Nakış Makinesi

Esma avlu kapısından girdiğinde, oğlunun topunu ırmağa atan komşusuyla kavga eden kadınların sesi hala geliyordu. Hemen çocuklarına bir çorba koydu ocağa. Avlu duvarının kenarına ektiği taze soğandan bir bağ topladı. Avluda oynayan kızlarına;

-Sakın nehir kenarına inmeyin, bakın topun düşüp kaybolduğu gibi siz de ırmağa düşersiniz siz de kaybolursunuz; özellikle sana diyorum Zelal kızım, kardeşine sahip çık ve ırmaktan uzak durun.

Sokağın kuzey ucundaki evde oturan kınası eskimiş dipte beyazları çıkan cansız saçlı Döne teyze mahallelinin ayaklı gazetesiydi. Mahallede ne var ne olmuş, kim kiminle ne yapmış her şeyden haberdardı. Mahalle yetmiyor gibi ırmağın karşı tarafında oturanlardan bile haberdardı. Esma, bir gün Döne teyzenin kapısından geçerken, kapı ağzında başına topladığı kadınlara;

-Hiç sormayın bacılar, gül gibi kadın bir hafta içinde vazoya konulmuş bir çiçek gibi soldu. Demek ömür dediğin bu kadarmış. Adamı iki çocukla bıraktı gitti. Sözü ağzında olan Meryem;

-Sen evi barkı olmayan, bir lokma ekmeği olmayanlara hayıflan Döne teyze; Dabakçı Reşat, hanımının kırkı çıkmadan o eve yeni, taze bir kadını getirir. Varlığa kim hayır derki, Döne teyze;

-Öyle deme kızım, çark bir kez bozulunca düzen tutmaz artık, kim gelir iki çocuğa analık eder ki?

Mahallede olup bitenden haber almak isteyenler, her gün bir kez kapısından geçmeye zaman ayırır ve ayaküstü günlük haberleri alırdı.

Çocuk yaşta evlenen Esma mahallenin en güzel kızı idi. Altı kardeşin en büyüğü idi. Her yıl bir bebek doğuran annesi, kardeşlerinin bakımını Esma’ya yüklemişti. Esma çocukluğunu yaşamadan önce anne sonra kadın olmuştu.

Aynı mahallede yazın çekilen ırmak yatağındaki kumları, ırmağın yakınındaki alanda depolayan Halil, bu kumu çift atlı arabası ile inşaatlara taşıyordu. Zamanın kamyonu görevindeki bu taşımacılık işi Halil’e iyi para kazandırıyordu. Boylu poslu, güçlü kuvvetli ve aynı zamanda insanlara saygıda kusur etmeyen bir gençti. Mahallenin tüm kızlarının da gözü üzerindeydi. Onun gözü ise, ürkek bakışlı, lüle lüle siyah saçları açık tenli, fındık burunlu, yeni açılan bir gonca gül gibi tüm güzellikleri üzerinde toplayan Esma’dan başka kimseyi görmüyordu.

Esma on altı yaşına geldiğinde istemeye gittiler. Ekonomik durumu iyi olan mahallenin en yakışıklısı, efendisi bir o kadar da yardım sever gencini kendileri için bir şans olarak gören anne-baba, Esma’nın olurunu almadan sözünü vermişlerdi bile.

Nuri İyem

Seyhan Irmağı kenarına kurulmuş masalarda “mahalle düğünü” yaptılar. Herkes Esma’nın güzelliği ile Halil’in yakışıklığını konuşur oldu haftalarca.

Halil, Irmağın yamacına bir ev yaptırmış, ırmak yatağına kadar olan kısmı da çevirmişti. Bu alanın bir kısmını da yaz aylarında ırmak çekildiğinde ırmaktan çıkardığı kumları depolama alanı, atlarına bir ahır yaptırmıştı. Kendine çevirdiği yerin kuzey yönündeki kısmı da kayın babasına çevirdi. İnşaatlarda duvar ustalığı yapan yaşlı kayın baba, orada kendine derme çatma bir yer yaptı. Halil tüm aileye kol kanat germiş anne babasını da yanına alarak beraber mutlu bir yaşam sürüyordu.

