Öğretmen Okulları ve Edebiyat Şehriban Tuğrul

İnsanın olduğu her yerde öğrenme ve eğitim olmuştur. Bireylerin eğitimi önce aileden başlar. Çevre ve okul onu destekler.

Eğitimin ve öğretimin kalitesi, öğreten ve eğiten uzman kişilere bağlıdır. Okul uzman kişilerin bulunduğu ve örgün eğitim sisteminin uygulandığı yerdir. Örgün eğitimde öğretmen, devletin eğitim politikalarını uygulayan yetkili kişidir.

Öyleyse Öğretmen kimdir?

Bir milletin ruh ve karakter hamuruna şekil veren üretici bir insandır. Çağdaş, yeniliklere ve gelişmelere açık, sürekli kendini yenileyen devrimcidir. Öğretmen, toplumun aydınlanmasına katkıda bulunmaya iten güçtür. İnsanları seven, verdiği değerle onları yücelten kişidir. Topluma ve öğrencilerine karşı sorumluluk bilinci gelişmiş olan kişidir. Kısaca; öğretmenler, toplumun şekillenmesini sağlayan toplum mühendisleridir.

Eğitim uzun süreli bir yatırımdır. Öğretmen görevini yaparken; uzmanlık çalışmaları ve araştırmalarla iç içe olur, çalışmalara katkı sağlar. Eğitim verirken, yapılan en ufak hatalar ve yanlışlıklar toplumu felakete sürükler. Öğretmenlerin felaketleri önlemesi için duyarlı, sorumlu ve dikkatli olması gerekir.

Öğretmen yetiştirmek için asırlar boyu devletler tarafından çareler aranmıştır. Tarih boyunca her ülke kendi sosyal, fiziki, kişisel ihtiyacına göre eğitim ve öğretim konusunda bir yol bulmuştur.

TANZİMAT DÖNEMİNDE ÖĞRETMEN OKULLARI

Tanzimat Fermanı ve Eğitim:  Tanzimat’a kadar Eğitim, halka kadar inememiş belli çevrelerde kalmıştır. Öğretmen yetiştirme, insanlık tarihi boyunca sorun olmuştur. Bu süreçte öğretmenlik, bir meslek ve uzmanlık alanı olarak görülmemiştir. Osmanlıda, halkın eğitimi için; okuma bilmeyen, yarı okur-yazar ya da din adamları olan kişiler mahalle mekteplerinde temeli “din” olan eğitim ve öğretim vermiştir.
Saraylarda şehzadeler, devrin ulemalarından özel ders almıştır. Dersleri dini, fen- matematik b ve teknik konular üzerinedir. Padişahlar, başka ülkelerden ve kendi ülkelerden getirttirdikleri kitapları okurlar ve özel kütüphanelerinde toplarlardı.

Avrupa da, matbaa ve pusulanın gelişmesiyle Rönesans hareketleri başlamıştır. Rönesans sonunda; eğitimde, sanatta(hümanist düşünce öne çıkmıştır.) mimarlıkta, teknik ve sosyal yaşantıda yenilikler başladı. Osmanlı’nın Avrupa ülkelerine gönderdiği öğrenciler Rönesans’tan etkilendiler. Ülkeye dönünce yönetimde, düzenleme ve modernleşme olması için ayaklandılar.

Bu hareket sonunda Tanzimat dönemi başladı(1839). Yenileşmede eğitim, büyük gereksinim olarak görüldü. İlk önce, elit tabakaya verilen kaliteli eğitimin, halk arasında da yaygınlaşması istendi. Eğitim ve öğretimin düzenli şekilde ve nitelikli elemanlarla sunulması araştırıldı. Bu düşünce, devleti öğretmen yetiştirme arayışına yönlendirdi.

Eğitimin, uzmanlar tarafından verilmesi için 16 Mart 1848 Yılında ilk defa “Darülmuallimin” adıyla öğretmen okulları açıldı. Eğitimin kalitesinin arttırılması ve öğretmenlerin ihtisaslaşması için 1851 yılında dönemin eğitim bakanı Ahmet Mithat Efendi; “öğretmenler okulda yetişir, öğretmen adayları sınavla alınır ve onlara burs verilir” diyerek yatılı okulların temelini atmıştır. Öğrenci alımında sayıyı çok az tutmuştur. Haliyle mezun öğretmen sayısı az olmuş, açığını kapatmak için dönemin dışarıdan öğretmen ataması yapılmıştır.

Öğretmen okulları zamanla dallara ayrıldı. (Sıbyan)ilkokul mekteplerine, (Rüştiye) Ortaokula, liseye (Darülmuallimin-i idadi) ve yüksekokullara (darülmüalim-i Aliye) öğretmen yetiştiren kurumlara döndü.(Kaynak: Tahsin doğan)

İlk Kız Öğrermen Okulumuz Darülmuallimat

26 Nisan 1877 kız ilkokul ve ortaokullarına, kız öğretmen yetiştirmek için İstanbul’da Darülmuallimat adıyla kız öğretmen okulu açıldı. 1924’te adı değiştirilerek, Kız Muallim Mektebi oldu. Cumhuriyet dönemine kadar varlığını sürdürdü. 16 Mart 1848 tarihinde Rüştiyelere öğretmen yetiştirmek üzere ilk “Öğretmen Okulu” kuruldu. Türkiye de bu tarih öğretmen okullarının kuruluş tarihi olarak kutlanır.

Tanzimat Dönemi Edebiyatı ve öğretmen yazarlar: Yazarlar bulundukları devrin özelliklerini eserlerinde yansıtırlar. Öğretmen yazarlar, Halk için yazdılar. Eserleriyle, onlara okuma alışkanlığı kazandırdılar, yol gösterici oldular, vatan ve millet sevgisi aşılamaya çalıştılar. Kitaplarında, noktalama işareti kullandılar. Gazete çıkardılar. Tiyatro eserleri, roman, hikâye, şiir, araştırma yazıları yazdılar. Bu dönem Eserlerinde; gerçekçiliğe, doğa ötesi konulara, psikolojik tahlillere, romantizme yer verdiler.

Bu devrin yazar ve şairlerinden bir kaçı: 

Şinasi(1826-1871): Noktalama işareti kullanan, ilk batı tiyatro türünde “Şair Evlenmesi” eserini yazmış, ilk Tercüman-ı Ahval adlı özel gazete çıkarmıştır. Batı edebiyatı eserlerinden çeviri yaptılar.
Namık Kemal: Tiyatro ve şiir, Ziya Paşa; şiirlerinde divan edebiyatından kopamamıştır. Ama halk dilini de kullanmıştır.
Ahmet Mithat Efendi:(1844-1912) halk için ilk roman yazan kişidir. Evinde küçük bir matbaa kurmuş(lakabı: Yazı makinesi olmuş) ve Jön Türk romanı olmak üzere, yüzlerce öykü, gezi, anı, tiyatro ve ilk olarak Esrar-ı Cineyat adlı polisiye roman yazmıştır. Gazeteler çıkarmıştır.
0 (1832-1891) çeviri ve Dil ve Tarih alanlarında araştırmalar yapmıştır.
Abdülhak Hamit Tarhan: (1852-1931) şiir ve tiyatro türlerinde tam Batılaşma hareketinin ve yeniliklerinin asıl öncüsüdür. Eşi Fatma için yazdığı “Makber” şiirinde ilk metafizik(doğa ötesi) Türk şiiri yazmıştır.
Sami Paşazade Sezai: (1860-ah1936) Sergüzeşt romanında olduğu gibi eserlerinde, romantizme ve klasizme karşı olarak gerçekçiliği yani realizmi uygulamıştır.

Servetifunün edebiyatı: Tanzimat’ın ilk yıllarındaki edebiyatta yükselme sona erdi. Çünkü 1878-1908 ikinci Abdülhamit’in 30 yıl padişahlık yaptığı dönem olan baskı, istibdat dönemi başladı. Yazarlar korktuklarından; Batı kültürü örnekli eserler ve salon edebiyatına yer verdiler. Eserlerinde, ağır dil kullanmaları nedeniyle halktan koptular. Bazı yazarlar, baskı döneminin son yıllarında özgür yazdılar.

