İsmet Kılınçaslan’ın Akgül Kız adlı öyküsü Yazı Dükkanı. 1. Ulusal Öykü Yarışma’sında YDA/032 kodu ile yarıştı.
“Beni bana bırakmadılar ki…”
Bin dokuz yüz kırk dokuz yılı, bahar mevsimi… Doğanın yeşil örtüye büründüğü, kuşların, böceklerin, çiçeklerin ve her türlü canlının kendine has davranış, ses ve kokusunu yayarak şenlik içinde olduğu bir bahar günü. Seher yeli, serinleten etkisini kaybederken, güneşin hâkim olmaya çalıştığı parlak ve ılık bir kuşluk vakti. Güzel günün sessizliğini yırtarcasına bozan bir kız, ben de varım diyerek gözlerini dünyaya açar. Zor geçen doğum sonrasında telaşlı bir sevinç sarar, çift hanaylı, toprak örtülü köy evini. İlk olarak bebeğin göbeği kesilir ve göbek bağını kenara koyarlar. Bebeği tuzlayıp, temizleyip, sarıp sarmaladıktan sonra doğum yaptıran kadının biri, bebeğin annesine göbek bağını okul içine mi, cami içine mi gömdürelim diye sorduğu sırada evin kedisi, kapının yan tarafına bırakılan göbek bağını kaptığı gibi oradan uzaklaşır. Bağırış çağırış kedinin peşinde koştururlar ama kedi hızla ortadan kaybolur. Bir uğursuzluk var ama Allahtan kedi kara değil diyerek gülüp geçerler.
Bebeğin, bembeyaz oluşu ve yüz güzelliği, doğumu yaptıran ebe kadınları ve görenleri hayran bırakır. Ten rengine ve yüzünün güzelliğine yakışır “AKGÜL” ismini koyarlar. Mahallede ve köyde daha doğuştan etrafa yayılır, Akgül kızın güzelliği. Evin ilk çocuğu ve yuvayı tatlandıran ilk meyvesidir Akgül.
*
Altı aylık olduğu günlerde genç kızlar, gelinler Akgül’ü görmeden duramazlar. Kucaktan kucağa gezdirilmekte, güzelliği ve sevimliliği evlerde konuşulmaktadır. Akgül, bu yoğun ilgi ve sevgiyi anlamış gibi etrafındakilere “sevildiğimi biliyorum” dercesine gülücükler atmakta, gamzeleri ortaya çıkmaktadır. Küçük yavrucak, yoğun ilgiden, öperek sevmeler ve kucakta gezdirmelerden arıklamış/zayıf düşmüş, gün geçtikçe yüzü adeta solmuş, gamzeli tebessümleri kaybolmuştur. Bir telaş almıştır ailesini, mahalleyi ve koca köyü. Nazar boncukları takılır, nazar okuyucuları her gün başına toplanırlar. Köy yerinde, doktor, hemşire, sağlıkçı, ebe yoktur. Doktora götürecek ne araç ne de elde avuçta para vardır. Doğan, kaderiyle baş başadır. Kadere ve alın yazısına inanılmakta, “gönlü güzel Mevla’m sen bize yavrumuzu bağışla” yalvarış ve yakarışlarına bırakılmaktadır Akgül kızın kaderi. Konu komşu, mahalleli Akgül kızın solgun halini görüp üzülmemek için bir müddet uğramaz olmuşlardır. Uzaktan onun için dualar okumuşlar, muskalar göndermişler, saçlarından üç beş tel alıp makaslı nazar kesmişlerdir. Bir hafta yaşamsal sıkıntılar çeken Akgül, bir ay sonra eski sağlığına kavuşmuş; köyü, mahalleyi bir sevinç kaplamıştır. Nazarcılar, muskacılar ve duacıların hepsi de “benim faydam dokundu” iddiasında bulunarak, kendi aralarında tartışır, kavga eder olmuşlardır. Sonunda kimin dokunduysa dokundu, Akgül’ün iyileşmesine sevinelim ve Allaha şükredelim demişlerdir. Biraz da kendilerini suçlamışlardır, “çocuğu rahatsız ettik, öptük, hırpaladık, nazar ettik” diyerek. Bir süre evine gitmeyelim, sokakta gördüğümüzde sevelim demişlerdir.
