Kardelen’im Muazzez Özcan

KARDELENİM

Kardelen çiçeğini ayrı bir severim.

Bana göre en mücadeleci çiçektir onlar ve o narinliğinin içinde görülmeyen büyük bir azim ve güç saklıdır bu çiçeklerin. Kışın soğuğuna aldırmadan, mücadele ederek güneşi görebilmek için karların arasından çıkarırlar başlarını, bir de çiçek açarlar ya hani. Zarif, narin dokunmaya kıyamaz insan. Sanki dokunursan eriyip yok olacak karların arasından akıp gidecek gibidirler. Hep ayrı bir hayranlık duymuşumdur kardelenlere, çocukluğumdan beri. Köyümüzün birçok yerinde karşılaşırdım onlarla çocukluğumda. Tanışıklığımız çok eskidir ve hatırı çoktur bende. İşte benim de bir kardelenim oldu, büyük mücadelelerle tutundu yaşama, dört elle sarıldı ve bırakmadı, ilk göz ağrım, kardelenim.

Henüz yirmili yaşlarda ve hamileydim. Bu konuda çok cahil ve bilgisizdim. Henüz tanımadığım bir insanla evli olmaya bile alışamamışken bir de anne olacaktım. Ne evliliğe ne de anne olmaya hazır değildim. Eşim olan insanda hazır değildi bunlara. Evliliğimiz de çocuk sahibi olmamıza da kararı başkaları vermişti. İlk çocuk doğmadan korunmak sakıncalıymış ve eşimin kafasına bu bilgiler sürekli yüklendiği için dolaylı olarak her şeyimize başkaları karar veriyordu. Benim tayin yerim değişti ve ben yedi aylık hamile olduğum için uzun yolculuklar risk yaratıyordu. Doktor bunu söyleyince eşim görev yaptığım yere ilişkimi kesmek için gitti. Ama ben olmadan kesmemişler ya ben gidecekmişim ya da rapor götürmesi gerekiyormuş. Biz de rapor alabilmek için doktorlara gittik. Hastaneden alamadık, özel muayenehanelerine gidersek alabileceğimizi söylediler. Gittik, ücreti de ödedik ama rapor vermediler. Borcumuz neyse verelim diyoruz ama veremem deyip çıkıyorlar işin içinden. Ama yola çıkarsan kesinlikle bebeği düşürürsün, çok riskli diyorlar, rapor vermiyorlar. Sonradan öğrendik, rüşvet vermeyi becerememişiz, yasakmış, gizli vermek gerekiyormuş. Aslında biz açık açık teklif ettiğimiz için almamışlar. İsimleri içimde saklı, o zamanın tanınmış iki kadın doğum doktoru da aynı şeyi yaptı.

Eşimin görev yaptığı yerin İlçe Milli Eğitim Müdürlüğüne gittik. Epey kapıda bekledikten sonra bizi içeri aldılar. Koltuğunda oturan şişman, suratsız birisi vardı. Odada diğer koltuklarda oturan kadınlı erkekli bir grup daha vardı. Yüzümüze bakmadan, “ne istiyorsunuz?” dedi. Eşim “izin istediğini, benim eski görev yerine gidip ilişik keseceğimizi” söyledi. Başını kaldırıp yüzümüze bile bakmadan “hayır, eşin kendisi gidip gelebilir, senin gitmene gerek yok” dedi. Ben de “erken doğum riskim var, yol çok uzun, tek başıma gidemem” dedim. “Gidersin” dedi. Ne yapacağımı şaşırdım. O sırada odada bulunan bir kadın dayanamadı ve “hocam kadın bu haliyle nasıl yalnız gidecek, otobüste ya çocuk doğarsa ne yapacak?” diyerek söze karıştı. Orada bulunanlar da onayladılar ve “olur mu falan” diye serzenişte bulundular. Nihayet yüzümüze bakma zahmetini gösterdi müdür hazretleri ve şöyle tepeden baktı bana, ters ters. Dünyayı ben yarattım, ben ne dersem o olur havalarıyla. En küçük bir empati duygusu olmadan, sevgisiz, kibirli. Odadakilerin bütün gözleri üzerinde, mırıldanarak bir şeyler söyledi. Galiba o da bir şeyler bekliyordu ama oradakilere çaktırmak istemiyordu. Bunu sonradan anladım. O zamanlar bütün makamlarda oturanlar yapmaları gereken işleri bile bedavadan yapmıyorlarmış, zamanla öğrendik. Neyse zor zahmet izin kağıdını imzaladı. Hiç konuşmadı bizimle. Odadaki kadınlar sadece, “yanınıza doğum olursa diye, bir şeyler alın” dediler ve hayırlı yolculuklar dilediler. Ağlamak istiyordum. İçim isyanla doluydu. Haykırmak ve “siz nasıl insanlarsınız? “diye, o müdür olacak kişiye ağzıma geleni söylemek istiyordum. Ama sustum, içime gömdüm tüm başkaldırılarımı ve de isyanlarımı, yuttum.

