On sekiz yaşına yeni basmış öğrenci T. okuldaki zorlu sınavların birinden çıkmış, yol boyunca yürüyordu. Mayıs ayının güzel günlerinden biriydi. Ağaç dallarında, çimlerde, havada ılık esen bir rüzgar vardı. Saçlarını, yüzünü okşayıp geçip giden rüzgar, içini mutlulukla doldurmuş, yüreğini serinletmişti. Bu anın hiç bitmemesini, sonsuza kadar devam etmesini diledi ve dudaklarını aralayarak bahar havasını içine çekti…
Unutmayın ki bütün gün aynı ortamda, aynı havada, gürültü patırtı içinde kalmaktan bizar düşmüştü. Şimdi yeni bir güne, ışığa, dallarda ötüşen kuşlara derin özlem içinde, bir şey yapmadan, duymadan, sessizlik içinde öteden beriden gelen pırıltıları dinledi ve:
-Ne güzel, diye konuştu kendi kendine… Ne sınıf, ne kağıtlar ne de kararmış yüzler… Ben, rüzgar ve bir de gökyüzü.
Bir süre bu şekilde, yalnızlık içinde, bir başına yürüdü. Düşte gibiydi. Ne kimseyi gördüğü ne de duyduğu vardı.
Yeniden:
-Ben, rüzgar, gökyüzü, dedi rahatlamış halde ve bu sözlerini birkaç defa tekrarladı.
Ardından anne ve babasının yıllar önce ona, gelecekle ilgili söyledikleri ve belleğinde dönüp duran şu sözleri hatırladı: “ Bize kulak vermelisin. Halimizden kendine bir ders çıkar.”
Tabi annesi babası, bu öğüdün nasıl gerçekleşeceğini, nasıl olacağını bilmiyorlardı; bir öneri, bir görüş de sunmuyorlardı, ama “ halimizden kendine bir ders çıkar” demeleri belli ki bir şeyler anlatıyordu. Öğrenci T.’de bu sözlere kafa yormamıştı o zamanlar. Ancak şimdi üzerinde düşünmeye değer görebildiği öğüt için, “ Sanırım benimkiler de her anne baba gibi, biz yaşayamadık bari çocuklarımız yaşasın, diye kaygı duydular ki sıkı sıkıya uyardılar beni” dedi.
Birden duygulandı. Kendini bir anda annesinin babasının sırça hazinesi olarak gördü. Yeryüzünde onlar için eşi bulunmaz biri olacaktı. Kararlı, ileri bakan, umudun yeşereceği gelecek ve bu umudu örselemeye, soldurmaya hakkı yoktu. “ İçimde ne rüzgarlar uçuşuyor. Sizin gördüğünüz sadece hafif bir esinti,” diye düşündü ve gülümsedi.
Sonra nedenini anlamadığı bir duygu yükseldi içinde. Biraz önce düşündüklerinin tersini düşünmekten alıkoyamadı kendini.
-Ne tuhaf oluyorlar şu anne babalar. Nasıl başlayıp nasıl biteceği kestirilmeyen yollara bırakıyorlar bizi ve kargaşa içinde “haydi yürüyün” diyorlar.
Belki de haklıydı. Bütün ebeveynler ulaşamadıkları tatlı hedeflerine, “inşallah çocuğum ulaşır” diyerek zorlar durur. Onlara zaman ve şartların değiştiğini, kendinizin farklı olduğunu, hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını anlatmaya çalışsanız da ikna edemezsiniz. Meslek, para, şöyle güzel bir makam, akıllarını başlarından almıştır. Çocuklarına iyi eğitim aldırmak için, moda olmuş bir yarışın içine girmişlerdir.
-Bütün bu boşa zamanlar, uydurulmuş hayatlar nasıl da bir yana savuruyor bizi. Oysa hayat gayet basit… Güneş, rüzgar, gökte ışıldayan yıldızlar, notaların tatlı sesleri, müzik ve yeşil dallar serinlik katıyor içime.