Gençliğine, gücüne, kuvvetine güvenerek yaz kış; soğuk-sıcak demeden ırmağa girer yarı beline kadar suyun içinde kalarak kumları çıkarırdı. Sağlığına dikkat etmediğinin ilk belirtilerini birinci kızlarının doğumundan sonra on gün hastaneden yatarak gördü. Halil yine dikkat etmiyor yaz-kış demeden ırmaktan çıkmıyordu. Irmaktan kum çıkarmaktan arta kalan zamanını kızları, atları ve damda beslediği güvercinleri ile geçiriyordu. Atlarını ırmak kenarına götürür yıkar ve kızlarını bindirerek gezdirirdi. Damına yaptırdığı kulübede güvercinlerini uçurur, onlara takla attırmaktan zevk alırdı. Güvercinleri onu gördüğünde olmadık hareketler yaparak sanki Halil’i mutlu etmeye çalışırlardı.

Esma’nın ikinci çocuğuna hamileliği sırasında Halil’in hastalığı artı. Bir süre hastanede yattı. Sonrasında ilaçlarla bir süre geçirdi. İkinci kızının doğumu sonrası pek sağlıklı çalışamadı. Daha önce ırmaktan çıkarıp da depoladığı kumları satarak idare etti. Depolanan kumlar bitti ve Halil tekrar ırmağa girip kum çıkarmak zorunda kaldı. Aile bireylerinin tüm uyarılarına karşın;

-Ben sağ olduğum sürece çocuklarımı aç bırakmam, ben onların bir sıkıntı çekmelerine dayanamam, ben öldükten sonra da yapacağım bir şey yok, deyip uyarıları dinlemiyordu

Halil, biri dört diğer beş yaşında kızlarını ve yirmi iki yaşındaki mahallenin gonca gülü Esma’yı yalnız bıraktı. Halil’in ölümü ile atları bir hafta boyunca kişnediler, güvercinleri kafesten çıkmaz oldular, acayip sesler çıkardılar; tüm mahalleli evladını yitirmiş gibi bir sessizliğe gömüldü.

Esma’ya, Halil’in babasına ayırdığı arsanın köşesine derme çatma, çinko çatılı bir ev yaptılar. Esma iki kızı ile oraya taşındı.

Halil’in ölümü sonrası Esma geçim sıkıntılar çekmeye başladı. Mahallede günlük işlere gidiyordu ama bu işler sürekli değildi. Çünkü mahallede evinde kadın çalıştıracak kadar varlıklı kimse yoktu. Burada hayat çok yoksuldu. Vilayete yakın yerlerde ve Tepebağ civarında pamuk tüccarlarının, portakal bahçeleri olan zenginlerin konakları vardı ama öyle yerlerde de iş bulacak çevresi yoktu.

Esma, geçimini sağlamak çocuklarına bakabilmek için nakış makinesi almaya karar verdi. Bu düşüncesini kayınpederine açıp atların satışı ile elde edilen parayı istemeye gittiğinde, kayınbabası;

-Kızım bu parada hakkın var biliyorum; ama biliyorsun ki ben de çalışamıyorum, payımıza düşeni alarak geri kalanını sana veririm, dedi. Esma payına düşen parayı alarak Küçük Saat’teki mağazaya gitti. Evde nakış işi yapacağını bu işe uygun bir makine almak istediğini söyledi. Mağaza sahibi elindeki paranın istediği makineyi almaya yetmediğini ama geri kalan kısmını nakış yaparak ödeyebileceğini söyledi. Esma arzuladığına kavuşmuş bir çocuk sevinciyle eve geldi. Artık ilk işi iyi bilen birilerinden kurs almak olacaktı. Mağaza sahibi bu işi iyi yapan kadının yanında kurs alması için de yardımcı oldu.