Tevfik Fikret (1867-1915): Özgür şairdir. Şiirlerinde doğa, aşk, vatan, millet gibi temalara yer vermiştir. Toplum için sanat, anlayışını benimsemiştir. Tarih-i kadim, Sis, gençlere yönelik şiirleri vardır.

Halit Ziya Uşaklıgil(1868-1945): modern anlamda Türk romanın kurucusudur. Gerçekçi anlatımı vardır. Aşk-ı memnu, Mai ve Siyah, Kırık Hayatlar…
Mehmet Rauf (1875-1931): Eserlerinde, aşk (romantizm),psikolojik tahlillere yer vermiştir.
Eylül, Genç Kız Kalbi önemli eserlerindendir.
Hüseyin Rahmi Gürpınar:(1864-1944) Bağımsız yazardır. Sokağı edebiyata taşıyan yazardır. Halk için yazmıştır. Yaşadığı dönemi, eserlerinde bütün gerçekliğiyle yansıtmıştır. Eserlerinde mizah yollu eleştiri yer alır. Kuyruklu Yıldız Altında Evlenme, Şıp Sevdi, Metres, Mürebbiye…
Ahmet Rasim(1867-1932): Bağımsız yazardır. Anı, fıkra, gezi, inceleme gibi çok yönlü konularda yazmıştır. İstanbul dilini eserlerinde kusursuz kullanmıştır. Edebiyatta batılılaşmaya çok kızmıştır. Altmış kadar besteleri olan sanatçıdır. Şehir Mektupları, Gülüp Ağladıklarım, Falaka Gecelerim… Gibi başlıca eserleri vardır.
Ahmet Haşim (1887-1933): Sembolizmden etkilenmiş. Türk edebiyatında Akşam Şairi olarak tanınmış. Merdiven ve O Belde şiirleri çok tutulmuştur.

Milli Edebiyat 1908 yılları ve sonrası:

Halk için yazılmaya başlanmıştır. Yurdun her kesimindeki olaylar ve insanlar eserlerde yansıtılmıştır. Sade dil kullanılmış. Milli ve Türkçülük konusu işlenmiştir.

Ömer Seyfettin (1884-1920): Milli edebiyat akımının çağdaş Türk öykücülüğünün öncülerindendir. Kaşağı, Falaka, Bomba, Yalnız Efe gibi yüzlerce hikâyesi vardır.
Ziya Gökalp: Milli akımın düşünce temelini atmıştır. Turancılık yani Bütün Türkçülük düşüncesini ortaya koymuştur. Türk sosyologlarındandır. Dili çok sade kullanmıştır. Kızıl Elma, Türkçülüğün Esasları Doğru Yol gibi eserleri vardır.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu: (1889-1974) eserlerinde başlıca tema; Türk topluluğunun yaşam tarzı ve sorunlarıdır. Yaban romanında kurtuluş savaşı döneminde köylünün durumu anlatılmıştır. Kiralık Konak’ta Tanzimat’la başlayan batılılaşmada üç neslin kuşak çatışmasını anlatmıştır. Eserlerinde yaşadığı dönemi gözlemleyerek, gerçekçi biçimde yazmıştır.

Reşat Nuri Güntekin: Eserlerinde sade, canlı diyaloglara yer vermiştir. Yanlış batılılaşmayı eleştirmiştir. Eserlerinde kötü karakterleri yermiştir. Yurdun bazı bölgelerindeki olumlu, olumsuz yönleri yansıtmıştır. Çalıkuşu, Yaprak Dökümü, Akşam Güneşi gibi çok önemli eserlere imza atmıştır.

Halide Edip Adıvar:  İngiliz Dili Edebiyat profesörüdür. Milli edebiyat akımının önemli hikâye ve roman yazarıdır. Kendisi kurtuluş savaşının ünlü hatiplerindendir. Eserlerinde kurtuluş savaşlarına yer vermiş, Türkçülük düşüncesini işlemiştir. Ateşten Gömlek, Vurun Kahpeye, Sinekli Bakkal, Türkün Ateşle İmtihanı gibi önemli eserleri vardır.

Faruk Nafiz Çamlıbel: Lirik tarzında şiir yazmıştır. Şiirlerinde aşk, memleket, yiğitlik, ihtiras tabiat konularını işlemiştir. Batılılaşmaya ve memleket sorunlarına yer vermemiştir. Behçet Kemal Çağlar ile birlikte “Onuncu Yıl Marşını” yazmışlar. Marş, Cemal Reşit Rey tarafından bestelenmiştir. Han Duvarları, Gönülden Gönüle, Akıncı Türküleri, Sanat… Gibi şiirleri vardır. 
Yahya Kemal Beyatlı: (1884-1958): Geçmiş değerlere bağlı, kendine özgü şiir yazmıştır. Çağdaş batı şiiriyle eski Türk şiirinin birleşmesini sağlamıştır. Aziz İstanbul, akıncı, Sessiz Gemi gibi şiirleri vardır. İstanbul Şairi olarak tanınır.
Mehmet Akif Ersoy
Nurullah ataç
Refik Halit Karay
Ahmet Hamdi Tanpınar
Arif Nihat asya
Sait faik abasıyanık

TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİNDE ÖĞRETMEN OKULLARI VE EDEBİYAT

Kurtuluş Savaşından sonra Cumhuriyet ilan edildi. Mustafa Kemal ATATÜRK, Cumhuriyetin sağlam temellere oturması için halkın eğitilmesi gerektiğine inandı. Bunun için eğitim alanında büyük çalışmalar ve yenilikler başlattı. 1924’te çıkarılan Tevhidi Tedrisat(Öğretimi Birleştirme Yasası) ve 439 sayılı Orta Tedrisat Muallimleri Kanunu ile eğitim sistemi ve öğretmenlik mesleği çağdaş bir boyuta getirildi. Eğitim ve Öğretim laikleştirildi. Bütün okullar Milli Eğitim Bakanlığına bağlandı. Okullarda cinsiyet ayrımına son verilerek karma eğitime geçildi.

1 Kasım 1928 yılında harf devrimi gerçekleştirildi. Arap harfleri kaldırılarak Latin harflerine geçildi. Atatürk, 24 Kasım 1928 yılanda kara tahta başına geçerek, halka okuma yazma seferberliği başlattı. O gün “başöğretmen” ilan edildiği için 24 Kasım “Öğretmenler Günü ” olarak kabul edildi.

Atatürk ulusal eğitimin yaygınlaşması için, öğretmenlere çok iş düştüğünü şu sözleriyle belirtmiştir. “Toplumumuzu gerçeğe ve mutluluğa eriştirmek için iki orduya gerek vardır. Biri, vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri ulusun geleceğini yoğuran irfan ordusu” Öğretmen okullarının sayısını ve kalitesini arttırdı. “Öğretmenler yeni nesil sizin eseriniz olacaktır.” ve “Öğretmenler! Cumhuriyet sizden fikri hür, irfanı hür nesiller ister.” Diyen Atatürk cumhuriyetin geleceğini, öğretmenlere emanet etmiştir.

Atatürk, başarılı öğrencileri, eğitim ve sanatta gelişmeleri görmeleri ve dönüşlerinde örnek çalışmalar yapmaları için yurt dışına gönderdi. Öğrencileri gönderirken; “Ben sizleri kıvılcım olarak gönderiyorum, sizler birer alev olarak döneceksiniz.” demiştir. Bu ilkeyle eğitim gören ve yurda dönen öğrencilerden bazıları, batılı tarzda kurulan okullara öğretmen oldular. Cumhuriyetle birlikte Türkiye’de öğretmenlik mesleği yeniden yapılandırılarak daha çağdaş bir gelişim sürecine girmiştir. 1924’te çıkarılan 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretimi Birleştirme Yasası) ve 439 sayılı Orta Tedrisat Muallimleri Kanunu ile hem eğitim sistemine hem de öğretmenlik mesleğine çağdaş bir boyut kazandırılmıştır. Türkiye’de ilkokullara öğretmen yetiştirmenin kaynağı, Köy Eğitmen Kursları, İlköğretmen Okulları, Köy Enstitüleri, İki Yıllık Eğitim Enstitüleri ve günümüzde de Eğitim Fakülteleri olmuştur.

