Laiklik-Sekülarizm-Şeriat Nurettin Şenol

LAİKLİK-SEKÜLERİZM-ŞERİAT

Dünyadaki ülkelerin, toplumların barış ortamında ya da çatışma ortamında yaşamaları ve yönetilmeleri bu kavramlara bağlı. Yalnızca kavramlar yetmez, bunların altının nasıl doldurulduğuna, nasıl uygulandığına bakmak gerek.

Öncelikle şu kavramların anlamlarına bakalım:

*LAİK: Din işlerini devlet işlerine karıştırmayan, devlet işlerini dinden ayrı tutan. (Eski Tuğgenerallerden Yalçın IŞIMER; “Laik olmak demek, Atatürk’e yaraşır/yakışır/ layık olmak demektir; Laik olmamak demek, Arap’a kadın köle/halayık/cariye olmak demektir” demişti.)

*LAİKLİK (Laisizm): Laik olma durumu. Devlet ile din işlerinin ayrılığı. Devletin, din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşmesi bakımından yansız olması.

*SEKÜLER: Dinle ilgili olmayan, dünyaya ilişkin olan.

*DÜNYACILIK (SEKÜLERİZM): Laiklik, laik olma durumu.

*ŞERİAT: Kuran’daki ayetlerden, Peygamberin sözlerinden çıkarılan, dinsel temele dayanan Müslümanlık yasası, İslam hukuku.

*ŞERİATÇI: Şeriat yasalarının uygulanmasını isteyen kimse.

Bu kavramlara baktığımızda laiklik ile dünyacılığın (sekülerizm) aynı anlama geldiğini görüyoruz. Onun için bu kavrama “dünyacılık” ya da “laiklik” diyelim. Laiklik karşıtı kavram ise şeriat oluyor. Böylece “LAİK-ANTİLAİK” karşıtlığına ulaşıyoruz.

Dünyada, özellikle Avrupa’da laik-antilaik çatışmaları çok kanlı savaşlara neden olmuştur. Avrupa’da Kilise egemenliği ve sömürüsüne başkaldıranlarla din adamları (ruhban sınıfı) arasındaki çatışma çetin olmuş, giyotinler baş kesmiş, kan akıtmıştır. 1789 Fransız Devrimi yapılmış, ancak sular kolay durulmamıştır. Fransa’da 1794′ de Konvansiyon devletle kiliseyi ayırmış, 1795 yılında inanç özgürlüğü ilan edilmiştir. 

Fransa’da din adamlarına kiliselerden yararlanma izni, şu yemini etmeleri karşılığında verilmiş: “Fransa yurttaşlarının tamamının egemenliğine inanıyorum; “Cumhuriyet” yasalarına boyun eğip saygı göstermeye söz veriyorum”.

Laikliğin temeli böylece atılmış, din adamlarının devlet yönetimine etkileri kaldırılmıştır. Tüm dinlerde bulunan devlet yönetme, devletin tüm kurallarının dine göre belirlenmesi ve uygulanması hastalığı, toplumlarda sömürü ve çatışma ortamı yaratmış, toplumsal barış yok olmuştur.

Avrupa’da “din savaşları” diye anılan “Otuz Yıl Savaşları” -yaklaşık- Hıristiyanlığın iki din kolu/din yorumu (mezhebi), Katolikler ve Protestanlar arasındaydı.

Nehirler gibi kan aktı. Yüz binlerce Hıristiyan, ayrı din yorumları nedeniyle öldü.

Stefan Zweig “Vicdan Zorbalığa Karşı” betiğinde (kitabında) mezhebinde sapkınlık nedeniyle odun yığınının ortasında yakılan Sorento için şunları söylüyor: “Bu adam da Hıristiyan. Yakılırken ve can çekişirken o da İsa’nın adını haykırıyordu. İsa’ya sığınıyordu.”

Bir Hıristiyan, diğer bir Hıristiyan’ı yalnızca dininin ve mezhebinin yorumunu kendine göre yaptığı için nasıl öldürtebilir?