Esma, öğrenme arzusu ve koşulların zorlaması ile kısa sürede çok güzel nakışlar yapmaya başladı. Tepebağ’dan, yeni konakların yapıldığı Reşatbey’e siparişler alarak işlerini genişletiyordu.

O gün Esma, güne sevinçle başladı. Aldığı siparişleri tamamlayıp sahiplerine vermek için çocuklarını giydirdi. Aynası olmayan evde, küçük aydınlatma penceresinin kırığı yukarıdan aşağıya uzanan camından kendine baktı.  Saçının kâküllerine biçim verdi. Uzun süredir çeyiz sandığında bozulmamış katıyla duran elbisesini giydi. Sandığı açtığında küçük kız ince mevsimlik balık desenli elbisesini gördü. Küçük kız elbiseyi görünce mızmızlanmaya başladı;

-Ne oldu küçük cimcimem, dedi,

-Balıklı elbisemi istiyorum, o elbiseyi giymek istiyorum, bak senin sandığında duruyor.

-Cimcimem o elbise ince henüz yaz gelmedi ki, onda üşürsün, demesine karşın, annesinin giydirdiği elbiseden hoşnut olmadı. İlle, “balıklı elbisemi giyeceğim” diyordu. Annesi;

-Kızım bugün hava soğuk, belki yağmur da yağar, üşürsün, giy bunu, dediyse de küçük kızın istediği oldu ve o elbiseyi giymeye annesini ikna etti.

Esma, yaptığı nakışları alıp Tepebağ’a oradan Reşatbey’e geçip siparişleri dağıttı. Siparişlerden aldığı paranın sevinciyle önce Melekgirmez Sokağı’na girip orada nakış için gerekli malzemeleri aldı. Küçük Saat’teki mağazaya uğrayarak nakış makinesinin taksitini ödedi. Büyüksaat’teki şekercilerden taze tahin aldı. Oradan da her çarşıya indiğinde önünden geçerken yeni çıkmış ekmeklerinin kokusuna dayanamadığı Kazancılardaki fırından sıcak pide aldı. Çocuklarına bu akşam güzel bir yemek yedireceğinin sevinciyle eve doğru yola koyuldu. Kadın cezaevinin önünden geçerken cezaevinin sokağa bakan pencerelerinden, sigarı dumanını dışarıyı savurarak seyreden kadınlarla göz göze geldi. İçinde bir burukluk ve acıma duygusu belirdi. O kadınların tüm hayalleri düşleri duvarlarla sınırlıydı demir kafesi andıran pencerelerden dünyaya savurdukları dumanlar, aslında isyanlarının haykırışlarının, tutuşan gönüllerinin dumanı idi. Bulundukları mekândan iki adım ötedeki özgürlüğe ulaşamamak ne acı idi. O kadınları oraya düşüren erkeklerin ve düzenin acımasızlığına lanet etti.

Sokağa girdiğinde evlerinin çevresinde ve evin ırmağa bakan tarafında bir kalabalığın olduğunu gördü. Ne olduğunu bilircesine ellerindekileri fırlatarak feryat figanla eve koştu. Esma’nın koşarak geldiğini gören komşuları yolda kucakladılar. Esma’ya hiçbir şey söylenmediği halde,

-Nerede nerde canlarım nerede! Deyip kendini yerlere attı.

Esma, o günün sabahında siparişleri götürmeden önce yan tarafta oturan annesini tembihledi;

-Bak anne Seyhan ırmağı kabardığı kadar kabarmış baksana bizim ırmak tarafındaki kapımızın yakınına kadar gelmiş, kızlara sahip çık sakın ırmak kenarına inmesinler.