Cumhuriyet Döneminde Öğretmen Yazarlar ve şairler:

Cumhuriyetin ilanından sonra edebiyatımız, çağdaş anlayışlar doğrultusunda gelişmesini başarıyla sürdürmüştür. Bu yıllarda Kurtuluş Savaşı’nın etkisiyle edebiyatta genel olarak Anadolu’ya bir yönelim başlar.
özellikleri
1- Yazı dilinde sadeleşme çabaları sürmüştür.
2- Toplumcu ve gerçekçi bir anlayış güdülmüştür.
3- Şiirlerde hece ölçüsü yer almıştır. Günlük konuşma dili kullanılmıştır.
Milli Edebiyat akımının etkisinde tam anlamıyla “yerli” ve “halka doğru” konular yazmışlardır.
Hikâye, roman ve tiyatro eserlerinde “yurt” ve “köy” sorunlarına yönelim başladı.

1940 yılında Orhan Veli Kanık, Melik Cevdet Anday, Oktay Rıfat “Şiir halka seslenmelidir “dediler İlhan Berk, Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreya halkın anlayacağı konularda şiirlerini yazdılar.

Kemal Tahir Eserleri: Roman: Yorgun Savaşçı, Devlet Ana
Yaşar Kemal: Genellikle Çukurova insanının hayat savaşlarını şiirli bir dille yazdı. Tezli romanı savunur.
Eserleri: Roman: İnce Memet, Yer Demir Gök Bakır, Teneke…

Fakir Baykurt

Fakir Baykurt: İçinde doğup yetiştiği köylülerin hayatını yazmıştır.
Eserleri: Roman: Yılanların Öcü, Tırpan, Kara Ahmet Destanı, Hikaye: Can Parası, Kaplumbağlar
Deneme ve Eleştiri
Nurullah Ataç: Deneme, eleştiri yazdı. Çeviriler yaptı. Türkçe’nin özleşmesi için yılmadan savaştı. Eserleri: Günlerin Getirdiği, Okuruma Mektuplar, Çankaya
Rıfat Ilgaz. Hababam Sınıfı, Sarı Yazma,
Yusuf Atılgan: Anayurt Oteli Oğuz Atay: Tutunamayanlar

KÖY ENSTİTÜLÜLERİNİN İKİ MİMARI

1- HASAN ALİ YÜCEL: Atatürk zamanında müfettişler, yurt dışına giden öğrencileri teftiş etmeye gider hem de oranın eğitim ve sanat konularında inceleme yapardı. O dönemin müfettişlerinden biri de Hasan Ali Yüceldi. Öğretim Birliği çerçevesinde, Mustafa Necati döneminde 1927 yılında, Hasan-Âli, Reşat Şemsettin (Sirer) ile birlikte “Mıntıka Müfettişleri” unvanıyla İstanbul’ da göreve başladı.

Hasan Ali Yücel

Maarif Emirlikleri, öğrencileri denetleme, araştırma ve inceleme göreviyle onu Paris’e gönderdi. Bu görev, batı uygarlığıyla ilk kez karşılaşmasını sağlar. Bu süre içerisinde, öğretim kurumlarını inceler ve Fransız kültürü üzerine araştırmalar yapar. Fransızcasını geliştirmeye çalışır, opera ve tiyatro sanatlarıyla ilgilenir. 1930’un sonunda, geniş bir inceleme ve araştırma dosyasıyla Türkiye’ye döner. 1936’da bu incelemesini “Fransa’da Kültür İşleri” adıyla yayınlar.

Müfettişlik döneminde, öncelikle “yazı ve dil sorunları” üzerine yoğunlaşır. T.Fikret’in batılılaşma (modernleşme) doğrultusundaki düşüncelerine ilgi duyar.

Atatürk’le Birlikte Gezi: Mustafa Kemal Atatürk, ülke boyutunda bir denetleme gezisine çıkmıştır(1931). O’na danışmanlık yapacak ve yönergeler çerçevesinde araştırmalarda bulunacak müfettiş olarak Hasan Ali Yücel görevlendirir. Mustafa Kemal, her zeki ve çalışkan kişiyi unutmazdı. Hasan Ali Yücel’le İzmir’de tanıştığını hatırlar.

Yolları Kayseri’ye uğradığında Mustafa Kemal, ders dinlemek için bir liseye davet edilir. Girdikleri sınıfın dersi felsefe ve öğrencilerin önünde yazarı Hasan-Âli olan ders kitabı bulunmaktadır. Mustafa Kemal, ders kitabını inceler. Arapça terimler boldur, anlaşılma güçlüğü vardır. Akşam yemeğinde, Hasan-Âli’ye bu sorunu çözmeyi düşünüp düşünmediğini sorar. Hasan-Âli Yücel, Dilde sadeleşme ve birliğin sağlanmasının kişisel girişimle değil, merkezi-kurumsal çalışmalarla olacağını söyler.

Başka bir gün Mustafa Kemal, yanında bulunanlara “Türk milleti ne zaman kendini kurtulmuş sayabilir?” diye sorar. Yanındakiler doğal olarak görüşlerini bildirirler. Sonra Hasan-Âli söz alır; “Paşam,” der; “Türk milleti ne zaman kurtarıcı arama ihtiyacını duymayacak hale gelirse o zaman kurtulmuş olur.” Mustafa Kemal, verdiği bu yanıtla kendisini takdir eder. Gezi dönüşü 12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulur. Hasan Ali Yücel bu kurulda görev alır.(T.D.K)

Batıdaki benzeri olarak kurulan, öğretim üyeleri yurtdışında okumuş kişilerden oluşan, Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’ne müdür olarak atanır.(1932) Gazi Eğitim Enstitüsü’nde, kendisinin hem arkadaşı hem de meslektaşı eğitimci İsmail Hakkı (Tonguç) da öğretim üyesidir. Yakın bir işbirliği içindedirler. 11 Kasım 1938’de İnönü Cumhurbaşkanıdır. 1938’de, Hasan-Âli Yücel, Cumhuriyet Halk partisinden milletvekili seçilir. Celal Bayar kabinesinde Milli Eğitim Bakanı olur. Özellikle Cumhurbaşkanı İnönü’nün desteğiyle, yakın çalışma ve dost grubunun katılımıyla büyük bir reform hareketi başlatır ve gerçekleştirir.

Başlıca Reformları: Öğretmenler arasında birliği sağlamak amacıyla tebliğler dergisi yayınladı. Devlet resim ve heykel sergisi açtı. Köy Enstitülerini kurdu, dilde sadeleşmeyi sağladı. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun(Anayasa kanunları) dilinin Türkçeleştirilmesine katkıda bulundu. Çeşitli dildeki kitapları çevirdi ve çevirttirdi. Ülkemizin bugüne gelişinde, O’nun dönemindeki bu reformların işlevi olduğu inkâr edilemez.
Eserlerinden bir kaçı: Davam, İyi Vatandaş İyi İnsan, Geçtiğim Günlerden, Türkiye’de Orta Öğretim

İSMAİL HAKKI TONGUÇ: 1914 Yılında tek başına Bulgaristan’dan İstanbul’a geldi. İstanbul Muallim Mektebinde yatılı okuyan öğrenci olarak mezun oldu. 1918 yılında Almanya’ya daha üst öğrenim görmesi için gönderildi. Dönünce Eskişehir Muallim Mektebinde öğretmenlik yaptı. Birkaç kere daha eğitim ve araştırma için yurt dışına gitti. Dönüşünde çeşitli okullarda öğretmenlik ve idarecilik yaptı.

İsmail Hakkı Tonguç

1926 yıllarında köy enstitüsünün temelini oluşturan ”İş için; iş içinde, işle eğitim” anlayışını geliştirdi. Dönemin Kültür Bakanlığına bu tezini sundu. Atatürk’ün desteğiyle eğitmenlik kursunu açtı. Bunun ardından ilk Köy Öğretmen Okulları açıldı. Açılan Köy Enstitüleri ile çok yakından ilgilendi. 25 Eylül 1946 da görevine son verildi. Talim Terbiye Kuruluğu üyeliğine atandı.