Biz çaresiz, yirmi dört saatlik bir otobüs yolculuğuna çıkmak zorunda kaldık, ilişkimi kestik ve bir yirmi dört saatlik yolculuk daha yaparak yeni görev yerimize geldik. Tüm vücudum şişti, ayaklarımdaki sandaletler patladı. Perişan bir halde geldim. Hafta sonu olduğu için göreve başlama işini Pazartesi’ye bıraktık. Eski sınıftan eve dönüştürülmüş bir odaya yerleşmeye çalıştık. Ama ben iyi değildim. Halimi kimseye söyleyemedim. Okulun olduğu yerde hiç ev yoktu. Evler epey uzaktı. Sadece bitişiğimizde okulun hizmetlisi ve iki çocuğu ile karısı vardı. Ben göreve başlayıp daha sonra ailelerimizin yanına dönecektim, Doğumu orada yapacaktım. İki gün ben yine sürekli iş yaptım ve doğru dürüst dinlenemedim. Su kuyudan çekilip eve taşınıyordu. Hiçbir makine yoktu. Çamaşır, bulaşık elde ve en kötüsü taşıma suyla yıkanıyordu. Ev çok kötüydü, eşyamız yoktu, doğru dürüst. Bütün eşyalarımız memleketteydi, taşımamıştık. Burada sadece bekarlığımızda kullandığımız birkaç parça eşya vardı. Durmadan suyum geliyordu ama neden olduğunu anlayamadım. Pazar akşamı benim sancılarım iyice arttı ve ben ağlamaya başladım. Ancak o zaman eşim bana sordu “ne oldu?” diye. Henüz yedi aylık hamileydim. Doğumu beklemiyorduk. Komşu kadını çağırdı eşim. Kadın beni sancıdan kıvranırken görünce başladı panikle, doğum oluyor diye sağa sola koşturmaya. Kocasıyla benim eşimi köyün içine araç bulmaya gönderdi. Bizim yanımızda sadece yolculuk sırasında gerekli olursa diye aldığımız birkaç parça bebek eşyası vardı. Diğer tüm hazırlıklarımız memleketteydi. Kadın evine koştu ve kendi çocuklarından kalma bir şeyler hazırlayıp geldi. Ben ise durmadan ağlıyor, yuvarlanıyordum yerlerde. Kimsem yoktu, yalnızdım, korkuyordum, çaresizdim.