Düşüncelerini sevmeye başladı. Kuşkusuz düşündükleri hem doğruluk hem açıklık yönünden, benzerlerinden belki de kat kat üstündü. Kaldı ki, onun düşündüklerini düşünebilen kaç kişi var aramızda? Doğru ya da yanlış, uykularımızı kaçıran, bizi düşündüren, coşturan fikirlere ihtiyacımız yok mu?
Kimileri onun düşüncelerini haksız, kaba biçimde yargılayabilir. Kimi ise onlardan sihirli parıltılar yakalayabilir… Ne yapalım, insanlık hali işte.
*********
Öğrenci T. buraya uzak bir yerden gelmişti. Okulun yatılı pansiyonunda kalıyordu. Zihni gayet açık berraktı. Ne aç ne susuz, ne bahane arayan bir beceriksiz, ne de yorgunluktan, korkudan iz vardı üzerinde. Durmadan gözlemleyen, sorular soran biriydi. Asla gelişigüzel konuşmazdı; konuşmaya başlamak isteyince sözcükler ağzından önceden ölçülmüş biçilmiş halde, hazırlanmış olarak çıkardı. Kibar, kimseyi incitmek istemeyen biriydi. Ama bu özelliğinin, arkadaşları ve öğretmenlerinin büyük kısmı için pek de takdir edilir tarafı yoktu. Hatta buraya geldiğinin ilk günü koridorda, matematik öğretmeniyle karşılaşmıştı. Öğretmen ona:
-Sen de kimsin? Nerden geldin, diye sorunca, ses tonundan ürkmüştü.
-Ben uzaklardan geliyorum, diye cevapladı.
-Demek uzaklardan geldin?
-Evet.
– İnanılır gibi değil. Geldiğin yerde aynı okuldan var, dedi öğretmen ve bir süre durdu, öğrenci T.’yi ciddi ciddi süzdü. Sonra ekledi:
-İnşallah burada çekeceğin çileye değer.
Öğrenci T. gözlerini öğretmenden ayırmadan düşünmeye koyuldu. “ inşallah burada çekeceğin çileye değer “ sözünden üzüntü duydu. Hem de öyle gelip geçen bir üzüntü değildi. Uzun süre etkisinde kaldı, konuşamadı.
Oysa öğretmen anlamalıydı ki, öğrenci T. uzaktan gelmişti; onun avutulmaya, cesarete ihtiyacı vardı. İçten birkaç söz, tatlı bir gülüş, sevimli bir bakış göndermek, onu mutlu etmeye yeterdi… Ama ne yaparsınız, herkesten anlayışlı biri olmayı bekleyemezsiniz… Hatta her öğrencinin gelecek için çabaladığını, uykusuz kaldığını, kaygı ve endişe içinde olduğunu, üzerine basa basa açıklasanız bile neye yarar. Şöyle bir bakıp geçerler…
******
Şu tesadüfe bakın ki, garip bir rastlantıyla, buraya gelişinin beşinci ayında, bir çarşamba akşamı, yemekhanede aynı öğretmenle karşılaştı. Öğretmen masanın başında, derin düşüncelere dalmış, önünde kağıt kalem, uğraştıkça uğraşıyordu. Yorucu bir çalışmanın içinde olduğu belliydi.
-Kolay gelsin öğretmenim, diye selamladı.
Öğretmen, üzerine eğildiği kağıtlardan kaldırdı kafasını ve:
-Gel otur, gel, dedi. Yaklaş.
-Ne yapıyorsunuz?
-Görmüyor musun, çalışıyorum, dedi kendini beğenmiş bir gururla. Sonra ekledi:
-Şimdi sen neyi çalıştığımı da merak edersin. İyisi mi hemen söyleyeyim: Denklem çözüyorum. Bir denklemde bilinmeyenlerin sayısı ne kadar fazlaysa, çözümü de bu kadar uzun ve zordur. Yani uğraştırır… Ya da konuya şöyle bakalım: İçinde birden fazla eşitlik barındıran bir ya da iki veya daha fazla bilinmeyenli denklemlerin çözüm anahtarı, tıpkı hayatımızın seyri gibidir.
