, her şeyi açık açık anlattıktan sonra, bir daha geldikleri zaman onları oyalaması gerektiğini söyledim. Örneğin gelininin bir kaç hafta daha kımıldamadan yatması gerektiğini, ondan sonra evi satabileceğini söylemesi, belki çözüm olurdu. Zaman kazanır, bu arada çeviride işaret edilen yeri kazabilirdim, olabildiğince sessiz. Bakalım başarabilecek miydim, bu ayakla. Aklıma bir an Bünyamin geldi ama onun elinden çok çenesi çalışırdı. Elimde bir tek, eşim Yeter vardı. Bu işin üstesinden birlikte gelecektik.

Artık bu aile ile ahiretlik olmuştuk. Çaydan sonra hemen bodrum katına indik. Teyze, rahmetlinin kazma, küreği olacaktı, diyerek yerini gösterdi. Odanın tabanı da beton değil toprak olarak kalmıştı. Kazmamız daha kolay olacaktı, ses de daha az çıkacaktı. Eşimle kazmaya başladık.

O günkü kazımızdan bir sonuç elde edemedik. Ertesi gün ve daha sonra da, kazıyı kesintisiz sürdürebilmek için o eski evde, bu aileyle birlikte kalmalıydık. Bunu teyzeye nasıl teklif edeceğimizi düşünürken, teyze bize teklif etti.
-Bu evde doğdum, bu evde büyüdüm. Çocuklarımı bu evde büyüttüm. Benim parada, pulda gözüm yok. Yeter ki bu evde öleyim, başka bir isteğim yok.

Aynı gece Yeter’i orada bırakarak, eve döndüm. Kızımız kendisini kollayabilecek yaştaydı. Ona biraz para bıraktım, gerekli giysileri, pijamaları, sabun, havlu vb. şeyleri bavula doldurarak uzun kampımız için eski eve geri döndüm. Yeter alış veriş yapmış ve o yorgun haliyle ortalığı nefis yemek kokularıyla doldurmuştu. Hep birlikte sofraya oturduk. Gerginliğimize karşın tek bir aile gibi mutluluk içinde yemeğimizi yedik.

Yemekten sonra teyzenin açtığı eski yatak odasında kar gibi çarşaflı yatakta deliksiz bir uykuya daldık.
Ondan sonraki günler de kazıyla geçti. Teyze ve kızı yalnızlıktan bunaldıkları için bu kazı serüveninin bitmesini hiç istemiyor, yıllar sonra kazandıkları yeni aileleri ile yaşamanın mutluluğunu yaşıyorlardı.

Bu arada Arif ve yanlarındaki mafyatik tipler teyzeyi bir kez daha yokladılar. Biz yan odada soluklarımızı tutmuş bir halde beklerken, teyze önceden kararlaştırdığımız gibi; gelinin bir süre daha yatması gerektiğini söyleyerek adamları atlattı.

Yeter ile ben hamlıktan kurtulmuş, iyi birer kazıcı olmuştuk. Parayı bulursak ne yapacağımızı hiç konuşmuyorduk ama yıllardır birbirimizi konuşmadan bile anlar hale geldiğimizden, aynı şeyleri düşündüğümüzden emindim. Bu yüzden ben bir şey söylemiyor, konuyu ilk Yeter’in açmasını bekliyordum.

Nihayet bir akşam zamanı kazmayı vurunca tok bir ses duyduk. Aman Allah’ım, yoksa aradığımızı bulmuş muyduk? Heyecanla ve ağır ağır iyice derine indim, kürekle biriken toprakları sağa sola dağıttım. Küreğin ucuna bir şey takıldı. Kömürlük oldukça karanlıktı, telefonumun ışığını yaktım ve gördüğüm şey beni hem korkuttu, hem de şaşkınlığa uğrattı.

Önümde bir insan iskeleti vardı. Dikkatli bakınca iskeletin altında bir sandık olduğu görünüyordu. Az da olsa yaptığım gürültü kesilince, Yeter merakla yanıma geldi ve birlikte sandığı süzdük. Sandık kilitliydi ama senelerin verdiği rutubetle demir yerleri paslanmıştı, o yüzden kolayca açtık. Gözümüzün önünde Bizanslardan kalma mücevherler, dükalar duruyordu.