İsmail Hakkı Tonguç’un eğitime verdiği önem, kurtuluş savaşında öğretmenliği sırasında yaşadığı olayla bellidir. 1921 de Yunanlılar Eskişehir’i işgal etmiştir. O sırada İsmail Hakkı Tonguç’un sınıfını basıp taşkınlık yaparlar. Tonguç, Yunan askerlerine sert davranınca tartaklanır. Öğrencileri ayaklanınca, “Cahil bırakılan ülke işgal edilir, halkı köle yapılır, derse devam…” diyerek eğitimin önemini vurgular.

Kızların eğitimine çok önem vermiş ve kar-kış, gece-gündüz demeden yollara düşmüş ve köylerden kız öğrenciler toplamıştır.
İlgili bir anısı: Çaycuma’ya vardığım zaman kaymakamı makamında buldum. Kendisine Çaycuma’ya ilk defa geldiğimi, hiçbir yerde tanıdığımın olmadığını, ama yarım saat sonra Çaycuma’nın batı yönünde yaya olarak gideceğimi, ilk rastladığım köyden iki kız çocuğu, daha sonraki günlerde de, her gittiğim köyden iki kız çocuğu göndereceğimi söyledim.

Yaya giderken bir köye yaklaştığımda, dört tane ihtiyar kadının, topladıkları odunları, sırtlarında taşıdıklarını gördüm. Selam verdim, kendimi tanıttım ve şunları söyledim: “Devlet, köy okullarına kendi köyünden bayan öğretmen yetiştirmek istiyor. Devlet ona bahçe verecek, koyun verecek, inek verecek. Onların gelirleri öğretmenin olacak. Ayrıca maaş da verecek. Köyünüze öğretmen yetiştirmek için iki tane kız öğrenciyi devlet okutmak istiyor. Sebep olup da öğretmen olacak bu kız öğrencileri sağlarsanız, öldüğünüzde nur içinde yatarsınız. Peygamberimizin yardımıyla Yüce Tanrı sizi cennetinde mükâfatlandırır.” Din içerikli konuşmamın kadınlar üzerinde etkili olduğunu yüz mimiklerinden anlıyordum. Kadınlar kendi aralarında konuşmaya başladılar. Falanın öksüz kızı var, onu göndersek nasıl olur ki, filanın şusu var diye yorumlarda bulundular. Hâsılı köye vardığımızda, iki kız çocuğu bularak, köy bekçisi ile kaymakamlığa gönderdim. Her gittiğim köyden de ikişer kız öğrenci bulup gönderdim.”
Başlıca eserleri: Köyde Eğitim, İlköğretim Kavramı, Canlandırılacak Köy, Mektuplarla Köy Enstitüsü Yılları

KÖY ENSTİTÜLERİNİN KURULUŞU

Osmanlı döneminde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında köylü ve şehirli olarak ayrılan halk birbirinden tamamen bağımsız ve kopuk iki farklı kitleyi oluşturuyordu. Dönemin eğitimcileri bu duruma dikkat çekse de bunun için çok büyük adımlar atılmamaktaydı. Köylü eğitimden, yüksek hayat standartlarından, gelişimden, bilimden uzak kendi dünyasında yaşıyordu. İsmail Hakkı Tonguç, köylerin canlandırılması ve bu iki halkın arasındaki uçurumun kapatılması gerektiğini dile getiren eğitimcilerden biriydi.

Türkiye Cumhuriyetinin o yıllarında 40.000 köyü vardı. Köyler yeni kurtuluş savaşından çıkmıştı. Savaşta her vatandaş, varını yoğunu ordusuna verdiği için yoksuldu. Köylerinde okul olmadığı için eğitimsiz, cahil kalmışlardı. Köy Muallim Mekteplerinde yetiştirilen öğretmenlerin sayısı yetersizdi. Ancak 5000 kadar köyde ilkokul eğitimi veriliyordu.

Bu durumda, askerde okuma yazma öğrenen çavuşlara, altı aylık ‘Eğitmen Kursları’ açıldı. Başarılı olanlar ‘Köy Eğitmeni’ olarak köylerine gönderildi. Bu sistem zamanla yetersiz görüldü.
17 Nisan 1940 yılında 3803 Sayılı Yasayla Köy Enstitüleri kuruldu. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç; bu okulların, Türkiye’nin ilköğretim sorunlarını kökten çözeceğine inandılar. Amaçları: Köylüleri aydınlatıp, köyü yerinde kalkındırmaktı. Böylece köylerden şehire göç önlenecek, cehalet ve fakirlik yok edilecekti.
Bunun gerçekleşmesi için, zeki, becerikli ve sağlıklı köy çocukları sınavla bu okullara alınacaktı. Çocuklar, köylerinin fiziki ve sosyal ihtiyacına göre çok çeşitli dallarda yetiştirilerek beş yıl sonra köylerine geri yollanacaktı. Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç el ele verdiler. Köylerden topladıkları öğrencilerle birlikte, önce eğitim ortamı hazırlayacak sonra da bu ortamda eğitim yapacaklardı.

Öğrenciler; okullarını, yemekhanelerini, yatakhanelerini, hamamlarını, fırınlarını, hayvan ahırlarını, kümeslerini, seralarını, sinema ve müzik salonlarını, açık hava tiyatrolarını, tarım alanlarını, öğretmen ve işçi evlerini yaz-kış demeden kısa sürede yaptılar. Kısaca insanca yaşamak ve modern eğitim için, ortamlarını kendileri hazırladılar. Yaparak ve yaşayarak üretim ile eğitimi kaynaştırdıkları için Köy Öğretmen Okulu değil, bu eğitim kurumuna Köy Enstitüsü dendi. Milli Eğitim Bakanı ve İlk Öğretim Genel Müdürü gelişmeleri uzaktan seyretmediler. Her fırsatta yurdun en uzak bölgelerine gittiler. Oradaki öğrencilerin destekçisi, ailesi oldular.

HASANOĞLAN KÖY ENSTİTÜSÜ VE HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ

Öğretmene, yöneticiye ve denetmene ihtiyaç vardı. On bir Köy Enstitüsünden gelen öğrenciler, Hasanoğlan’nın çorak arazisine binalar yaparak 1942’ de 15. Köy Enstitüsü olarak, Hasanoğlan Köy Enstitüsünü ve Yüksek Köy Enstitüsünü kurdular. Vatansever insanların ve misafir öğrencilerin katkılarıyla yoklukta, imkânsızı imkânlı hale getirdiler. Çeşitli Köy Enstitüsünden Mezun olan başarılı köy öğretmenlerini seçtiler. Onları, Hasanoğlan Yüksek Köy enstitülerine göndererek Köy Enstitülerine öğretmen, yönetici ve denetmen yetiştirdiler.

“Vatanın dağlarında, bayırlarında, kırlarında hatta en ücra yerlerinde kendi başına açan ve solan çiçek bırakmayacağız ”diyen Hasan Ali Yücel, İsmail Hakkı Tonguç’la birlikte, vatanı rengârenk çiçeklerle donattılar.

Öğrencilerin babası olan Tonguç, elimden gelse bütün dünya okullarının programına “İnsanın, insanı sömürmemesi” üzerine ders koyardım demiş. Ve Köy Enstitülerindeki köy çocuklarına; kardeşlik, adalet, eşitlik, yardımlaşmak, birlik-beraberlik, emeğe saygı gibi en güzel insanlık erdemlerini kazandırmıştı.

Cumhuriyet kurulalı beri, Ankara 19 Mayıs stadyumunda “19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı” kutlanmaktadır. 450’yi aşkın Hasanoğlan Köy Enstitüsü öğrencileri ilk defa 1943 yılında milli oyun ekibi olarak bayrama katılırlar. Sahaya dimdik, disiplinli yürüyüşleriyle, rengârenk kıyafetleri ve marşlar söyleyerek girmeleri halkın heyecanlanmasına neden olur. Halk, onları ayağa kalkıp çılgınca alkışlar. Davul-Zurna eşliğinde, Türkiye’nin her yöresine ait halk oyunlarını oynaması halkı coşturur. Program bitene kadar ayakta ve ağlayarak alkışlarlar. Bazı vekiller bu tezahürattan hoşnut kalmazlar. Meclis toplantısında bir vekilin, “Köy Enstitülü gençler, kendilerini Atatürk sanıyorlar.” demesi üzerine, Hasan Ali Yücel de, “ O çocukların her birinin Atatürk olması, en büyük temennimiz” der.