*
İlkokul çağına gelen Akgül’ü okula yazdırırlar. Öğretmenleri tarafından çok sevilen Akgül, sınıfının en güzel ve çalışkan öğrencisidir. Güzelliği ve çalışkanlığı dışında gamzeli ve masum bakışlarını gören öğretmenleri onun başını okşamakta ve onda parlak bir gelecek görmektedir.
Akgül, ilkokul beşinci sınıfta komşu köyde yaşayan akrabalarının çocuğu ve yaşıtı olan bir oğlana gizliden sevgi besler yüreğinde. Ne zaman komşu köye gitseler sevdiği oğlanı görmek için can atar, her görüşte içine huzur dolar. Sevdiği oğlan, ailesi ile kendi köylerine geldiğinde gözünü ayırmadan bakar, ilgisini çekmeye çalışır. Onunla daha fazla birlikte olma düşüncesiyle içinden keşke yatılı misafirimiz olarak kalsalar diyerek dualar eder, büyüyünce onunla evleneceğim der de başka bir şey demezmiş. Çocukluk aşkı işte, arkası gelmemiş, oğlan da çocuk olduğu için bu duyguları hiç hissetmemiş.
Beş yıl geçer, tamamı pekiyi olan karnesini alır, o yıllarda uygulanan yılsonu değerlendirme sınavını da başarı ile vererek pekiyi derece ile ilkokuldan mezun olur. Köy yerinde kız çocuklarına okuma hakkı pek tanınmamaktadır. Ayrıca kız çocukları, ev, bağ ve dağ işlerine yatkın ve üretken olması sebebi ile aileler okutmaya pek hevesli değillerdir. Köyünde ortaokul da olmadığından okuma hevesi kursağında kalır Akgül’ün.
İlkokul bittikten sonra Akgül, evin tüm işlerini yapmakta, serpilip gelişmektedir. Yaşıt yarenlerine göre ergenliğe daha erken girmiş, boylu poslu, kuğu gibi süzülen alımlı bir kız olmuştur. Bu güzelliğiyle her geçen gün köyün delikanlılarının ilgisini çekerek, adına beyitler yakılır, kınalarda, düğünlerde ve kızların eğlence (Salıncak, Gıncırdak) yerlerinde söylenir olmuştur. Akgül, hiç birisine ilgi ve yakınlık göstermez, içinden, benim sevdiğim var diyerek kendisi ile ilgili beyitlere aldırış etmezmiş. Bundan sonrasını kendisinden dinleyelim:
On üç yaşına geldiğimde dünürcüler gelmeye başladı. Oysa ben daha çocuktum, evliliği düşünecek yaşta ve olgunlukta değildim. Gelen dünürcülere ailem, bizim kızımız küçük deseler de laf anlayan söz dinleyen yoktu. Her gelen dünürcü, bir iki yıl nişanlı kalırlar, sizin istediğiniz zaman düğünü yaparız diyorlardı. Yangından mal kaçırır gibi hepsi de acele ediyor, aynı şeyi söylüyorlardı. Bize dünürcü gelmeler köyde duyulunca, niyeti olan başkaları da gelmeye başladılar. Onlar da biliyorlardı, evlenecek yaşta olmadığımı ama söz ya da nişan takarız, düğün işi sonra diyorlardı. Söz almalarında ısrar etmeleri, erken davranıp diğer isteyenlerin ayağını keserek vazgeçmelerini sağlamaktı. Anamla babam gelen gidenden bıkıp usanmışlardı artık. Olmaz diyerek gelenleri reddetmiyorlar, daha erken, nasip diyerek uğurluyorlardı. O kadar işin içinde akşamlarımız da gelen gidenle, kız isteme, dünürcü ağırlama faslıyla geçiyordu.
-Peki, sevdiğin ya da gelenlerden beğendiğin var mı diye sormadılar mı?
-Bana soran kim! Ben ne olduğumu bile anlamadan dünürcülük işlerinin içinde buldum çocuk yaşta kendimi. Benden dört yaş büyük bir oğlana söz verip nişanladılar, ben de sesimi çıkartamadım. Sesimi çıkarmak, karşı gelmek ne mümkün! Hem söverler hem de döverler. Oğlan da fena değildi, kabullendim. Gençlik işte! Bende yavukluma ısınarak seviyordum artık.
-Küçükken sevdiğin, büyüdüğümde onunla evleneceğim dediğin komşu köydeki akraban olan oğlandan vaz mı geçtin?