Bu açıklama öğrenci T.’nin tuhafına gitmiş olacak ki:
-Bir şey anlamadım, dedi.
-Tasalanma. Ben zihnini açarım senin. Birazcık bekle.
Öğrenci T. şaşkın, meraklı bakışlarla öğretmeni izlemeye koyuldu. Uzun uzun, sessizce izledi. Bilmiyordu ki, işine aşık bir matematikçi için yanında, sağında solunda bekleyen birinin önemi yoktu.
Neden sonra uyanan öğretmen böbürlenmiş bir edayla devam etti:
-… a üssü n eşittir a.a.a…… a, n tane ise, n tane sayısının çarpımı nedir?
Bir an için öğrenci T.’nin içinden, öğretmene, “ Hadi be, bu ne biçim izahat “ demek geçti, ama bu saygısızlık olurdu. Hem işine aşık birinin şevkini kırmak doğru olmazdı.
Öğrenci T. yeniden:
-Sanırım bu açıklamanızdan da bir şey anlamadım, dedi.
-Neden?
-Belki yeteri kadar uyuyamadığım için.
-Öyleyse bundan sonra iyi uyumanı tavsiye ederim. Uyku zihnin yorgunluğunu giderir.
-Peki.
Öğrenci T. sıkılmaya başladı. Gitmek istedi, ama öğretmenin açıklamaları devam ediyordu.
-Bir üslü eşitlikte tabanlar eşitse… Ya da şöyle diyelim: Üsler eşitse, üslerin tek ya da çift oluşu önem arz eder. Ya da tekse, diye devam eden öğretmen anlatımın sonunu getiremedi.
Öğrenci T. düşündü. Kendi kendine: “ Benim mi aklım almıyor, yoksa anlatılanlar mı aklıma ulaşmıyor? Oysa ben düzenli, planlı biriyim. Bıkıp usanmadan çalışır, kendimi denetlerim. Bu biraz sıkıcı, ama bugünün işini yarına bırakmak kadar zararlı değildir.”
Sonra:
-Öğretmenim, dedi. Başka bir yol deneseniz… Çözüm için farklı metotlar vardır mutlaka.
-Metot çok, dedi öğretmen. İstediğin kadar yol ve metot var… Zihni açan, beyinde fırtınalar koparan onlarca metot ki, öğrenci yorgun ve bitkin düşer.
Devamla:
-Ben, diye devam etti. Eğer çözüm yolunda tıkanırsam ya da yolun yarısında tökezlersem, suçu kendimde ararım. Kalkıp da sen niye çalışmadın, neden yapamıyorsun, demem.
Nasıl da alçak gönüllü, iyi bir öğretmendi böyle. Nasıl da açık sözlüydü. Açık sözlü ve doğru olduğu için de gerçeğin üstünü örtme becerisine sahip değildi ve Öğrenci T. birden öğretmenine derin bir sevgi, hayranlık duydu. Çünkü kendini yargılayabiliyordu… Bazıları dünyada binlerce, on binlerce çiçeğin olduğunu bilir, ama her çiçeğin renginin, kokusunun ve ışıltısının ötekine benzemediğini fark etmez. Ne de olsa bu bir yetenek ve anlama sorunudur…
Öğrenme ve öğretme her şeyden önce akıl ve yaratıcılığa dayanmalıdır. Sen kalkıp da hem kendini hem başkasını değerlendirmekten uzaksan ve gerekli şeyleri gereksizlikle değiştirirsen olmaz. Orada ne öğrenme kalır ne de öğretme…
Öğrenci T.:
-Peki, öğretmenim, dedi. Ben artık gitsem!