Köy enstitülerinde, 14 yıl boyunca yetiştirilen (17000) on yedi bin öğrenci, köylerine öğretmen olarak gönderildiler. Köylerinin, tarıma, balıkçılığa, inşaata, madenciliğe uygun olmasına göre o dallarda halkı eğittiler. Hepsi, sağlık konusunda iğne vuracak ve ilk yardımı yapacak şekilde beceri gösterdiler. Köy enstitüsü Mezunları, okullarının öğretmeni ve halkın eğitmeni oldular. Onlara okuma-yazma, bilinçli tarım ve hayvancılık yapmayı öğrettiler. Köylüler, üretimde kendilerine yettikleri gibi fazlasını dışarıya satarak kendilerine gelir sağladılar.

Köy Enstitülerin başarısı, bazı kesimlerin korkmasına sebep oldu. Siyasilerin, toprak ağalarının, cahil halkın iftiraları ve baskıları ve tartışma konuları sonunda bu üretken okullar kapatıldı. Ne var ki, 1946’da bu öğretim kurumları tartışma konusu olmaları nedeniyle 1954’ te kapatıldı.

Köy Enstitüsünün son mezunlarının bazılarını atamadılar. İlköğretmen okulundan mezun az olunca yine öğretmen açığı ortaya çıktı. 1960 yıllarında küçük yerleşimlerin öğretmen açığını kapatmak için, başka okul mezunlarını ve askerliğini Yedek subay olarak yapanları, öğretmen olarak atadılar. 5 Ocak 1961 yılında ise ortaokulu bitirmiş 18 yaşını doldurmuş gençlere, kurs verilerek köylerine vekil öğretmen yaptılar. Yine Eğitim ve öğretimde bozulmalar başladı.

YÜKSEK ÖĞRETMEN OKULU

İlk eğitim enstitüsü Türkçe öğretmeni yetiştirmek amacıyla 1926-27 öğretim yılında Konya’da açılan Orta Öğretmen Okulu (“Orta Öğretmen Yetiştirme ve Eğitim Fakülteleri Muallim Mektebi”) olmuştur.

Bir yıl sonra bu okul Ankara’ya taşınarak adı 1929-1930 öğretim yılında “Gazi Orta Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü” olarak değiştirilmiştir. Daha sonra artan öğretmen açığını kapatmak için 1940’tan başlayarak yurdun çeşitli yerlerinde yeni eğitim enstitüler açılmıştır. Sonra öğretim süreleri 4 yıla çıkarılarak adları, “Yüksek Öğretmen Okulu oldu.

1959’da Ankara’da 1964 yılında da İzmir’de olmak üzere iki yüksek öğretmen okulu açılmıştır. Bu okullara, ilköğretmen okullarının ikinci sınıfından, not ortalaması yüksek olan başarılı öğrenciler alınıyordu.

Köy edebiyatı: Köy Enstitülerinde yetişen köy kökenli yazarlar, konularını daha çok toprağa bağlı insanların hayatlarından alan eserler yazarak Anadolu köylerine ve kasabalarına daha etkili bir şekilde dikkat çekmişlerdir. Bu yazarların eserleri, kırsalı kendi şartları içinde geliştirme ve Anadolu insanını kalkındırma düşüncesini yaygınlaştırır.

Köylerdeki ekonomik sömürüyü, yoksul köylü-zalim ağa çatışmasını, düzene başkaldıran köylüleri, töreleri ve kan davalarını ortaya koyan eserler yazdılar. Bunlar arasında Sarı Traktör (1959) romanıyla Talip Apaydın’ı, Yılanların Öcü romanıyla da Fakir Baykurt’u sayabiliriz. Mahmut Makal’ın 1950’de yayınlanan Bizim Köy kitabı, köy romanı üretimine bir hareket, bir hız kazandırmıştır.

Yaşar Kemal

Yaşar Kemal de yurt içinde ve yurt dışında çok yankılanan romanlarıyla büyük bir ün kazanmış toplumcu gerçekçi yazarlardandır. Teneke ve İnce Memed romanlarından başlayarak günümüze kadar yazdığı yirmiden fazla romanı çeşitli dillere çevrilmiştir.

Aziz Nesin: Mizahi hikâye ve romanlarıyla toplumcu gerçekçi edebiyatta önemli bir yer işgal eder. Toplumdaki aksayan yönleri, yergiye elverişli tarafları, türedi, zıpçıktı tipleri abartılı, zaman zaman da ironik bir dille eserlerinde anlatır.
Abbas Sayar, Dursun Akçam, Fakir Baykurt, Hasan Kıyafet, Kemal Bilbaşar, Kemal Tahir, Ümit Kaftancıoğlu. 

Anadolu ve Köy Romanları

Bu edebiyat anlayışı 1980’lere kadar özellikle roman alanında varlığını güçlü bir biçimde sürdürdü.
Sabahattin Ali ve Mahmut Makal Anadolu’ya yönelmekle, ne anlattığı kadar nasıl anlattığına da önem veren nitelikli roman ve hikâyeleriyle toplumcu gerçekçilerin öncülerinden kabul edilmiştir.

Mahmut Makal

Toplumcu gerçekçi anlayışla eser vermiş başlıca yazarlar şunlardır:
Abbas Sayar, Aziz Nesin, Dursun Akçam, Fakir Baykurt, Kemal Bilbaşar, Kemal Tahir,
Mahmut Makal, Mehmet Şeyda, Muzaffer İzgü, Necati Cumalı, Orhan Hançerlioğlu
Orhan Kemal, Sabahattin Ali, Sadri Ertem, Samim Kocagöz, Talip Apaydın, Yaşar Kemal

Köy Enstitülülerin Anılarından Örnekler

Sabri Kurt (Savaştepe, 1946)
“Bizim sınıfın nöbetçi olduğu hafta ben tuvaletlerin nöbetçisiydim. O zaman alafranga tuvalet yoktu. Tuvaletlerin biri tıkanmış. Ne kadar su döktümse de açılmadı. Temiz su göllendi ama tuvalet tıkalı, açılmıyor, döktüğüm sular tuvaleti açmaya yetersiz.
Okul müdürümüz Sıtkı Akay geldi, durumu gördü. Sağ kolunu dirsekten yukarı sıvadı, elini delikten içeri sokup paçavra çıkardı. Birikmiş su foşş diyerek boşaldı. Sonra müdür elini kolunu sabunla yıkadı, gitti.”

Yusuf Ziya Özdemir (Savaştepe, 1951)
“1947 yılında 2/C Şubesi olarak nöbetteydik. Ben meydanlara bakıyordum. Armutalan köyünden Sabri Yılmaz da Müdür Sıtkı Akay’ın odasında görevliydi. Sıtkı Akay öğle yemeğindeyken postacı geldi ve müdürün odasına bir paket bıraktı. Sıtkı Akay daha yemekten gelmeden iki fötrlü kişi gelip müdürün odasına bırakılan pakete el koydu.
Sonra öğrendiğimize göre o pakette sol yayınlarıyla ilgili kitaplar varmış, gelen kişiler de bakanlık müfettişleriymiş.
Amaç okul müdürünü görevden alma tezgâhlarıymış. Tonguç’u görevden alan Şemsettin Sirer’in Enstitü Müdürlerini yeme tekniklerinden biriymiş.
Kısa bir sonra kurucu müdürümüz Sıtkı Akay görevden alınarak Bursa Milli Eğitim Müdür Yardımcılığına sürüldü.”

Ali Sait Oksar (İvriz, 1948)
“Gece meydan nöbetçisiydim. Saat 02’de okula bir cip geldi. İçinden İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç indi. Yanına gittim. ‘Hoş geldiniz’ dedim.
Çok kısa bir konuşmadan sonra ‘Benim geldiğimi kimseye söyleme’ dedi. Cipe girdi, battaniyeyi üzerine aldı, ‘Biraz uyuyacağım’ dedi. 