-Vazgeçmedim ama beni bana bırakmadılar ki! Fikrimi de almadılar. Fikrimi söylesem ne olacak, dinlemezler ki! Sevdiğim oğlana da duygularımı açamadım. Aynı köyden olmayınca sık sık görüşme olanağımız da yoktu. “Gözden ırak olan gönülden de ırak olur” derler de inanmazdım. Söyleyenler boşuna söylememişler. Ayrıca işten başımızı kurtarıp da değil komşu köye gitmek, köy içinde dolaşmaya bile zamanımız olmazdı. Hayvanlar sulanacak, yemlenecek, ekmek yapılacak, yemek yapılacak, çamaşır yıkanacak, tütün işi, bağ işi, ekin işi derken köyde iş mi bitiyor kardeşim.
-Nişanlandıktan sonra ne oldu?
-Sonra mı?…offf of!
Oflayarak kirpiklerinin hafif ıslandığını, sesinin titrediğini fark edince endişe ve merakla sordum.
-Abla hayrola! Çok derinden of çektin! İyi misin, ne oldu?
-Kardeşim bundan sonrasını ve başıma gelenleri ne sen sor ne de ben söyleyeyim!
-Anlat hele! Rahatlarsın, üzme kendini, neler yaşadın?
-Eşeğimiz, öküzlerimiz ve koyunlarımızın kışlık yemi için o zamanlar ot yolmaya giderdik. Anam, komşumuz Ayşe teyzenin öğleden sonra ot yolmaya gideceğini öğrenince, Akgül de seninle gitsin, o da bizim için bir yük ot yolsun gelsin demiş. Bana da Ayşe Teyzenle konuştum, yanına içecek su al, çuval al, birlikte gider gelirsiniz; akşam olmadan gelmeyin, sakın onun yanından ayrılma, önce ya da sonra gelme dedi. Ayşe Teyzeyle birlikte ot yolmaya gittik. Hafif bulutlu ve rüzgârlı güzel bir gündü. Yol kenarlarında çalılar arasında yer yer kırmızı laleler açmış, meralarda papatyalar, gelincikler ve bin bir çeşit otlar, esen rüzgârın sesiyle dans edercesine salınarak kendine has kokularını hissettiriyorlardı. Her telden ayrı öten kuşlar, rengârenk kelebekler ve böcekler birbiriyle yarışırcasına tüm hünerlerini sergiliyorlar, çiçekten çiçeğe uçuşuyorlardı. İçime bir ferahlık doğmuş, bu güzelliklere kendimi kaptırarak hafiften “Ümmü Kız” türküsünü söylemeye başlamıştım.
Çaya da düştü tutamadım kolunu
Uzakta gitti bilemedim yolunu
Kadir de Mevlâm kısmet etmiş ölümü
Akmayası çaylar nerelere koydun Ümmümü
Suna boylumu, yârimi
Kudurası çaylar nerelere koydun Ümmümü
Selvi boylumu, Ümmümü
Hem ot yoluyorum hem de türkü söylüyorum. O ana kadar pek konuşmayan Ayşe Teyze “bakıyorum neşen yerinde” diyerek söz atınca içimden geldi dedim. Bir müddet sonra başka bir türkü söylerken “senin çenen açıldı, pek neşelisin hayrola” deyince, Ayşe Teyzeye, etrafta kimseler yok, türkü söylemek için buradan daha iyi yer mi bulacağız dedim. İçim içime sığmıyor, söyledikçe coşuyordum. İnsan neşeli olunca zamanın nasıl geçtiğini anlamıyor. Bu arada üç, dört, beş saat geçmişti. Ayşe Teyze akşam olacak gidelim, geç kaldık, yolumuz da uzak dedikçe, kafasını kaldırıp etrafa bakınıyor, az daha yolalım yükü tamamlayalım, gideriz diyordu. Her söylediğimde telaşlıca etrafı tekrar süzüyor, lafla geçiştiriyordu. Hava kararmak üzereyken karşıdan üç erkek göründü. Bize doğru gelişlerinden tedirgin oldum ama komşumuz olan, dayı dediğim üç kardeş olunca tedirginliğim geçmişti. Ellerindeki ip ve bezle hızla bana yaklaşıp beni yakalamaya çalıştılar. Dayı ne oluyor? Ne yapıyorsunuz? Beni bırakın dediğimde “bizimle geleceksin, sesini çıkarma” diyerek ellerindeki bezle ağzımı kapatmaya çalıştılar. Ellerinden kurtulduğum gibi Ayşe Teyzenin beline sarıldım. Ayşe Teyze beni kurtar, bunlara bırakma diyorum; Ayşe Teyze de beni ittiriyordu. Ayşe Teyzeye ismimdeki Gül’ün dikenleriyle, pençeye