Annelerinin evde olmadığını da fırsat bilen kızları Zelal ve Zeliş; onlardan bir iki yaş büyük teyzeleri ile avlunun ırmak tarafındaki telle bağlanmış kapısını açarak orada oynamaya başlamışlardı. Evde daldığı işten çocukları unutan anneanne de uzun bir süre çocuklarla ilgilenmemişti. Önce ayaklarımızı ıslatalım, biraz daha ileriye gidelim derken beş yaşındaki küçük kız dengesini kaybederek suya düşmüş ve ırmağın kaygan zemininde ayakta duramayınca da suda sürüklenip gitmişti.  Ablasının bağırması ile gelen anneannenin son gördüğü küçük Zeliş ’in Seyhan ırmağının azgın sularında sürüklenmesiydi. Yaşlı kadını koşması bağırması üzerine, mahallelinin gelmesiyle geçen sürede küçük Zeliş suda kaybolmuştu. Irmak kenarındaki sazlıklardan, dikenli kenar ağaçlarından ırmağa pek yaklaşamayan komşular ırmak boyunca küçük Zeliş’i aramaya başladılar. Esma’nın nerede olduğunu bilmedikleri için Esma’ya ulaşamamışlardı. Esma mahalleye girip de etrafa dört dönen kalabalığı gördüğünde anlamıştı kötü bir şey olduğunu. Elindeki fileyi fırlatıp eve girdiğinde bu hazin olayla karşılaştı.

Tüm mahalleli o gece uyumadı. Irmak boyunca aramaya devam ettiler, sabaha dek aramayı sürdürdüler. Irmak yatağının çevresindeki köylere haber verildi. Esma ırmak boyunca defalarca gidip geldi, dikenlerin ayak ve bacaklarında oluşturduğu yara ve berelere; çamur ve bataklıklara girip çıkarken üst başının çamuruna aldırmadan. Esma’nın bir iki kez kendini nehre atmasını komşular zorla engellediler. Sabaha kadar Zeliş!  Zeliş! diye bağırdı. Günün aydınlanması ile haber alan herkes aramaya katıldı. Irmağın çevresindeki sazlık araları, ırmağa uzanmış ağaç dalları ve çevreleri özellikle arandı.

Gün bitmek üzereydi ırmağın yerleşim yerlerini henüz terk etmediği bir sazlıkta Zeliş’in balık desenli elbisesini bir ağaç dalına dolanmış bir şekilde b

Kocasının ölümünden bir buçuk yıl sonra kızını da kaybetmek Esma için büyük yıkım oldu. Yaşama şevkini yitirmiş, hayata küsmüş bir şekilde günler geçiyordu. Tek kızıyla evine kapanmış, kabuğuna çekilmiş salyangoz gibi kimseyle görüşmüyordu. Elindeki nakış siparişlerini yapamaz, aldığı makinenin taksitini, malzemelerin borcunu ödeyemez olmuştu.

Küçük kızını kaybetmenin üzerinden bir yıl geçmişti. İlkbaharın gelmesi ile Adana’nın meşhur ikindi yağmurları başlamıştı. Neredeyse her gün ikindi ile başlayan yağmurlar derme çatma, üzeri çinko ile kaplı evinin çatısına düşen her damla, senfoni orkestrasını oluşturan her enstrümanın çıkardığı sesler gibi bir bütünlük oluşturuyordu. Çünkü çatının her noktası ayrı ses çıkarıyordu. Bu sesler bir gece Esma’nın yeni bir yol bulmasına neden oldu.

Gece gördüğü kâbusla uyanan Zelal;

-Anne bu sesler ne, korkuyorum koru beni anne! diye çığlık atarak uyanınca, kızına sıkıca sarıldı;

-Buradayım kızım, korkma bak annen yanında, bu sesler yağmur damlacıklarının, bak çinkoya vuruyor, deyip kızının bu korkuyu atlatmasına yardımcı oldu. Uzun süre kızına sarılarak çinkoya vuran her damlaya arkadaşlık etti. Kızının bu korkusu, “anne beni koru…” çığlığı, Esma’nın “Bir kızım öldü ama bir kızım yaşıyor, Zelal benle,” hayata yeniden başlıyormuş gibi güne öyle başladı.