-Gideceksin tabi, ama endişelenme. İstediğin çözümü öğreneceksin.
-Bir daha ne zaman geleyim?
-Pek yakında gel, dedi ve ekledi: Öğrenmek kolaydır. En zoru öğretmektir. Eğer öğretebilmeyi öğrenebilseydik, işimiz kolaylaşır ve üslü eşitlikte tabanlar eşitse, üsler de eşittir sonucuna varırdık.
*********
Öğrenci T. ertesi gün Sosyal Dokumacının dersindeydi. Sosyal Dokumacı lafımdan kimse alınmasın. Bunu gelişi güzel söyledim. Hani tarihçi, coğrafyacı, felsefeci, dinci vs. gurubu var ya, ben bunlara sosyal dokumacılar derim, çünkü çok konuşurlar. Düşünmekten çok konuşarak zaman harcarlar. Ne yapalım, bu da onların mesleği…
Tarih öğretmeni savaş kazanmış bir komutan ya da hanedan edasıyla sınıfa girmişti. O derece heyecanlıydı ki, ayakta bekleyen öğrencilere “ oturun” demeyi bile unuttu.
– Günaydın arkadaşlar, dedi ve ardından başladı. Semerkant’ın, Buhara’nın, Maveraünnehir’in efendisi, o sabah nakışlı giysilerini giymiş, altın renkli tahtının önünde konuşuyordu. Sesi yeri göğü titretiyordu. Gözleri uzaklarda, ufukların ötesini gören kartal edasıyla, “ Haydi aslanlarım,” diye haykırdı.
Bu anda, öğretmenin coşku ve heyecanından etkilenmiş bir öğrenci, yerinden fırladı. Öylesine etkilenmişti ki, kendisini Semerkant’ta hissetti bir an ve kontrolsüz, kimseye aldırmadan bağırdı.
-İşte bu kadar öğretmenim. Hepsi bu.
Ama övgü beklerken öğretmen:
-Sözümü kesme, diye azarladı onu. Bir daha sözümü kesme! Yirmi yıldır bu işi yapıyorum, ilk defa sözüm kesiliyor. Ben ciddi bir öğretmenim. Saçma sapan tepkilerinizle uğraşamam. Öyle düş falan kudurtmaya vaktim yok.
Öğrenci yerine oturdu. Konuşmaya cesaret edemediği için, kendi kendine şunu düşündü:
-Kopardığı yaygaraya değse bari. Ciddiymiş…
Öğretmen devam etti.
-Evet, ne diyordum?
-Buhara, Semerkant falan diyordunuz, dedi bir öğrenci.
-Evet, tarih ortak belleğimizdir. Ve aynı zaman da ortak mirasımız… Milletler hafızalarından ve miraslarından vazgeçemezler. Her milletin böyle bir tarihi sorumluluğu vardır.
-Bu nasıl olacak?
-Unutmayarak… Ayakta kalmamızın şartıdır bu.
-Unutmayınca ayakta kalmış mı oluyoruz?
-Evet.
Öğrenci T.’nin aklı karıştı. Kendi kendine, “Öğretmenim galiba biraz duygusal takılıyor” diye düşündü. Eğer böyle bir işim olsaydı, geçmişi unutmayıp oralarda dolaşmaktansa, yarınım için bir iki şey öğrenmeyi tercih ederdim. Çünkü ben bugünde yaşıyorum.
*********
Din dersi öğretmeni dediğim dedik, çaldığım düdük biriydi. İnatçı mı inatçıydı… Onunla konuşmak, düşünmek, sormak gibi şeylerle uğraşmak zaman kaybından başka bir şey değildi.
Yarına ilgisi vardı, ama bu başka bir şeydi; tekdüzeliğinden sıkılıyordu insan.
*********
– Günaydın çocuklar. Ben Tarım ve Ziraat dersi öğretmeniyim. Hepinizi selamlıyorum.