Bulduklarımızı olduğu yerde bırakıp üst kata çıktık. Elimizi yüzümüzü yıkayıp, üstümüzü değiştirdik. Teyzeye altını bulduğumuzu bildirdik.
Aramızda konuşmasak da, ikimiz adına konuştuğunu bilerek Yeter söze girdi.
– Teyzeciğim, bu hazineyi biz bulsak da, bu eserler devletindir. Birlikte hem bu hazineyi devlete devredebileceğimiz, hem de sizi belalı adamlardan kurtarabileceğimiz bir plan yapmalıyız.

Teyzenin gözleri ışıdı.
-Yavrularım, günlerdir içim içimi yiyordu. Hem sizi kırmak istemedim, hem de bu paradan almak istemedim. Size kanım kaynamıştı, demek ne kadar haklıymışım.

Birbirimize sarılıp ağladık. Arif beylere gelin olarak tanıttığımız teyzenin kızı da yattığı yerde ağlıyordu.

Plan gereği Yeter ile polise gidip olayın başından başlayarak, hiç bir ayrıntıyı atlamadan bildiklerimizi anlattık. Başkomiser olayın karakolun boyutlarını anladığı anda, hem Emniyet Müdürlüğü’nden tarihi eser kaçakçılığı konusunda uzman olan müfettişler ve Müze Müdürlüğü yetkililerini karakola çağırdı. Müze Müdürlüğü ve Emniyet uzmanları ayrıntılı ifadelerimizi aldıktan sonra olayı devraldılar.

Bundan sonrası çorap söküğü gibi geldi. Polisler olayla ilişkimizi tümüyle gizli tuttukları için, gelişmeleri biz de tümTürkiye ile birlikte yazılı ve görsel basından izledik. Tarihi Eser Kaçakçılığı bölümü evde pusu kurarak suç örgütünü kıskıvrak yakalamışlardı. Hazine Müzeler Genel Müdürlüğü’ne teslim edilmiş, olay sonuçlanmıştı.
Bu serüven Yeter’le beni yakınlaştırmış, evliliğimizin ilk yıllarına döndürmüştü. Paramız yine yoktu ama ne gam. İçimizde görevini yapmış insanların huzuru vardı.

Yeter’im:
-Biz bize yeteriz, İmdat’ım. Bunca yıl nasıl yaslandıysak birbirimize, yine yaslanırız, deyince yıllar sonra eşime yeniden aşık olmuştum. Hem de bu kez, ilkinden daha şiddetle.

Bir gün kapımız çaldı. Açtığımızda devlet memuru olduğu belli olan kravat takmış iki kişi görmüştük. Salona buyur edip, çay ikram ettikten sonra çantalarından belgeler çıkardılar. Müzeler Genel Müdürlüğü’nden geliyorlardı. Bizden önce de teyze ile kızına uğramışlardı. Bulunan hazine paha biçilemez, değerdeydi. Ödül parası bize ve teyzeye paylaştırıldıktan sonra bile bizim için bir servet anlamına geliyordu.

-Yeter, dedim. Bu para bize ömrümüzün sonuna kadar yeter!
– Yetmez mi, fazla fazla yeter, dedi Yeter.

 

Bu haftaki öykümüzü kaleme alan yazarlarımız:

Nurcan Yüksel Öçal,  Tülay Demir,  Canan Alican Tekpınar, Ayşe Yılmaz,  Hüseyin Sert, Şehriban Tuğrul, Melahat Atlamaz, Suzan Kuyumcu,  Mehmet Sönmez, Şefika Keskin

4

Bu yazıyı da okuyabilirsiniz

Çocukluk Çağımız Daha Güzeldi Sadi Geyik

Anı

2 Yorumlar

  1. FEVZİYE ŞİMDİ

    Nefis bir öykü olmuş, katkıda bulunan tüm arkadaşlara teşekkürler. Kendimi öyle bir kaptırmıştım ki gerçek bir olayın içindeyim zannettim kendimi. Hepinizin emeğine sağlık.

    0
  2. Ciddi ciddi öykü olmuş. Bu iş romana kadar gider. Konuyu belirleyip birer bölüm yazarız. ? Herkesin eline sağlık.

    0

Bir cevap yazın