Geceydi ve sağlık ocağı kapalıydı haliyle. Epey uğraştıktan sonra nihayet kapı açıldı ve biz içeri girebildik. Asık suratlı bir kadın geldi içeri. Zorla kalkmıştı yataktan. Uyandırıldığı için kızgındı belli. Ebeymiş. Öyle soğuk ki, buz gibiydi bakışları. Daha da üşüdüm. Beni buz gibi doğum masasına yatırdılar. Yanımda o ve cahil bir kadın var sadece. Ben ağlıyorum, bağırıyorum. Ebe başladı benim doğumuma. Ne yumuşak bir bakış ne söz. Durmadan “ıkın” diyor. Ben arada bayılıyorum galiba, suratıma tokatlar iniyor durmadan. “Bayılma, kendine gel. Sus bağırma ayıp.” Kadın ne yapıyor anlamıyorum. Karnıma bastırıyorlar durmadan. Sonunda bebeğim doğuyor. Ben baygın gibiyim, göremiyorum hiçbir şey. Can parçamı aldılar içimden, sarıp sarmaladılar bezlere, ebe bir şeyler söyledi yanımdaki kadına. Ben perişanım, donuyorum, titriyorum. Bebeğim kadının kucağında, beni öylece bindirdiler taksiye, geldik, eşyasız, buz gibi bir eve. Hemen soba kuruldu, yakıldı. Benim kucağımda bir sürü bezlerin içine sarılıp sarmalanmış, küçücük bir surat. O kadar küçük ki. Bir sürü beze sarılmış olmasına rağmen, oyuncak bebeklerden daha küçük. Ben şaşkın, baba şaşkın, bebek her şeyden habersiz.

O günler nasıl geçti bir ben biliyorum. O kadar küçüktü ki. Ememiyordu, dudakları çok güçsüzdü. Ona bir şey olacak diye öyle korkuyordum ki. Hiçbir şey yiyemiyor, ememiyor, zavallı yavrum. Onunla birlikte ağlıyordum. Hastane, doktor, eczane, sağlık ocağı, ebe, hiç birisi yok. Küçücük bebeğim ve ben yaşam mücadelesi verdik. İlkel koşullarda. Ona bir şey olacak korkusu beni mahvediyordu. Komşu kadın sürekli geliyor, ne yapacağımı söylüyordu, kendi bildiği kadar. Bir gün geldi ve bana “hadi gözün aydın, artık atlattı, kızın yaşayacak” dedi. Anlamadım, “neden?” diye sordum. “Bugün kırkını çıkaracağız bebeğinin, ebe, kırkını geçirirse yaşar demişti” demez mi. “Ne!” dedim, “nasıl bunu bana söylemezsiniz, beni böylece nasıl gönderdi eve, ebe neden hastaneye göndermedi bizi” diye söylendim, kahroldum.

Ne yazık ki ebe için bir çocuk doğmuş, ölmüş, yaşamış fark etmiyordu. Onun görevi doğurtmaktı o kadar.
Çalıştığım yerde, fareye benzer ama daha büyük, toprağın içindeki yuvalarında yaşayan, yuvalarından çıkınca iki ayakları üzerinde dikilip insana bakan bazılarının yer köpeği, bazılarının gelincik dediği, çok daha sonraları ansiklopediden isminin mirket olduğunu öğrendiğim hayvanlardan çok vardı. Okulun bahçesinde o kadar çoklardı ki, tek katlı olan ev olarak kullandığımız yerlere çok rahat girebilirlerdi. En büyük korkum onlardı. O sıralarda bir haber yayıldı. O çevrede bir hemşirenin kulağını fare yemiş diye. Benim fare fobim olduğu için, evin içine girerler, bebeğime zarar verirler diye uykularım kaçıyordu. Sobalarda yakıt olarak hayvan tezeği yakılıyordu. İlk zamanları evdeki her şey kokuyor diyordum ama sonraları zorunlu olarak alıştım. Sobaların borularından zaman zaman simsiyah, zift gibi bir şey akıyor ve her yeri kirletiyordu. Kokusu çok kötüydü ve uzun süre evden gitmiyordu.

Kızımı kırmızı bir beşikte yatırıyordum. Bir gece uyandım, kızımın beşiğine baktım. Beşiğin her yerine sanki kanlar sıçramıştı. Yataktan fırladım, beşiğin içi, bebeğin üzerindeki yorganı kıpkırmızı kanla kaplıydı. Bağırmaya çalıştım ama sesim çıkmıyordu. Eşime seslenmeye çalıştım, felç olmuş gibi hareket edemedim. Çıldırma noktasındaydım. Nasıl olduysa sesim çığlık olarak çıktı, eşim uyandı ve bana bakınca beşiğe yöneldi. O da anlayamadı. Örtüleri kaldırdı, sırılsıklam ve kan rengindeydi. Ben bayılmak üzereydim ki kızımın yüzünü gördüm. Uyanmış bize bakıyordu, kendime geldim, beşikten aldım, sapasağlamdı. Aman Allah’ım, bu kadar kan nereden geldi beşiğin içine. Örtülerin arasında fare var korkusuyla bebeğim kucağımda, yatağın üzerinde korkuyla bakıyorum beşiğe. Bir şey bulamadık.