dönüşmüş parmaklarım ve tırnaklarımla tutunmaya çalışıyor, anam beni sana emanet etti, kurtar diye yalvarıyordum. O da “ben ne yapabilirim, beni dinlerler mi sanıyorsun, kafaya koymuşlar, belli ki seni kaçırmaya gelmişler” diyordu. Asılmaktan fistanı yırtılmış, donunun uçkuru bile koparak kıçından aşağıya sarkmıştı. Ben ona tutunmaya çalışırken, bir taraftan Ayşe Teyze beni ittiriyor, öte yandan da kaçırmaya çalışanlar belimden asılıyordu. Akşam olup karanlık çökmeye başladığı için in cin top atıyor, etrafta sesimi, bağırmamı hiç duyan ya da gelen olmuyordu. Ellerimi ve gözlerimi bağladıktan sonra yolda bekleyen arabaya bindirdiler. Ortalığın tam kararması için yarım saat kadar bekleyip, bilmediğim bir köye kaçırdılar. Nerede ve kimin evinde olduğumu anlayamamış bir halde üzerime kilitlenen bir oda da buldum kendimi.
-Peki, seni kime kaçırmışlar?
-Benden 12 yaş büyük askerliğini yapmış kendisine dayı dediğim küçük kardeşlerine kaçırmışlar. Ağabeyleri, Akgül’ü sana kaçıracağız dediğinde, itiraz ederek o kız çok küçük, hem de bana dayı diyor, olmaz dese de dinlememişler. Azarlayarak sesini çıkarma, senin başka türlü evleneceğin yok demişler.
-Kaçırdıkları köyde gören duyan olmadı mı? Nerelerde sakladılar, neler oldu?
-Gece karanlığında nerede, hangi köyde olduğumu bilmiyordum. İlk götürdükleri ev onların dostları imiş, orada kapı üzerime kilitli bir gün kaldım. Nerede olduğumuzu da anlayamadım. Sadece evin kadını odaya girip çıkıyor, o da bir şey anlatmıyordu. Ancak korktuğundan olmalı ki kaçıranları benim odama sokmayarak beni koruyordu. Kocasına alçak sesle konuşarak, kızın ailesi ve karakol, kızın bu köyde olduğunu anlarlar ise onlarla dost olduğumuzu herkes biliyor. Jandarmalar ilk bizim evi arar, burada yakalanır ve dava açılırsa bizde suçlu oluruz dediğini duyuyordum. İkinci günün gecesi beni şüphe duyulmayacak bir başka eve götürdüler. Elim, ağzım bağlı olduğu için bir şey yapamıyordum. Götürdükleri ikinci evde de kapıyı üzerime kilitlediler. Konuşmalardan sizin köyde olduğumu anlamıştım. Evin kadınına yalvardım. Teyze ben gönüllü kaçmadım, ayrıca ben başkasına nişanlıyım, ne olur beni bırak. Bu köyde bizim akrabamız H. dayım, Z. teyzem ve oğlanları var, evlerini de biliyorum. Onlar kalabalık, beni korur ve babama teslim ederler. Bana hâlâ zarar vermiş değiller dediysem de sözümü dinleyip beni serbest bırakmadı.
-Peki, ailen seni aramadı mı?
-Ne ailem ne de bir başkasından hiç haber alamadan kilitli odada kaderimle baş başa bekliyor, kahroluyordum. Sonradan öğrendim ki ailem beni kaçıranları bildikleri halde, aramayı bırak, kılını bile kıpırdatmamışlar.
-Senin kaçırıldığını ve bizim köyde olduğunu babam, annem ve kardeşlerim duymamışlar mı? Duydularsa yardım etmediler mi?
-Onlar zorla kaçırıldığımı duymuşlar, ancak kendi köyümüzden diğer akrabalarına sormuşlar. Akrabaları, anasının babasının gönlü var demişler. O sebeple ailesi araştırmıyor, sesini çıkarmıyorlar deyince, onlar da araştırmaktan vazgeçmişler. Bunu daha sonra H. dayım ve Z. teyzem anlattı. Dediler ki: kızım biz önce kaçırıldığını, sonra da ananın babanın haberli ve gönlü olduğunu öğrendik. Zorla kaçırıldığını, hele köyümüzde sakladıklarını bilseydik bizim yedi oğlumuz, kaçıranlar Cellat da olsalar, ellerinden almakla kalmaz hepsini dayaktan geçirirlerdi. Oğlanlarımız da çok kızdılar ama ailesinin haberi ve gönlü var denince onlar da bir şey yapamadılar.