Günün ilk ışıklarıyla nakış makinesinin başına oturdu. Hayata kaldığı yerden devam etmeye karar verdi.

Fakat Esma için hayatın acımasızlığı devam ediyordu. Bir yandan ekonomik sorunlarla nasıl baş edeceğini düşünürken diğer taraftan bu kısa, acımasız yaşamının kalan tek ve en güzel meyvesi olan kızı Zelal’e bu yokluk ve acıyı hissettirmemeye çalışıyordu.

Esma, nakış işlerine tekrar başladı. Hayat zar zor da olsa devam ediyordu. Nisan yağmurlarının ıslattığı bir gün, nakış makinesinin başında çalışırken iple bağlanmış kapısının tıkladığını duydu.

-Zelal kızım aç kapıyı kimmiş bu yağmurda gelen, deyince kapı eşiğinde yağmurdan ıslanmış Döne Teyze’yi gördü.

– Gir içeri Döne Teyze seni bu yağmurda dışarı çıkaracak kadar önemli olan nedir ki? deyip konuğunu içeri aldı. Küçücük evinin tek minderini Döne teyzenin altına vererek hâl hatır sordu. Havadan sudan sohbeti bitince Döne Teyze, Zelal’ı işaret ederek onun olmadığı bir ortamda kendisiyle bir şey konuşacağını söyledi. Esma;

-Zelal kızım bir anneanneye bak evde mi, deyip kızı anneanneye gönderdi. Döne teyze zaman kaybetmeden hemen söze girdi;

-Esma kızım seni doğumundan beri tanırım, elimizde büyüdün, annenle kırk yıllık bir ahbaplığımız var ve bu süre içinde hiç birbirimizi kıracak bir davranışımız olmadı, o nedenle seni kızım gibi bilirim. Bu güzelliğin, hanımlığın Allah katında hak ettiğin rahatı ve güzelliği sana yaşatmadı, ama bir taraftan da hayat devam ediyor, bak bir de kızın var, bu kızın sorumluluğunu da taşıyorsun, bir nakış makinesi ile bu derme çatma evde ne kadar yaşayacaksın, Zelal’e ne kadar sahip çıkacaksın. Gençsin güzelsin… Senin yaşındaki arkadaşlarından evlenmeyenler bile var. Ben senin kötülüğünü ister miyim? Dilerim gün yüzü göresin, senin de yüzün bir gülsün. Diyorum ki; Dabakçı Reşat Efendi’nin karısı geçen yıl öldü. Adam varlıklı. İsteseydi karısının kırkı dolmadan evine bir kadın getirirdi. Ama adam da bu konuda hassas; temiz süt emmiş namuslu bir kadın istiyor, iki çocuğuna da analık yapacak birini. Bak senin de bir kızın var sen bu üç çocuğa analık edeceksin hem de varlık içinde. Dabakçı Reşat seni çok beğenmiş, sormuş soruşturmuş” evlenirsem ancak Esma gibi biriyle evlenirim” diyor ve seni çok istiyor. Adam senden yaşlı, kırk yaşında ama varlık içindeki bir evde yaşın ne önemi vardır ki, deyip noktayı koydu.

Döne Teyze birkaç kez daha gelerek Esma’yı iknaya çalıştı, uzun nutuklar çekti. Zor koşullar içinde Esma’ya gereken desteği veremeyen anne-babası da bu evliliği destekleyince Esma, kızının geleceği için “evet” dedi.

Bir hafta içinde, varlıklı Dabakçı Reşat Efendi, Esma’yı “resmi nikâhı sonra yaparız” diyerek, Adana’da, kadınların olmazsa olmazı olan, Esma’nın ilk evliliğindeki çeyiz sandığını ve nakış makinesini de alarak Seyhan ırmağının karşı yakasındaki iki katlı ırmak yatağına kadar inmiş bahçeli evine gelin götürdü.