Orta sıradan bir ses:
-Ya! Bu nasıl iş öğretmenim, diye sordu. Böyle bir ders var mı?
-Eskiden vardı. Günümüzde ise kimsenin pek önemsediği yok. Çünkü unuttuk. Çünkü androidlere yenik düştük.
-Yanlış duymadım galiba. Android mi dediniz?
-Evet… Yani optimize edilen işletim sistemi.. İnsanlar toprağa bakacakları yerde, androidlere bakarak zaman harcıyorlar.
-Çok yazık!
-Her neyse… Size dersimin amacını kısaca özetlersem: Toprağı ekme biçme işi, ürün ve mahsul alma; buğday ve bilcümle sebze meyve, tahıl işleme işini kapsar.
Bu anda:
-Enteresan, dedi bir öğrenci. Sonunda işe yarar bir dersle karşılaşabildik.
Öğretmen sınıfa şöyle bir göz attı ve devam etti. Bütün öğrenciler onu dikkatle dinliyorlardı.
-Tarım ve Ziraat dünyamızda önemli bir gelişme yok. Aksilik bu ya, gerileme var. Toprağa bir şeyler ekersen, bir şeyler alırsın. Bu iş için çiftçiler var, ama onların hayatı da eskisi gibi değil. Mekanize malzemeler, dijital göstergeler işlerini kolaylaştırdı, ama mutlu değiller. Çünkü toprak eski toprak değil.
Ön sıradan iki öğrenci birbirlerine bakıp gülümsediler.
-Öğretmen hafif sıyırmış galiba, dedi biri. Ne diyor bu ya, bir şey anladın mı?
Öğretmen devam etti:
-Birçoğumuz tarlayı tanımıyoruz. Yabancılaştık… Dolayısıyla toprakla uğraşmayı sevmiyoruz. İnsan ancak tanıyabildiği şeyleri sevebilir. Şimdi soruyorum size: Aranızda kaç kişi altın renkli buğday başaklarında titreşen rüzgarın sesini duymuştur?
Soruya cevap veren olmadı.
-Suç kimde, diye devam etti öğretmen. Toprağı küstürürsen, zehirler verirsen ve o da size istediğinizi vermezse suç kimde?
Bir süre durdu, sınıfa baktı. Sonra:
-Toprağı dost edinmeliyiz, dedi. Çünkü ondan başka kimse sizin için dişini tırnağına takıp çalışmaz. Size bir sır vereceğim.
Herkes pür dikkat kesilmişti. Çok önemli bir edayla söyleyeceği sırrı merak etti öğrenciler.
-Toprak bize değil, biz toprağa muhtacız.
-Sırrınız bu mu, diye sordu birkaç öğrenci şaşkınlıkla. Dikkat kesildikleri sırrı basit bir açıklama olarak karşıladılar ve bu da hayal kırıklığına neden oldu.
Meraklı bir öğrenci:
-Peki, öğretmenim, dedi. Toprakla ilgili uygulamalı birkaç ders yapsak mı?
-Ben sadece anlatırım, dedi öğretmen. Öğretmek ve uygulamak farklı şeylerdir. Toprağı ekme biçme benim işim değildir. Sözgelimi şeftalinin tomurcuğu ve çiçeğiyle uğraşamam. Ben şeftalinin masaya konulmasına bakarım. Masanın başından ayrılamam.
-Bu neden?
-Tüzük böyle… Eğer tüzük dışına çıkarsam, türlü sorunlar yaşayabilirim.
**********
Dil ve Güzel Sanatlar dersinin öğretmeni başkaydı. Konuşması, anlatımı güzel, ufku geniş bir hanımefendiydi. Her öğrenci gibi, öğrenci T.’nin de ilgisini çekmeyi başarmıştı.