Avrupa’da yaşananlar, dincilerin ellerine geçirdikleri yetki ve gücü nasıl kullandıklarına çok önemli örnektir. Yalnızca kendi dininden olmayanlara karşı değil, aynı dinin ayrılan başka bir koluna inanmışlara yapılan bu acımasızca saldırılar ve kıyımlar, tarihin kara sayfalarıdır.

Din egemenleri, aynı zamanda güçlerini yitirme, halk üzerindeki etkilerini azaltacağı korkusuyla bilimsel çalışmalara da hep engel olmuşlardır.

Bugünkü evrensel bilgileri o tarihte açıklayan ünlü filozof Giordano BRUNO (1548-1600), sekiz yıl hapiste tutularak; tanrıya saygısızlık, ahlaksız davranış ve dinden çıkmak suçlarından soruşturuldu ve yargılandı. Uzun bir yargılamanın sonunda Hristiyanlık’ın ünlü ilkesine göre, “kanı akıtılmadan eziyet edilerek öldürülmesine” (1600) karar verildi. Yakılarak öldürüldü.

Roma’da Giordano Bruno heykeli

Ölüm kararını Bruno’ya bildiren yargıç, ondan tarihe geçen şu yanıtı almıştır:

“Ölümümü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz.”

Avrupa’da din adamları ile bilim insanları arasında benzeri birçok olay yaşanmış, tarihe yazılmıştır. Galileo’nun Engizisyon’da yargılanışı da ilginçtir. Son anda “Yok dünya dönmüyor” deyip başını kurtarmıştı. Ancak çıkarken “Dünya gene de dönüyor” diye mırıldanmıştı.

*

Ortaçağ’da İslam coğrafyası da Avrupa’dan daha iyi değildi. Benzeri olaylar orada da yaşanmıştı.

İslam hukukçusu İbn es-Salâh’ın felsefe ve mantıkla uğraşmanın uygun (caiz) olmadığına ilişkin buyruğu (fetvası) hoşgörüsüzlüğün boyutlarını göstermesi açısından anlamlıdır.

Fetva şöyledir:

“Felsefe öğretileri ile uğraştığı ile ilgili kanıt bulunan herkes, aşağıdaki seçeneklerle karşı karşıya

kalacaktır:

KILIÇLA İDAM ya da İSLAM’a DÖNÜŞ; ancak bu biçimde, yaşama hakkı elde edebilecekler ve böylelikle BİLİMLERİNİN KÖKÜ KAZINABİLECEKTİR.”

Hoşgörüsüzlük dinsel buyruklarla (fetvalarla) sınırlı kalmamış, kimi düşünürlerin öldürülmesine, linç edilmesine ve işkence görmesine de neden olmuştur. Cad b. Dirhem, Cehm b. Safvân, Hallac-ı Mensûr, Suhreverdî, İbn Mukaffâ, Beşşâr b. Bürd vb.leri düşünceleri yüzünden işkence görmüşler, hayatlarından olmuşlardır. Aynı hoşgörüsüzlük yüzünden, Kindî’nin elinden kitapları alınarak yakılmış, büyük bir halk yığınının önünde, 60 yaşlarında iken kırbaçlanmıştı.

 bu Bekr Zekeriyyâ er-Râzî, “düşünceleri” yüzünden hükümdarın kitapla kafasına vurması sonucu gözlerini yitirmişti.

İbn Rüşd, Kur’an’da geçen “Ad” kavminin yaşamamış olduğunu söylemesi, Venüs’ün tanrısal bir varlık olduğunu iddia etmesi yüzünden kitapları elinden alınıp yakılmış, sonra da Luceyna’ya sürgüne gönderilmiştir.

Benzer durumların, şimdi kimilerinin İslam bilim adamı diye övündükleri Fârâbî ve İbn Sînâ gibi düşünürlerin de başına geldiği bilinmektedir. Bu bağlamda Sünnî iktidarlarla Şiî iktidarlar arasında bir ayrım yapmak gerekmektedir. Şiî yönetimlerde ve Şiî toplumlarda, bilim ve felsefeye Sünniler kadar hoşgörüsüz yaklaşılmamıştır. Bunun nedeni, büyük bir olasılıkla, Şiî inanç sisteminin, başlangıçtan beri “İÇSEL” (batînî) yorum geleneği ve felsefeyle ilişki içerisinde olmasıdır. Bu yüzden bilimle uğraşanların çoğu Şiî’liğe geçmişlerdir.