Ne olduğunu anlamaya çalışırken yukarıdan beşiğin içine bir şey damladığını fark ettik. Sobanın boruları beşiğin üzerinden geçiyordu. O anda borunun içinde birikmiş olan o katran gibi suyun beşiğin içine akmış olduğunu anladık. Ben fareler beşiğin içine girip bebeğimi yemişler diye aklımı kaybedecektim neredeyse. O gece yaşamış olduğum korku tüm yaşadıklarımı unutturdu. Köylüler boruların ek yerlerine sana yağı kutularını tellerle bağlayarak bu akan sıvıların o kaplara dolmasını sağlıyorlarmış. Biz de aynı yöntemi uyguladık. Böylece eşyaların kirlenmesini önlemiş olduk.

Ve işte benim narin, zarif, kırılgan, koklamaya kıyamadığım çiçeğim, kardelenim tüm o zorluklara rağmen direndi, yaşama tutundu. Bana arkadaş oldu, birlikte büyüdük. Ve bir doktor olarak hizmet veriyor şimdi, çaresiz insanların yaralarını sarmak, onların canlarını kurtarmak için gece gündüz çalışıyor. Ona her zaman, tatlı dilli ve güler yüzlü olmasını, çaresiz insanlara anlayışlı ve sabırla yardım etmesini ve en önemlisi empati duygusunu hiç kaybetmemesini söylüyorum. Merhametle ve vicdanlı olarak hizmet vermesi gerektiğini. O zaten biliyor bunları her zaman uyguluyor da en iyi şekilde. Her ne kadar değerleri bilinmese de…

Muazzez Özcan

Yazarın dergimizdeki Bodrum Bodrum yazısını okumak için tıklayınız.

Muazzez Özcan
Muazzez Özcan son yazıları (Hepsini Gör)
7

Bu yazıyı da okuyabilirsiniz

Çocukluk Çağımız Daha Güzeldi Sadi Geyik

Anı

Bir yorum var

  1. Hikayenizi aynı korkuları yaşamış biri olarak okudum. Eşinizin sizi 7 aylık hamileyken yardımsız, desteksiz bırakmasına, ağır işler yapmanıza müsaade etmesine şaşırdım. Ayrıca hadi sağlık ocağında mecburiyetten o şekilde doğum yaptınız; bir araçla sizi iyi bakılacağınız ailenizin yanına götürmesi gerekmez miydi? Üzüldüm doğrusu. Hele o beşikte kan gördüm, dediğiniz yere gelince ben de şok geçirdim. Vah benim canım arkadaşım, hiç mi hakkınızı savunmadınız da, o şartlarda yaşadınız bir lohusa olarak… Gerçekten çok hüzünlü bir hikaye. Bütün empati yoksunu insanlar bir araya gelmiş o dönem hayatınızda. Gerçekten kardelen olmuş minik kız. Direnmiş, hayata tutunmuş. Doktor olmuş. Ne mutlu size. Kardelen kızımızın ve tüm hekimlerimizin tıp bayramı kutlu olsun. Yasamınız hep güzelliklerle geçsin. Ben de doğumevine bir 14 Mart günü gitmiştim. Köyden geldiğim için daha doğum başlamamış olsa da yatırdılar hastaneye. Rapor için gitmiştim ama geri göndermediler. Bütün doktorlar balodaydı. Ondan tip bayramını unutmam. Ebe ve hemşireler ilgilendi sağ olsunlar. Birkaç gün sonra oğlumu kucağıma aldım. Öğretmenlerde böyle öyküler çok vardır Ama sizinki çok zorlu bir dönem olmuş. Size sağlıklı, mutlu yıllar dilerim. Hep iyi insanlarla karşılaşın.

    1

Bir cevap yazın