Köy Enstitüsü Yılları”, Talip Apaydın’ın
“… Biz Köy Enstitüsü öğrencileri amaç olarak köylerin kalkındırılması, okutturulup uyandırılması için yetiştiriliyorduk. Bu fikirleri tehlikeli bulan çevreler önünde biz daha baştan damgayı yiyorduk. Hele şehirlerden uzakta, yalnız köy çocuklarını alan, başka okullara pek benzemeyen, kız-erkek çocukları bir arada çalıştırarak eğiten enstitüler geri kafalı kişileri yerinden sıçratıyor, tüylerini diken diken ediyordu. Yazarak, çizerek, konuşarak, yoğun bir enstitü düşmanlığı yavaş yavaş yayılıyordu… Bu tür itişmelerin iyice yoğunlaştığı günlerde bir toplantıda, durum genel müdüre de açıklandı. Bir arkadaşımız kalktı:
– Efendim biz birbirimizi yiyoruz, dedi. Biz birbirimizi boğazlayacak hâle geldik. Kimimiz sağcı olduk, kimimiz solcu, bunu bilmiyor musunuz? Enstitüden her gün şikâyetler ihbarlar gidiyor. Şu toplantıda konuşulanlar bile yarın yerine ulaştırılacak. Emniyete, milletvekillerine hatta BMM Başkanı’na ulaştırılacak. Nedir bu hâl? Bize bir yol gösterin. Ne olacaksa bunu bize söyleyin.
Hakkı Tonguç acılı bir yüzle dinledi bunları. Sonra uzun uzun kafasını salladı:
– Ben sizinle bu konuda kapalı-açık konuştum, dedi. Siz ateşle oynuyorsunuz. Yapılamaz sanıyorsunuz ama bir gün bu enstitüleri kapatırlar. Hiç değilse temelden değiştirirler. Siz okudunuz, kurtuldunuz ama sizden sonraki köy çocukları okuyacak okul bulamazlar. Anlıyor musunuz? Aklınızı başınıza toplayın. Binanın temelini oyan fare olmaktan vazgeçin. Köy Enstitülerini siz koy çocukları kendiniz yıkacaksınız, dikkat edin.
Talip Apaydın, “Hâlâ beynimde uğuldar bu sözler” diyor, şöyle anlatıyor gelişmeleri:
Gene de bırakmadı bu arkadaşlarımız, ihbarlarını, yalan yanlış iftiralarını sürdürdüler…

Apaydın, 1945’li yılları anlatıyor:
… Gene o günlerde idi, BMM Başkanı Kazım Karabekir, yanında başka milletvekilleri enstitüye geldiler. Yüzlerinde korkunç suçlar yakalayacaklarmış gibi bir anlam, oraya buraya baktılar. Sorular sordular, cevapları dinlediler. Adamlar öyle doldurulmuşlardı ki Kazım Karabekir iki de bir ‘Ruslarla olan ilişkilerimizi anlatın’ diyordu. Sanki ‘Biz Rusları çok severiz, Ruslar bizim dostumuz’ diyecektik. Bu karşılığı almak için soruyordu. Ama alamıyordu. Tam tersi, Katerina’dan, Baltacı’dan başlayarak Kars, Ardahan olaylarına kadar geçmiş savaşları, Türk-Rus düşmanlığını anlatıyorduk. Doğru mu söylüyoruz, diye yüzümüze dikkatli dikkatli
bakıyordu.
Ne aradılarsa nereden tutturdularsa aradıklarını bulamadılar.
Güzel sanatlar kolu salonunda ufak tertip bir konser verdik. Piyano, keman… Ama bunlar açmıyordu adamı, eliyle işaret edip durdurdu.
–     Tonguç Baba diye bir marşınız varmış. Onu söyleyin bakalım, dedi.
Bu da nereden çıktı gibilerden birbirimize bakıştık, böyle bir marş bilmiyorduk.
–      Efendim böyle bir marş yok. Biz bilmiyoruz.
–      Var var. Duyduk biz. Söyleyin.
–      Vallahi yok efendim.
–      İnanmıyordu…
Öğrencimiz anlaşmışsa mesele yok, elbette vereceksin tuğlaları

Hamidiye’de, Mahmudiye’de binaların tuğlalarını öğrenciler yapıyor. Bir gün ocakta tuğla bitmiş, tuğla taşıyıcılar bunu bina yapımında çalışan Ali Yılmaz’a söylüyorlar. Tuğla bittiyse, iş de bitti demek. Tuğla yapımı kolay iş değil, zaman ister, ama bina yapımı duramaz. Ali Yılmaz, bir koşu, Seydisuyu kıyısındaki Sabri Usta’nın tuğla ocağına gidiyor, ondan 5 bin (5000) tuğla istiyor. Fiyatta da anlaşıyorlar, bin tanesi on lira…

Ama Sabri Usta bir öğrenciye nasıl güvensin, doğru müdüre gidiyor,
“Ali adında bir çocuk geldi, benimle pazarlık yaptı, bini 10 liradan, vereyim mi?”
“Pazarlık yapıp anlaşmışsınız, elbette vereceksin… Ali’nin 5 bin tuğlayı teslim aldığına ilişkin imzalı yazıyı getir, paranı alırsın.” (Yılmaz. 1993: 44)

Azık torbasında Antigone

İsmet İnönü, Savaştepe Köy Enstitüsü’nde yanındakilerle gezinirken, boz giysili kümes nöbetçisi bir öğrenciyi (Hatice Kolukısa) görünce merak edip azık torbasını açtırıyor. Torbadan peynir, ekmek ve Sofokles’in Antigone’si çıkıyor.  İnönü, yanındaki 2. Ordu Komutanı Abdurrahman Nafiz Gürman’a “Paşam, bu klasikler yeni çıktı. Bak, benim çocuklarım Antigone’yi okuyor. Bir gün köylü, kentli, erler, paşalar da böyle bir kitabı kumanyasına katarsa Türkiye işte o gün kurtulur”
Biz amele değiliz, öğretmeniz, iş üretiyoruz
Yıl 1947, Haziran ayı… Osman Bolulu Akpınar Köy Enstitüsü’nü bitirmiş, ama ayrılmamış,  yarım kalmasın diye yapı işinde çalışmayı sürdürüyor. O arada bir küme insan geliyor, en öndeki Bakan Reşat Şemsettin Sirer,
     “Kolay gelsin!”
      “Sağ ol!”
     “Sizi yakında amelelikten kurtaracağız.”
     Bolulu karşılık veriyor,
     “Biz amele değiliz, öğretmeniz, iş üretiyoruz.”
     Bakan uzaklaşırken söyleniyor,
     “İblis, sen dersini almışsın. Özellikle senin gibileri adam edeceğiz.”
 Müdür, Bolulu’ya sesleniyor “İn evladım”. Bolulu kötü bir şey olacağını sanıyor, inmiyor. Müdür gene seslenince inip müdürün yanına geliyor. Müdür, gözleri yaşlı, “Sağ ol evladım, sağ ol!” diyerek Bolulu’nun alnından öpüyor, gözyaşlarını silerken konukları uğurlamak için seğirtiyor. (Makale, 1993: 12)

BİLEMEMİŞİZ SİZİN KIYMETİNİZİ

1953-1954 eğitim yılında, yazılı ve sözlü sınav sonunda yalnızca 40 öğrenci almıştı; Antalya yakınındaki Aksu Köy Enstitüsü. Sınıfta kalan 4 öğrenciyle birlikte 44’tü mevcudumuz.
Oysa bizden üstteki sınıflar en az iki şube idi. Üç ya da dört şube olan da vardı. Aksu, niçin az öğrenci aldı o yıl, bilmiyordum.

Akşam yemeğinden önce 60 dakika süren bir etüt saati vardı. Derslerde olduğu gibi bu çalışma süresinin başlaması ve bitişi de kampana çalınarak duyurulurdu.