İngiliz filozofu David Hume gibi neden-sonuç ilişkisini alışkanlığa indirgeyerek yadsıyan Gazzâlî, evrendeki süreklilik ve düzenlilik sanısını da Tanrının sürekli, yaratıcılığını imleyen alışkanlığına (adetine) bağlar. Ona göre evrendeki hangi olgu ya da ilişki araştırılırsa araştırılsın, karşımıza Tanrı çıkmaktadır. Her şeyi o yaratmaktadır; tek özne o’dur. Bu nedenle o, dilediğinde alışkanlığında değişiklik yapabilir. Olağanüstü (mucizevî) olgular yaratabilir. Gazzâlî’nin bu anlayışı, BİLİM VE FELSEFEYE İNDİRİLMİŞ SON DARBEDİR. Eğer her türden olgunun ve ilişkinin nedeni Tanrıysa, hiçbir ilişkinin doğasını araştırmaya gerek yoktur.

Yağmuru yağdıran, güneşi doğduran, depreme neden olan Tanrıdır. Tanrı dilediğinde alışkanlığını değiştirebileceğine göre, evrende belli bir düzen ve bu düzene dayalı değişmez doğa yasaları da yok demektir.

*

Ortaçağ Hıristiyan dünyasında yaşanan bunalımlı çağ, AYDINLANMA (Yeniden Doğuş) ile bilimin aydınlığına çıkmış, Kilise egemenliğine son vermiş, din kurallarını devlet yapısından söküp almıştır.

Ancak, aynı şeyleri ne yazık ki İslam coğrafyası için söyleyemiyoruz. O bölge aynı şeriat düşüncesine sıkı sıkı sarılmayı sürdürüyor. Çünkü İslam, ilk kurulduğundan bu yana devlet yönetmeyi alışkanlık yapmış.

Kuşkusuz bütün bunları Bilge Önder Atatürk biliyordu. Ülkemizi uygar ülkeler düzeyine yükseltmek için ne gerekiyorsa yapmıştı. Ülkemiz için demokratik cumhuriyeti seçmiş olması bizim için açıkça  büyük yenilikçi atılımdır. Avrupa’daki aydınlanmayı ülkemizde gerçekleştirmek için çok çabaladı. Bu adımıyla gerçekte İslam ülkelerine de örnek olmuştu. Dogmalar ve tabuların bukağısında debelenen, binlerce yıl eskilerin, mitolojilerin kalıplarında yaşayan İslam ülkeleri içinde yalnız Türkiye Cumhuriyeti yıldız gibi parlamıştı. Yaptığı devrimlerin hepsi çok gerekli ve doğruydu. Temel olanlar ise demokratik cumhuriyet, laiklik ve yazı devrimleridir. Ülkemizi Arap yazısı ve kültürü baskısından kurtarmak için yaptığı yenilikler, Türk kimliğini öne çıkarması gerici ve şeriatçı çevrelerce düşmanca karşılandı. Zamanımızda şeriat çığlıkları artık açıkça duyuluyor.

Oysa laiklik ilkesi, dünya işlerinde bilimsel yöntemlerin ve teknolojik yapının etkin ve etkili olarak kullanılmasını öngören bir ilkedir.

Herkesin dinsel görevlerini özgürce yerine getirebilmesini ve devletin tüm inançlara saygı duyup aynı uzaklıkta durmasında etkili bir ilkedir. Kısaca, laik devletlerin bir dini yoktur, vatandaşları istedikleri dine inanabilirler.

Laik devletlerde amaç hiçbir dine ya da din koluna (mezhebe) üstünlük tanımamaktır. Bu özelliği, laik devletlerde toplumsal barışın oluşmasına büyük katkı sağlar.

Laik devlet yapısı, hukuk birliğinin oluşmasında etkili olmuştur. Laiklik ilkesinde akıl ve bilimin her alanda rehber edinilmesini öngörür.

Laiklik, dinin devlet yönetiminde ve toplum üzerinde bir baskı aracı olarak kullanılmasını engelleyen önemli bir ilkedir. Akılcılık ve bilimsellik, laiklik ilkesinin bütünleyicisidir.