-Peki, sonra ne oldu?
Gözyaşları sadece kirpiklerini değil, gamzeli tüm yüzünü kaplamış, kalp atışı hızlanmış, solgun ve titrek bir sesle konuşuyordu. Sanki olayı yeniden yaşıyordu. Ona yapılanlar ve yaşadıklarını aklım almıyordu. Ablacığım diyerek sarıldım. Ağlayarak devam etti:
-Korktuğum başıma geldi. O evdeki ikinci günümde evde bir sessizlik vardı. Evin sahiplerinin evde olmadıkları anlaşılıyordu. Kapı açıldığında kaçıran kişi ile baş başa kalmıştık. Önce evliliğe yönelik duygusal konuşmalar yaptı. Ben nişanlıyım, kesinlikle seni istemiyorum, beni serbest bırakın sözlerim ve yalvarmalarım etki etmiyordu. Odadan çık diyerek bağırdığım sırada anide üzerime saldırdı. Tüm çabalarıma rağmen kendimi korumaya gücüm yetmedi. Dünyamı karartarak emellerine ulaşmışlar ve yapabileceğim bir şey de kalmamıştı. Bir gün sonra köyde ağabeyleri babam ve anamla konuşup anlaşmışlar. Babam da kızı getirin hiçbir şey olmamış gibi nişan takalım, bir yıl sonra da düğünlerini yaparız demişler. Konuştuklarının akşamı köyümüze dönüyoruz diye beni köye getirerek babama teslim ettiler. Anam, kızım sana bir şey yaptılar mı diye sorunca! Beni hiç arayıp sormadınız, siz nasıl ana babasınız diyerek ağlayınca anam bana olanları anlamıştı. Babama da durumu anlatmış ki babam, “kızım, geldiler bizimle konuşarak bu işi tatlıya bağlayalım dediler. Biz de kızı getirin aramızda tekrar konuşur ne gerekiyorsa yaparız dedik” dedi. Ben onları istemesem de babam, “kızım olan oldu, her yer, herkes de duydu. Konuşmaya ve anlaşmaya mecbur kaldık” dedi. Köy yerinde gönüllü de kaçsan, zorla da kaçırılsan, düzgün biriyle, hatta kendi köyünden sıradan biriyle evlenme şansın bile yoktur. Bunları da düşünerek bu benim kaderimmiş deyip mecburen kabullendim ve itiraz edemedim. İki gün sonra bize geldiler, babamdan isteyip söz kestiler, bir hafta sonra da nişan takıldı. Bir yıl nişanlı kaldıktan sonra on dört yaşımı doldurduğumda babam ve anamın rızası alınarak acil “yıldırım nikâhı” kıyıldıktan sonra da düğünümüz yapıldı. On beş yaşında da kızım dünyaya geldi ve ana oldum. Kızımla aramızda on beş yaş farkı olunca ana kız beraber büyüdük. Sonra bir de oğlum dünyaya geldi ve iki çocuk anası oldum. Çocuklarımla teselli olup, mutlu olmaya çalışarak hayata bağlandım. Çok geçmeden eşimin şeker ve psikolojik rahatsızlıkları başladığı için her işe kendim koşmak zorunda kaldım. Sıkıntılarla hayatımız devam ederken kırklı yaşlarda da eşim vefat etti. Anlayacağın hiç yüzüm gülmedi. Hayatımız roman gibi gelip geçiyor, radyoda duyduğum her dertli türkü bile sanki bana hitap ediyordu.
-Annen kaçırılmana hiç üzülmemiş mi? Anneler duygusaldır, bağırıp çağırmamış mı?
-Asıl en çok üzüldüğüm olay da bu… Anlatmaktan utanıyor ve iğreniyorum, bir ana bunu nasıl yapar? Buna ana denir mi? Ana kızı için bunu nasıl söyler? Beni yıkan ve iğrendiren de bu…
-Seni en çok üzen ne? Ayrıca utanacak biri varsa o da sen değilsin. Annenin ne suçu var?