Esma, Dabakçı Reşat Efendi’nin küçüğü on iki yaşında kız, büyüğü on dört yaşında erkek olan çocuklarına annelik etmeye başladı. Halil’in ölümünden sonra görmediği bir bolluk içindeydi. Ama Reşat Efendi’nin göz hapsindeydi! Yeni kocası her şeyin hesabını soruyordu;

“Yoksa sana verdiğim harçlıkları annenlere mi veriyorsun” gibi sorularla Esma’yı suçluyordu. Kurduğu Camii Kurma derneğine yardım toplamak için gittiği köylerden her türlü yardımı alarak geliyor ve bu yardımları evinde kullanıyordu. Kurban Bayramı’nda yanına aldığı işçisiyle çevre köylerdeki kurban derilerini “yardım” adı altında toplayıp tabakhanesinden işliyor ve satıyordu. Bu paralarla Yüreğir Ovası’nda portakal bahçeleri ve tarlalar alıyordu. Evininin yan tarafında kurduğu tabakhanesinin kirli suyunu ırmağa akıtıyor tabakhane çevresinde kokudan durulmuyordu. Mahallinin şikâyeti üzerine gelen görevliler, “Dabakçı Reşat Efendi’nin bir kahvesini içerek!” gidiyorlardı. Esma tüm bu olumsuzluklara tanıktı ve o güne kadar hiç görmediği bu durum karşısında rahatsızlık duyuyordu.

” Nikâhı sonra yaparız” sözünü hatırlayıp Dabakçı ’ya;

-Ne zaman resmi nikâh yaparız? Diye sorduğunda, patates suratının ortasındaki badem bıyıklarının altından sırıtarak, ileriye çıkmış göbeğinin üzerinde birleştirdiği ellerinin başparmakları ile içe doğru daireler çizerek, kendinden emim ama karşısındakini de küçümser bir ses tonu ile;

-Seni evden atan mı var, bak işte güzel güzel yaşıyorsun. Yediğin önünde yemediğin arkanda, elinden bir şeyi alan mı var? Deyip susturuyordu.

Esma yine aynı konuyu açıp ısrarcı olduğunda;
-Resmi nikâh yapıp bunca malıma mülküme senin kızını ortak mı edeceğim. Bak her şey senin, yiyorsun, içiyorsun kızının hiçbir şeyini eksik etmiyorsun, Allahtan başka ne istiyorsun?

-Ben Allahtan hak hukuk istiyorum. Ben bu evde neyim? Evin kadını mıyım, senin karın mıyım, neyim? Yarın senin bana üç kez “boşsun, boşsun, boşsun “dediğinde bu evdeki sıfatım ne olur. Bir bohça gibi beni kapı önüne koyduğunda benim hakkım ne olur. Ben kime, “ben bu adamın karsıyım” deyip sana yaptığım bunca hizmetin karşılığını isteyebilirim. Ben bu evde bir hiçim! Senin kölenim, senin kapatmanım, senin metresinim daha ne sıfatlar yakıştırırsan yakıştır, çünkü resmi nikâhım olmadan ben bu evde hiç sayılırım. Hemen resmi nikâhı yapmazsan çeyiz sandığımla nakış makinemi alır kızım ile giderim. Senin varlığın, senin bağın bahçen de senin olsun derim. Gider yine o çinko çatılı evimde kızıma sarılıp yağmurun sesini dinlerim, gönlüm rahat onurlu bir şekilde yaşamıma devam ederim.

Esma’nın bu kararlı çıkışından sonra Dabakçı Reşat Efendi bir seçim yapmak zorundaydı ve Esma’nın bu kez çok kararlı olduğunu gördü. Günlerce gözüne uyku girmedi. Malını mülkünü düşündü, bunca malına bir ortak nasıl alabileceğini düşündü ve kararını verdi. Köy köy dolaşıp topladığı kurban derileri ile edindiği bu servetine bir ortak kabul edemezdi.