İyi de bu ilginin nedeni neydi? Birinden bir yardım alırsınız, bu ilginizi çeker. Sıcak bir ilgiyle karşılaşmak da ilgimizi çeker. Bir şeyin güzelliği, albenisi aklımızı başımızdan alır ve ilgi duyarız. Bunların hepsi birer nedendir. Ama sanırım öğrenci T.’nin ilgisini çekmeyi başaran öğretmenin özelliği, onun düşünce ve olayları kavrama tarzında gizliydi… Herkesin aynı düşündüğü, aynı davranışlar sergilediği bir yaşam biçiminde farklı olmak elbette ilgimizi çeker. Muhtemelen neden buydu, ama belki başka şeyler de vardı. Bir kere Dil ve Güzel Sanatlar öğretmeni her gün rengârenk giysiler içinde gelirdi. Saçları omuzlarına dökülürdü. Bakımlı, narin biriydi. Yürüyüşünde, salınışında, bakışında incelik vardı.
-Dili düzgün kullanmak zorundayız çocuklar. Bu çok önemlidir. Kendinizi ifade etmenin ve yeteneklerinizi sunmanın biricik yolu dildir. Eğer ifade yoksa önemli olsanız da işe yaramazsınız.
-Peki, neden dili bu kadar önemsiyorsunuz?
-Başınıza türlü türlü işler açılmasın diye.
-Anlamadım.
-Anlamayacak bir şey yok. Kendimizi ifade etmek, sözcükleri doğru kullanmak önemlidir diyorum… İkincisi: Dili geliştirmek gibi bir sorumluluğumuz var. Bir dilin ilkel öz ve kaba yönlerini yontmalıyız.
Tam bu anda, arka sıradan bir homurtu yükseldi. Açıklama hoşuna gitmemiş olacak ki, homurdanan öğrenci oturduğu yerden:
-Bu sözler pek de uygun olmadı öğretmenim, dedi.
-Neden?
-Pişmiş aşa su katılmaz.
Öğretmen durdu. Bir süre ciddi ciddi öğrenciye baktı. Baktı, baktı ve öğrencinin neden böyle bir yargıya vardığını sordu kendine. Suç kimdeydi? “Sanırım kendimi ifade edemedim. Eğer siz kalkıp da A noktasından B noktasına gitmesi gereken birine, yolu düzgün tarif etmek yerine, eğip bükerek, oraya buraya saparak tarif ederseniz ve o kişi de yolu şaşırırsa suç kimde olur “ diye düşündü ve ekledi.
-Anlatmak istediğim bu değildi.
Durdu, sonra yeniden konuştu.
-Aslında bizi bu hale düşüren müfredattır, dedi.
-Müfredat nedir öğretmenim?
-Müfredat müfredattır. Akıl sır ermez. Sabah başka akşam başka.
-Neden?
-Çünkü YAP-BOZ…
-Çok mu sık değişir?
-İşin feci yanı kimse neden YAP-BOZ yaptığını bilmiyor.
-Çok acı…
-Bir kez daha işin feci yanı diyeceğim ki, bunca sık değişmesine ve her defasında yenilikçi umutlarla önümüze konulmasına karşın, yine de aynı yerde tepinip duruyoruz.
-Amma da iş yani! Bu müfredata aylar, yıllar nasıl dayanıyor?
-Dayanmıyor. Bu kadarla kalsa iyi. Belki bir saat sonra tekrar değişebilir.
-Neden böyle?
-Kimse bilmez ki… Eğitim Bakanı bile cevap bulamıyor.
-Müfredata Eğitim Bakanının baktığını sanırdım.
-Doğru. Bakıyor, ama görmüyor.
-Ah! Bu çok daha acı.
********
Size eğitimin önemi, gerekliliği ve nasıl yapılması gerektiği üzerine ciltler dolusu konuşmalar yapabilirim. Eğitim başka bir işe benzemez. İnsanlığın ilk çağlarından beri, yaşamın olduğu her yerde bu işle ilgilenilmiştir. Eğitim orduları, öğretmenler, öğrenciler vs. ne varsa düzenli düzensiz şekilde yerlerini almışlardır. Söz konusu eğitim olunca, bu işin nasıl yapılacağını bilen de bilmeyen de bir şeyler söyler. Ama mutlaka söyler. Çünkü önemlidir. Çünkü eğitimin insanı ve dünyayı şekillendirdiğine inanılmıştır. Hükümdarlar bile uyruklar yetiştirmek için eğitimi birinci sıraya almışlardır.