-Anamın ne suçu var öyle mi? Evlendikten sonra öğrendim ki her şeyi planlayan, beni kaçırılmak üzere ot yolmaya yollayan anammış. Karşı tarafla anlaşmış, planı beraber yapmışlar. Ot yolmaya birlikte gittiğimiz Ayşe Teyzeye de söyleyip akşam karanlığına kalmamızı tembihlemişler. Planlarını uygulayarak hayatımı kararttılar.
-Demek her şeyi annenle planlamışlar! Bu nasıl annelik? Benim bildiğim anne candır, en çok sevdiğimiz ve güvendiğimiz tek varlığımızdır. Peki ana kızı için şunu söyler mi dediğin, seni yıkan ve iğrendiren ne abla?
-Offf of!.. Nasıl anlatsam bilmem ki! Ne olur beni ayıplama! Sen benim küçük kardeşimsin, bunu ilk sana söylüyorum. Anam beni kaçırmaya gelirlerken demiş ki: Size kesinlikle gönlü yok, kız kaldığı sürece kaçar kurtulur diye benim bedenime sahip olmalarını, ana deyip de bağrına başımı dayadığım öz anam söylemiş. Böyle ana olur mu? Buna ana denir mi?
Ne olur üzülme ablacığım diyerek, teselli etmeye çalışsam da tüm tüylerim diken diken olmuş, başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüştü. Hayatta bundan daha iğrenç ve öz kızına bundan daha büyük kötülük, ihanet ve düşmanlık olabilir mi? Ne aklım alıyor ne de sinirlerime hâkim olabiliyordum. Ben dinlerken kahroldum, o güzel ablam bunları anbean yaşamış. Ben onu teselli etmeye çalışırken, o anki ruh halimi gördükçe o da beni teselli etmeye ve sakinleştirmeye çalışıyordu. Sözlerini de şöyle sürdürdü:
-Kaderimiz daha doğuştan kara yazılmış kardeşim. Göbek bağımın kediye kaptırıldığını büyüyüp öğrendiğimde çok üzülmüştüm. Kadere bakar mısın, daha doğuştan bana ait göbek bağıma sahip çıkamayan ailem ve anam, bana sahip çıkmadıkları gibi, başıma çorap ören de onlar oldular. Kediden daha da vahşi ve düşmanlarmış bana. Anamın, planın içinde olduğunu öğrendikten sonra bu soruları sorduğumda yaşadıklarımın ve duyduklarımın tamamını inkâr etmeyerek doğruladı ve itirafta bulundu. “Ellerin köyünde, kimlerin evlerinde neler çektiğimi biliyor musun? Sende hiç mi utanmak sıkılmak yok? Ana kızına bunları nasıl yapar, yoksa beni parayla mı sattın?” diyerek üzerini parçalarcasına sarsarak yere ittim. Sadece “maddi durumları iyi idi, rahat edersin diye yaptım” diyerek kendini haklı çıkarmaya çalışıyor, onlara söylediklerinden utanmayan anam, benim yüzüme bakamıyordu. Beni affet kızım bile diyemedi. O utancı ölünceye kadar yaşamış olmalı ki yüzüme karşı ne gülebildi ne de bakabildi. Ben de anamın yaptıklarını öğrendiğim andan itibaren, içimden gelerek anacığım diye ne sarılabildim ne de sevebildim.
-Ne yapalım ablacığım! İnsanın sadece eşini seçme şansı oluyor, onu da sana çok görmüşler. Maalesef kimsenin annesini, babasını, kardeşlerini ve de evlatlarını seçme gibi bir şansı yok. Olsa bu zalim kadını anne olarak sen de seçmezdin.
Ablam, birer kahve içeriz diyerek iki kahve yapıp geldi. Kahvelerimizi yudumlarken, abla merakımı bağışla! Küçükken duygu beslediğin ve hayalini kurduğun kimdi diye sorduğumda, yaşıtı olan ağabeyimin adını söyledi. En çok da bu duruma üzüldüm. Çünkü kendisini çok sevdiğim için keşke bizim gelinimiz olsaydı, onunla yaşıt ve üç yaş büyük ağabeylerim var. Babamın annemin hiç akıllarına gelmedi mi? Hiç düşünmediler mi diyerek kendi kendime sorduğum anlar çok olmuştu. Ablamız olmadığı için onu, gerçek ablamız gibi severdik, o da bizi sahiplenirdi duygusuna kapılarak üzüntüm bir kat daha artmıştı ama yapılacak da bir şey yoktu.