Dersliklerin bulunduğu bir tepede yaklaşık bir buçuk metre yüksek bir direkte asılı kocaman bir çan vardı. Ben diyeyim 50-60, siz deyin 70-80 santimetre genişlikte…
Ve yanında keser sapı gibi demir bir sopa…
O sopayla çana vurdunuz mu, okulun her yerinden duyulabilen “dan, dan, dan” diye bir ses çıkarırdı. “Kampana çaldı”, ya da “Kampana vuruldu” denirdi buna.
Bilinen saatler dışında 3-5 kez değil de 10-15 kez çalarsa, sözgelişi yangın gibi “olağanüstü bir durum”var demekti ki, nerde olursak olalım, koşarak toplanırdık hemen, bayrak direğinin bulunduğu meydanda.
“İyi de, kim çalardı bu kampanayı?” diyeceksiniz.
O hafta, bu işle görevli olan nöbetçi öğrenci elbette… Ve onu yönetip denetleyen, son sınıflardan o hafta için seçilmiş “Öğrenci Başkanı…”
Düşünüyorum da şimdi, altı yıl boyunca hiçbir gün yanlış çalmadı o kampana.
Ne daha erken, ne daha geç…
Nasıl sağlanmıştı bu düzen, nasıl korunuyordu bu dakiklik? Bunu hiç düşünmemiştim o zamanlar.
Akşamları birinci etütten sonraki kampana, yemek saatini bildirirdi. Dersliklerin hemen yakınındaydı yemekhane. Meşin kaplı 10 kişilikti yemek masalarımız. Her gün bir arkadaş nöbetçi olur, masanın ortasına otururdu o gün.
Genellikle üç çeşit yemek olur, yemekler karavana denen büyükçe bakır çanaklar içinde öğrenciler gelmeden masalara konurdu. O masanın o günkü nöbetçi öğrenci, her yemeği arkadaşlarının uzattığı porselen tabaklara kepçeyle eşit olarak dağıtırdı. Önce çorba içilirdi. Mevsimine göre taze sebze ya da kuru fasulye, nohut gibi etli ya da kıymalı ana yemekten sonra pilav, makarna, tatlı, hoşaf türü üçüncü yemeğe gelirdi sıra.
Her öğrenciye bir bütün ekmeğin dörtte biri, yani çeyrek ekmek verilirdi. Yemek bitip de masa boşalınca, nöbetçi öğrenci karavana, bıçak, çatal, kaşık ve su bardaklarını bulaşıkhaneye götürüp verirdi.
Masaların ince temizliği beşinci sınıf öğrencilerinden seçilen “Yemekhane Başkanı”nın gözetiminde nöbetçi öğrenciler tarafından yapılırdı.
Öğretmenlerimizle, müdür yardımcıları ve müdürümüz de aynı yemekhanede aynı yemekleri yerlerdi. Onların bizden tek farkı, ayrı bir kapıdan girip çıkarlar, bir de yemekleri karavana ile gelmez, servis edilirdi.
Yemekhaneye girmeden önce dört yerde ikişerden sekiz musluk bulunurdu. İsteyen yemeğe başlamadan elini, çıktıktan sonra da elini ve ağzını yıkardı.
Dersliklerin bulunduğu binalarda tuvalet yoktu. 100 metre kadar uzaktaydı tuvaletler.
Üç yatakhane binamız vardı. Tuvaletler üçünün de içindeydi onların.
Enstitünün kuruluş yıllarında yine öğrencilerin yaptığı yaklaşık 25 öğretmen lojmanı yatakhanelere yakındı. Müdür lojmanı birinci yatakhanenin üst katındaydı. Aynı yatakhanenin bir bölümü de revir ve muayenehane idi.
Şen şakrak bir bayan doktorumuz ile erkek bir hasta bakıcımız vardı. Bedia Kervancıoğlu idi doktorumuzun adı.
Akşam yemeğinden önceki ilk etüt “serbest okuma saati” idi. Her gün, her öğrencinin bir saat boyunca gazete, dergi, ders dışı roman, öykü, şiir türü bir kitap okuması içindi o etüt. 1940’tan başlayarak Köy Enstitüleri’nin kuruluş yıllarında çok önem verilirmiş; bu serbest okuma saatine. Ancak 1946’dan, hele hele 1950’den sonra iyice tavsamış.
Nöbetçi öğretmenler, etüt saatlerinde sınıfları dolaşırdı ama ders dışı kitap okuyup okumadığımıza bakmazlardı hiç. Dahası, Türkçe-Edebiyat öğretmenleri de ilgilenmeyince, çoğu arkadaşımız ders çalışarak değerlendirirdi bu etüdü de.
İlk etüt bitince akşam yemeği yenir, bir saat sonra da ikinci etüt başlardı.
Kampana vurunca etüt biter, yatakhanelere gidilirdi. Ama her derslikte bir nöbetçi öğrenci kalır, sınıfı baştan başa iyice temizlerdi. Yerleri hafif ıslatarak süpürmek, sıraların tozunu silmek, çöp kutusunu boşaltmak onun göreviydi.
Kısaca şöyle söyleyeyim: Dersliğimizi olduğu gibi yatakhane, yemekhane, tuvaletler ile okulumuzun tüm meydan ve yollarını da biz temizlerdik. Doğrusu da bu değil miydi?
İşte o günlerden beri, hiçbir yere kâğıt da atamam ben, çöp de… Ceplerinde üniversite diploması taşıyan pek çok erkek ve kadının, içtiğin sigaranın izmaritini, yediği çikolatanın ambalajını, içtiği kolanın şişesini bindiği lüks arabanın penceresinden fırlattıklarını gördükçe, ağız dolusu küfür etmek geliyor içimden ama bunu beceremediğim için, “Yazık size o diplomaları verenlere! Yazık eğitimi bu duruma getirenlere!” demekle yetiniyorum.

Ah be Köy Enstitüleri! Ah be onların devamı olan Öğretmen Okulları, Eğitim Enstitüleri ve Yüksek Öğretmen Okulları!

Sizler gerçek bir eğitim yuvasıymışsınız da değerinizi anlayamamış, kıymetinizi bilememişiz sizin.

Bunu hâlâ anlayamayanlara, anladığı halde şu ya da bu nedenle kılını bile kıpırdatmayanlara ne desem, bilmem ki! (HÜSEYİN ERKAN)

Milli eğitim bakanının görevi okul açmaktır, okul kapatmak değil
Ne yazık ki, bizde, görevinin okul kapatmak olduğunu sanan ME bakanları vardır. Bunlardan biri, 1946’da ME Bakanı Hasan Âli Yücel’i gönderip O’nun koltuğuna oturtulan Reşat Şemsettin Sirel… 

Okulun kapatılacağını öğrenen öğrenci temsilcileri, “Köy Enstitüleri benim en büyük eserimdir. Ömrüm oldukça onları koruyup kollayacağım.” diyen Cumhurbaşkanı İnönü’yü ziyaret etmek isterler. Çankaya Köşkü’nün kapısına kadar varırlarsa da içeri alınmazlar.
Daha düne kadar, her fırsatta Hasanoğlan’a gelip öğretmen ve öğrencilerle bir arkadaşmış gibi konuşup onların çalışmalarına övgüler yağdıran İnönü’nün bu tutumu, öğrencileri büyük bir hayal kırıklığına uğratır.Kendi gözleriyle görürler ki, güvendikleri dağlara da çoktan kar yağmış meğer!

Hiçbir anlam veremezler; İnönü’nün bu tutumuna. Düne kadar okullarına gelip onları tarlada, bağda, bahçede, ahırda, atölyede, laboratuvarda, Açıkhava Tiyatrosunda, resim, müzik, edebiyat başta olmak üzere tüm güzel sanatlardaki üstün başarılarını görüp takdir eden bir insan, nasıl değişebilirdi; böyle yüzde yüz hem de!

İyi de Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü öğretmen ve öğrencileri, kötü sayılan, hoş olmayan ne yapmıştır da kapanmayı hak etmiştir? Bugüne kadar, kimse verememiştir; bu sorunun yanıtını.