Laik olamayan bir devlette, belirlenen dinin dışında başka bir görüş ve inançları olan yurttaşların dışlanması, baskı yapılması kaçınılmazdır. Geçmişte yaşanan bu tür olaylar, günümüzde bile daha yaşanmaktadır. Toplumsal huzurun sağlanması için laiklik ilkesi çok önemlidir.

Din/inanç, kişi ile inandığı İLAH (ne olursa olsun) arasındaki duygusal bir bağdır. Devlet bir kurumlar ve kurallar bütünüdür. Devletin dini olamaz. Laiklik de bunun güvencesidir.

*

Tek Tanrılı dinlerin, İbrahim ya da oğlu İshak ile başladığını düşünürsek, 4.000 yıldır dinler devlet ülküsü (ideolojisi) olmuş, devlet yönetmiştir. Bu dinlerin ilk yazılı belgesi Musa’nın iki tabletteki 10 EMİR’i olup, yönetimler hep din kuralları ile devlet yönetmişler.

Şeriatla yönetilen Osmanlı döneminde Sultanların buyruklarını Şeyhülislam’dan aldıkları izinle yayımladıklarını biliyoruz. Osmanlı döneminde basımevinin (matbaanın); Çin’den 1136 yıl, Avrupa’dan yaklaşık 279 yıl sonra kullanılmaya başlandığını (Çin: 593, Avrupa:Gutenberg 1450) ve Şeyhülislam Kadızade Ahmet Şemsettin Efendi’nin Sultan III.Murat’a ‘’Yıldızların gözleminin felaket getireceğini; göklerin sırlarını örten perdeyi kaldırmanın uğursuz bir haddini bilmezlik olduğunu; böyle bir gözlemevinin kurulduğu hiçbir devletin varlığını sürdüremediğini’’ söylemesi üzerine, III. Murat’ın Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa’ya buyruk vererek bir gece içinde rasathanenin top atışlarıyla yerle bir edildiğini (21 Ocak 1580) anımsayalım.

Hepimiz biliyoruz ki laiklik ya da dünyacılık (sekülerizm) dinsizlik olmadığı gibi dini de yasaklamaz. Tersine inanç özgürlüğünün de sigortasıdır. Ancak, gene biliyoruz ki şeriatçılar her zaman halka bile ve isteye yalan söyleyerek laikliği dinsizlik, din düşmanlığı olarak anlatagelmişlerdir. Bu bir kara yaymacadır (propaganda). Egemenliği ellerinde bulundurmak için, binlerce yıllık değişmez, ilkel Ortadoğu kültür ve kurallarını çağımızda sürdürmekte direnmektedirler.

Softa sınıfının din simsarlığına hiçbir zaman izin verilmemelidir.

Dinden çıkar elde edenler, kötü kişilerdir. Biz bu duruma karşıyız ve buna izin veremeyiz.

2 Kasım 2018

Nurettin ŞENOL

NURETTİN ŞENOL
4

Bu yazıyı da okuyabilirsiniz

Çocukluk Çağımız Daha Güzeldi Sadi Geyik

Anı

3 Yorumlar

  1. Din egemenleri, aynı zamanda güçlerini yitirme, halk üzerindeki etkilerini azaltacağı korkusuyla bilimsel çalışmalara da hep engel olmuşlardır…Emeğinize yüreğinize sağlık Arkadaşım..Yine herkesin okuması gereken bir konu işlemişsiniz..Selamlar.?

    6
  2. Emeğinize sağlık hocam. Fakir ve cahil bırakılan insanları kolayca yönetmek din ile mümkün olduğunu günümüzde yaşıyoruz. KHK ile yönetilir olduk, Anayasa askıya alındı. Laik devlet değil Teokrasi ile yönetilmeye başlandık???

    5
  3. Ellerinize sağlık Nurettin öğretmenim.Laiklik Cumhuriyetimizin en önemli kuruluş ilkelerinden biridir.Anayasa ile güvence altına alınmıştır.Toplumsal barış ve huzurumuz için en önemli ilkedir.Dini de koruyan laiklik ilkesidir..Her yönüyle açıklamışsınız.Tesekkur ederiz.

    5

Bir cevap yazın