İyi, ama bu nasıl yapılmalı? Eğitim Bakanına öneri ve fikirlerinizi söyleseniz, muhtemelen ciddiye alınmazsınız. Çünkü işin başında kendisi olduğu için en doğrusunu o bilir. Ya da kendi beklentilerine uygun olmadığınız için kabul göremeyeceksiniz. Ama siz yine de vazgeçmeyin, ısrarcı olun. Taleplerinizi, önerilerinizi her fırsatta sunun. Kim bilir belki bir gün vaktinizin boşa harcanmadığını görebilirsiniz. Bana inanın!
*********
Öğrenci T. son zamanlarda, her zamankinden daha çok huzursuzdu. Yıllar önceki memnuniyeti, sevinci kalmamıştı. Yemeye, içmeye de ilgisi azalmıştı. Özellikle bitiş saatlerinden sonra koridorlarda, yemekhanede yalnız olur, duvarlara tavanlara, herhangi bir boşluğa ısrarla, uzun uzun bakardı. Öylece durup bakıyor, ne kimseyi görüyor ne duyuyordu. Bunu niçin yaptığı sorulduğunda:
-Çünkü rahatlıyorum, diyordu. Sevimsiz şeylerle göz göze gelmekten daha iyidir. Hayatımda önemli bir gelişme olmuyor. Bütün günler birbirinin aynı: Derse giriyoruz, dinliyoruz, çıkıyoruz. Doğrusu can sıkıcı.
Bir başka gün şunu söylüyordu:
-Bir şeyler öğretiliyor, ama kimse tam olarak ne öğretildiğini bilmiyor. Öğrenmenin görmeye, yaşamaya ihtiyacı vardır. Onu değerli kılan, uğruna harcadığımız zaman değildir. Zihnimizle, deneyimlerimizle kavradığımız an başarılı oluruz.
Bir yandan bu ve benzeri şeyler söylerken, diğer yandan en yakın arkadaşının ziyaretine bile sevinemiyordu eskisi gibi. Bütün bu ziyaretleri, gidip gelmeleri ağır yük olarak görüyordu. Kimin ne söylediği, ne anlattığıyla ilgilenmiyordu. Ve bu duruma daha ne kadar katlanacağını sorup duruyordu kendine. Kurtulmak için nasıl karar vermesi gerektiğini düşünmeye başlamıştı. Son günlerde hemen hemen vaktinin büyük kısmı, çözüm bulma üzerinde geçiriyordu.
*********
Okulun girişinde, bahçe içinde eski bir çardak vardı. Arkadaşıyla buraya oturdu. Kravatını gevşetti; kollarını yana açtı ve bitkin halde elini sallayarak:
-Bu yıl buraya gelişimin dördüncü yılı, dedi. Sesi yorgun ve hüzünlüydü.
-Bilmediğim bir şey var galiba, dedi arkadaşı. Neden bunu hatırlattın şimdi?
-İçimde sıkıntı var. Bütün bu zamanlar, geçen yıllar, bir yığın şey, hepsi neydi?
-Ne diyorsun, diye sordu arkadaşı. Bu ne demek?
-Dört yıl, kocaman dört yıl. Kayıp giden zaman geri gelmiyor.
-Geri gelmiyor. Biliyorum.
-Zamanın değerini onu yitirdikten sonra anlıyoruz.
-Evet.
-Eğer zamanı iyi kullansaydık, yıllara aylara ve günlere bakmak güzel olurdu. Böylece zaman denilen şeyin nasıl muhteşem bir akış olduğunu anlardık.