Esma dediğini yaptı. Çeyiz sandığını, nakış makinesini alarak kızıyla beraber yağmuru dinleyeceği, acı anılarının olduğu evine döndü; ama onurundan ödün vermeyen bir kadının iç huzuru ile!

Şerif KAYA-Şubat 2021 ADANA

 

 

ŞERİF KAYA
İzlemek için
ŞERİF KAYA son yazıları (Hepsini Gör)
7

Bu yazıyı da okuyabilirsiniz

Çocukluk Çağımız Daha Güzeldi Sadi Geyik

Anı

9 Yorumlar

  1. Ters köşe yaptın bizi Şerif hocam. Hikayenin sonunu böyle beklemiyordum. Türk filmlerine doğru gidiyordu. Her onurlu kadının yaptığını yaptı Esma da. Teşekkürler bu güzel yazı için

    1
  2. Işığını arayan kadınlara, ışık olan güç olan öyküleriniz için, bir solukta okunan anlatımınızdaki emeğiniz için yüreğinize, düşüncenize sağlık hocam.

    3
  3. Yurdum kadınının yaşadığı zorlukların bohçalandığı buruk bir öykü.Dile gelmeyen göz önüne konmayan umutla direnen niceleri yaşamla pençeleşiyor.Pek çoğundanhaberdar olsak ta elle tutulur gözle görülür bir çözüm yolu görünmüyor ufukta ne yazık ki.
    Çok teşekkürler.

    4
  4. Şerif Kaya arkadaşın Kadın Hikayelerinin en iyi okuyucularından biriyim.Kadinlarimizi her yönüyle anlatıyor.Cogu ezilmek istenen kadınlar.Ama hep bir çıkış arıyorlar.Esma da onlardan biri.Soluksuz okudum.Ne acılar yaşadı ama onurunu çiğnetmedi. Aldı makinasını,sandığını ve kızını başladığı yere geri döndü.Ne iyi yaptı.

    4
  5. Kalemine saglik arkadasim.

    5
  6. Vahide Çelik.

    Vallahi tek bir nefeste okudum çok akıcı bir şekilde anlatmış ve yazmışsınız. Yine herkesin ders alması gereken bir (bilhasa genç kızlarımızın okumasını tavsiye ederim) Ve derimki her hangi bir sebepten dolayı yalnız kalan kadınlarımızın .Esmayı örnek almaları lazım Esma ekonomik özgürlüğü olmadığı hâlde yaşamak için çok büyük çabalarla hayatına devam etmiş.
    Acıklı bir öykü Esma açısında çünkü kocasını ve kızını kayıp etmiş. Bizim kadınlarımız gülcü ve sevdikleri için fedakarlıktan asla vazgeçmezler. Bir ‘de erkek müsfetsi var art niyet ve üç kâğıtcı böyleleri çok var hela bir de kadını biraz zayıf gördüler mi başka türlü zavalılaşıyorlar.
    Yüreğine emeğine sağlık kaleminize kuvvet çok severek okudum, arkadaşımı KUTLUYORUM 🙏🍀

    4
  7. Halil Naci Ergolen

    Muhteşem. Çilekeş Anadolu kadını öyküsü. Betimlemeler sayesinde okuyan olayın içinde yaşıyor. Emeğinize sağlık.

    5
  8. Ayhan Başboğa

    Elinize, emeğinize sağlık hocam gerçekler bunlar her öykünüz gençlere birer ders niteliğinde, iyi ki sizin öğrenciniz olma şerefine nail olmuşum. Selam ve saygılar.

    5
  9. Fatmanur Caner

    Anlatımızdaki yazımsal değerin üstünlüğü her zamanki gibi. Kadın hikayelerine devam. Sizin hikayelerinizin kadın kahramanları acılarla boğuşuyor ama hep güçlü olmayı ayakları üstünde durmayı deneyimliyor. Sizi kutluyorum öğretmenim.

    4

Bir yanıt yazın