1948’de Prof. Şemsettin Günaltay’ın başbakan olduğu yeni bir hükümet kurulur. Bu kabinede Millî Eğitim Bakanı Prof. Tahsin Banguoğlu’dur.
Yeni ME Bakanı boş duracak değil ya. Kendinden önceki bakan, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nü kapattığına göre, O’nun da en az bir yüksekokul kapatması gerekiyordu. 7 yıl, 7 ay Milli Eğitim Bakanlığı yapan Hasan – Âli Yücel, kabinesinde yer aldığı başbakanı Prof. Şemsettin Günaltay’ şair Cahit Külebi, yazar Reşat Nuri Güntekin ve Behçet Necatigil gibi değerli insanları yetiştiren, 1891’de İstanbul’da “Dârülmuallimin-i Âliye” adıyla kurulup 1934’te “Yüksek Öğretmen Okulu”na dönüştürülen okulda kapatıldı.

İLKÖĞRETMEN OKULLARI ve KAPATILMASI

1954 yılında kapatılan Köy Enstitüsü yerleşkelerine İlköğretmen okulları açıldı. İlköğretmen okullarına, köy çocuklarından yapılan iki sınavla zeki öğrenciler alındı. Öğretim yılı altı yıla çıkarıldı. İlköğretmen okullarında okuyanlar, Köy Enstitülü öğretmenler tarafından yetiştirildikleri için mezun olanlar; Köy Enstitülerinin ruhuyla ve azmiyle eğitimde çığır açtılar. Görevde olan köy enstitülü köy öğretmenleri onlara rehber oldu. Bu yıllarda köydeki kız çocukları ilkokula devam ettirildi. Ortaokul ve Yatılı okullara kız çocuklarının gönderilmesi sağlandı. Yetmişlere doğru Yatılı okullara, velilerin tutucu zihniyeti değiştiğinden talep arttı. Devletin maddi ve manevi katkısıyla; çocuklarının kısa zamanda mesleğini eline alması ve saygın birey olması yoksul velileri memnun ediyordu.

1973 yılında; 1739 sayılı M.E Temel kanunu çıkarıldı. Bu kanuna göre, ‘Öğretmenlerin en az; ön lisans ve yükseköğrenim seviyesinde eğitim almaları kararı alındı. Buna dayanarak ilkokuldan sonra altı yıl olan İlköğretmen okulları yedi yıla çıkarıldı. Çünkü üniversiteye girmesi için lise fark dersleri vermesi gerekiyordu. Yedi yıla çıkarmakla lise fark derslerini okutarak lise mezunu yaptılar. 1974 yılında öğretmen okulları mezunları ilk defa üniversite sınavına girdiler. Öğretmen okulları 1976 yılında kapatıldı. Yatılı Öğretmen Anadolu Lisesi sonra da Öğretmen Liselerine çevrildi.
Ben beşinci sınıftayken sınav kazanan hemşerim kızlar Hâsanoğlan’a geldiler. Öğretmen olmak için gelen bu kızlar öğretmen değil lise mezunu oldular. Çok az kısmı lise mezunu olarak iş bulup çalışmaya başladı. Çoğunun ailesinin maddi durumu elvermediği için sınavlara giremediler ve köylerine döndüler. Bu durum onların manevi yıkılmalarına sebep oldu. Hayalleri boşa gitti. Devletin de onları yatılı okuttuğu için maddi yönden kaybı çok oldu. Devlet, “öğretmen yapacağım” diye aldıkları öğrencileri sınavsız iki veya üç yıllık yüksekokula yerleştirerek burs verip okutsaydı köylerdeki okullar kaliteli eğitim görürdü. Kalkınma bütün hızıyla devam ederdi.
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki eğitimde yapılan atak, daha sonraları sürdürülemedi. Mevcutları geliştirmek yerine, kapatılmalarına veya yozlaştırma uygulamalarına gidildi. 1954’de Köy Enstitülerinin ve gerekli planlama yapılmadan öğretmen okullarının kapatılmasıyla öğretmen yetiştirmek büyük sorun oldu.

20 Temmuz 1982’de yürürlüğe giren 41 Sayılı Kanun Hükmündeki Kararname ile üniversite bünyesinde .“Eğitim Fakülteleri” öğretmen yetiştirmeye başlamıştır. Bugün eğitim fakülteleri, 29 ayrı alanda öğretmen yetiştirmektedir

EĞİTİM FAKÜLTELERİ

Türkiye’de öğretmen yetiştirme görevi bütünüyle Millî Eğitim Bakanlığı’na verilmiş olmasına karşın, üniversitelerimiz başta edebiyat ve fen fakülteleri olmak üzere 1923 ten beri eğitim sistemimize öğretmen vermiştir. Bu durum üniversitelerimize kendiliğinden bir misyon yüklemiştir.

1970’li yıllardan sonra bazı üniversitelerimiz eğitim bölümleri açmış, eski ve yeni öğrencilerine “pedagojik formasyon” programı uygulamaya başlamıştır.

Eğitim fakültelerinin eğitim programları, ders sayısı ve içerik yönünden üniversiteler arası farklılıklar yaşanmaktadır. Eğitimi demokratik, laik ve özgür hale getirelim diyen anlayışla, okulları cemaatlere teslim etmek isteyen zihniyet hep çarpışmıştır. Çağdaş dünyanın tüm değerlerini Türkiye’de uygulayarak, öğretmeninin iş güvenliği sağlanmış, güvenli ve donanımlı bir ortamda öğrencileri ile kaynaşmış bir anlayışla on binlerce öğretmenini KHK’ler ile işinden ekmeğinden eden, öğretmenin güvenliği iki dudak arasında olan, öğretmenini ezmekten zevk alan bir zihniyet hep savaşmış, savaşacaktır. Köy enstitülerini ve eğitim anlayışını eğitim sistemimize ve toplumsal değerlerimize yaptığı katkılardan ötürü bayraklaştıran zihniyetle, nerdeyse yüz yıla yakın bir zaman geçmesine karşın köy enstitülerine ve çağdaş eğitim kurumlarına saldıran zihniyet savaşmış ve savaşacaktır.

Okul öncesinden, yükseköğrenime kadar tüm çocuklarımızı kapsayacak donanımlı kamu okullarıyla ücretsiz, nitelikli, çağdaş bir eğitim isteyenlerle, kamu okullarına ayırması gereken bütçeyi de özel okullara peşkeş çeken, eğitim alanını ticarileştiren, eğitim sistemini özel sektör ve cemaatlere bırakan zihniyet hep savaşmıştır, bundan sonra da savaşacaktır.
*TÖB-DER Yöneticisi Tahsin Doğan

EĞİTİMDE YANLIŞ POLİTİKA VE YOZLAŞMA

Eğitim enstitülerinin 3 yıl (72 hafta) olan eğitim süresini, siyasi müdahalelerle 3 aya(15 haftaya) kadar indirilerek yozlaştırdılar. Yine 46000 lise öğrencisinin “mektupla, (hızlandırılmış eğitim adı altında) öğretmen yapılması” gibi çarpık uygulamalar oldu. Sonraki yıllarda; Bulgaristan’dan ve Türki devletlerden gelen göçmenlerin Türkçe bilmeden ve uyum kurslarını görmeden, öğretmen olmadıkları halde göçmen bürolarından aldıkları evraklarla öğretmen olarak atanmaları, eğitime vurulan büyük darbelerdir. Her zamanki gibi 1990ların sonuna doğru yine öğretmen yetersizliği söz konusu oldu. Hapishane de çalışan gardiyan, banka memurları, veterinerler, lise mezunları öğretmen oldular. Görev yaparken(!) hafta sonları Pedagojik Formasyon aldılar. Bu gibi daha nice olumsuz öğretmen alımları, eğitimin niteliğini düşürdü. Vasıflı ve ihtiyaca göre öğretmen yetiştiremeyen eğitim kurumları, eğitime büyük zarar verdiler.

HAZIRLAYAN: ŞEHRİBAN TUĞRUL
EĞİTİMCİ YAZAR

Fevziye Şimdi Köy Enstitüleri yazısını okumak için tıklayınız. 

Şehriban Tuğrul’un Burhaniye Doğa Yürüyüşü yazısını okumak için tıklayınız.

Köy Enstitüsü maddesi – Wikipedi

Gökçe Çiçek
6

Bu yazıyı da okuyabilirsiniz

Çocukluk Çağımız Daha Güzeldi Sadi Geyik

Anı