-Evet, ama neyi anlatmaya çalışıyorsun?
Cevap vermedi.
Başlangıçta her şey iyi giderken – ya da o böyle sanmıştı- şimdi tekrardan öteye geçmeyen, durgunlaşan tek düze bir öğrenmeye neden zorunlu olduğunu düşünmeye başlamıştı. Son zamanlarda bunu sık sık yapıyordu.
-Öğrenmek istiyorum, ama öğrenemiyorum, diye devam etti.
Arkadaşı ona baktı, uzun uzun baktı. Sonra içinden: “İnsan öğrenecek olsa, nerde olursa olsun öğrenir. Bu iş şansa ya da ötekinin lütfuna bırakılmaz. Söz gelimi elinize bir kitap alırsınız, sessizce bir köşeye oturursunuz, sayfaların içine dalmış halde kafanız, gözleriniz okuduklarınızla meşgul ise, mutlaka bir şeyler öğrenirsiniz. Bir fikir, bir ışık, bir şimşek çakması, ufak bir kırıntı yakalarsınız. Bunun bahanesi olmaz,” diye düşündü.
Öğrenci ise devamla:
-Yanlış yolda değilim, sadece yanlış yerdeyim, dedi.
Sıcak, aydınlık bir gündü. Bahçede öğrenci sesleri, gürültüler ve oyunlar; kimi sert acımazsız, kimi daha dikkatli, yumuşak tarzda oynuyor, gülüyor, çığlık atıyor… Hiç biri diğerine benzemiyordu.
Sonra tekrar devam etti:
-Ben de başka yerler ararım, oralarda devam ederim. Her kes için bir yol vardır.
Öğrenci T. acı çekiyordu. Saatlerce, günlerce düşünüyordu. Gün ışığında, gece karanlığında, yıldızlar parlarken, ay geceyi aydınlatırken hep düşünceliydi. Ona göre öğrenme, insanı geliştirme yüzünden güzeldir. Ufukları gösterirse daha da güzeldir. Onu bunca değerli kılan, bir yerlerde bir ışık, bir parıltı olduğu içindir.
Sonra bir ara:
-Artık gitme vakti geldi, dedi.
-Neyin vakti, ne diyorsun?
-Tam dört yıl oldu. Dört yıl önce burada başlangıç yaparken rüya gibiydi her şey. Rüyalar gerçek olmuyor işte…
Durdu, soluklandı, tekrar devam etti:
-Belki daha güzel olacak. Bakarsın yeni bir yerde, yeni başlangıç yapmışım.
Devam etti:
-İnsanın mutsuzluğunu giderecek bir şey kalmadığında, tek başına kalır insan. Yapayalnız…
Arkadaşı cevap vermedi. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı ve ona yardım edemiyordu. Ne yapsa ne etse yardım edemeyecekti, çünkü Öğrenci T.’nin içine mutsuzluk düşmüştü bir kere.
*********
Sonraki gün sabah, öğrenciler sınıfa girdiklerinde olağandışı bir şey göremediler. Nedense kimse öğrenci T.’nin oturduğu sıraya göz atmadı. Merak eden de olmadı. Ama bugün, yarın, sonraki gün öğrenci T.’yi görmediklerinde gerçeği öğrenmeleri uzun sürmedi. Birbirlerine onun nerede olduğunu sordular.
-Gitti, dedi içlerinden biri.
Şaşkınlıkla birbirlerine baktılar ve arkadaşlarının dediğini anlamaya çalıştılar. Ancak aradan bir süre geçtikten sonra:
-Gitmiş mi, diye sordular birbirlerine.
-Evet, gitmiş.
**********
- Eğitimin Geleceği (2) Haydar Uzunyayla (4. Katkı) - 12 Nisan 2022
- Ahmet Hamdi Bey Haydar Uzunyayla - 26 Mart 2022
- Eğitimin Geleceği 1 Haydar Uzunyayla (2. Katkı) - 16 Mart 2022