Zeynep Batımor’un yazdığı bu öykü Yazı Dükkanı Akademisi 1. Ulusal Öykü Yarışmasında yarışmaya değer bulunan öykülerimiz arasında YDA006 kod numarasıyla yarışmıştır.
Adı Saadet, İstanbul doğumlu, memleketi ülkemizin cennet köşelerinden yeşil Bursa’dan gurbet yolculuğuna başlamıştı henüz 15 yaşındayken. Ailesinin daha önceden; bin bir umutlarla ekmek parası için, gittiği Almanya’nın Nürnberg şehrine…
Saadet Hanımla, ilk tanışmamız ilk kitabımın tanıtımı sırasında tanıştık. Kitabımı içeriğini çok beğendiğini söylüyordu. Benimde, bir zamanlar gurbetçi çocuğu olduğumu öğrenince, kendi hayat hikâyesinin kitaba dönüştürülmesini istiyordu.
Günümüzde kadınların, özelliklede gurbetteki kadın olmanın zorluklarını biraz olsun, dile getirilmesini, İnsanların kadına bakış açısının ne olduğunu, belki biraz olsun daha olumlu yaklaşmaları gerektiğini… Kız evladını, kadını hor gören zihniyetin, katılaşmış kalbine minicikte olsa, merhamet ışığı doğma umudu ile bu yazıyı yazmak ihtiyacımız olduğuna karar vermiştik.
Bir kadın dayanışması olarak…
Hikâyemizin kahramanı Saadet Hanım, öncelikle Annesinin hayat hikâyesinde yola çıkarak başlıyordu anlatmaya;
Saadet:“1955 yılında Bursa’nın köylerinden, orta halli bir ailenin iyi yetişmiş kızı olan annem, İstanbul’un o zaman köhne semtlerinden Karagümrük’e, fakir bir aileye görücü usulü gelin gelmiş.
18 yasında çok güzel köylü kızı, bütün bu sorumlulukları omuzlarına yüklenmiş. Üstelik fakirlik…
Ben ilk evladı ve ailenin ilk torunuydum. Dört kardeştik. Ailemiz kalabalıktı, babaannem yatalak, halam, amcam ve halamın ilk kocasından olan oğlu kuzenim bir arada yaşayacaktık. İki katlı ahşap bir evde oturuyorduk. Babam işçi, annem ev hanımıydı.
Pompalı bir ocağımız vardı, her şey onunla yapılırdı, yemek çamaşır yıkama ısınmak için bile. Zavallı annem, rahat büyüdüğü zorlukla yaşamdan sıyrılıp, İstanbul’a böyle aile yaşamına alışmaya çalışıyormuş.
*****
Annesinin rahat bir hayat sürümesine rağmen, babası ile evlenmesi ile birlikte, sıkıntılı zor mücadele dolu bir hayat başlangıcının içinde bulan annesinin, ne kadar sabırlı olduğunu evin neredeyse bütün yükünü omuzladığını, yavruları için nelere katlandığını anlatıyor.
Günümüz de nerede o zamanlardaki mücadele eden kadınlarımız? Onların yaptığımı doğru olan tartışılır! Lakin günümüzde kadınlarımız daha sabırsız tahammülsüz. Eğer aile içinde şiddet, hakaret yoksa biraz daha sabırlı olabilir bir kadın.
Sorun sadece maddi yönde ise elbette bir gün elbirliği ile aşılabilir sorunlar. Yeter ki karı-koca arasında saygı, sevgi, güven ve sadakat olsun. Gerisinin aşılabileceğini düşünüyorum.
Genelde bu durumda kadınlar daha fedakâr olmak zorunda kalıyorlar! Fakat Yüce Allah, sıkıntı ve güçlüklerin karşısında, kadınları erkeklerden daha güçlü, kuvvetli yararmış, sebebi manevi duygularının daha yüksek olmalarından, bu özelliklerle donatmış yüce Yaratan.
Zaman tüneli girmiş, çocukluğundaki yaşadıkları zorlu yılları anlatmaya başladığında, bir taraftan gözü dolu oluyor, bazen gülümsüyor bazen hüzünleniyordu.
Saadet; Babam rahatsızlandı çalışamıyordu. Bütün aile onun maaşı ile geçinmekteydi. Ben dünyaya geldiğimde, aynı zorluklar devam ediyormuş. Annem, çeyizinden çıkardığı elemeği, iğne oyalı çemberlerini satmak mecburiyetinde kalarak, bana mama alabiliyormuş.
Madam Teyze ve Sevgili Eşi
Saadet: “Evimizin tam karsısında yaşlı, çocuksuz Ermeni çift vardı, ayakkabıcılık yaparlardı. Madam teyze beni çok severdi, yürümeye başladığım andan itibaren, hep onların yanındaydım. Bana cici dantelli elbiseler alırlardı. Bayramlarda bana özel ayakkabı yaparlardı. Benim sevdiğim, ayakkabı parlak olacaktı, çok seviyordum parlak ayakkabıları…
Senelerce onların elinde şımarık büyüdüm beni çok seviyorlardı.”
*****
Komşuları olan, Madam teyzesini ve onun eşini çok sevdiğini, yıllar sonra bile heyecanla anlatıyor, o günleri adeta yaşıyordu.
Saadet: “Ama babamdan çok korkardım yaşlarda bile kızılcık sopası ile vururdu, cezalandırırken. O kızılcık sopası, hayatım boyunca sırtımdan inmedi.”
Babasına olan öfkesini, onun küçücük bedeninde gösterdiği şiddeti, adeta bugün ki gibi yaşıyordu. Bu arada babasından da çok korkuyor, babasının çok aksi çok huysuz olduğunu söylüyordu. Türlü bahanelerle her gün dayak yediğini söylüyordu.
Saadet; İki buçuk yıl sonra kız kardeşim Kısmet doğdu. Kız kardeşim doğunca, çok sevinmiştim. Artık benim bir kardeşim oldu , onunla oyun oynayabilecek, yalnız olmayacağım diyordum.
Babam bir müddet sonra ,sağlığına kavuştu. Bulunduğumuz ev, kalabalık olduğundan bize dar geliyordu. Bizim için ayrı eve çıkmak zorunda kaldı. Babam sürekli şiddet, eziyet ettiği yetmezmiş gibi, ailesi halam , amcamda ve bütün ailesi eziyet ediyorlardı! Annem sesini çıkaramıyor, bizim için katlanıyordu. Ayrı eve taşınmamız annem için çok daha iyi olacaktı. Bu sayede annem artık amcamın, halamın eziyetlerinden kurtulacaktı.
*****
Uzun aradan sonra, dedesinin evinden artık başka bir eve taşınarak annesinin çektiği zorluklardan belki biraz olsun kurtulacağını düşünüyordu.
Madam teyzesine olan sevgisini unutamıyordu. Madam Teyze ve eşinin onu ne kadar sevdiğini, her bayramda kendisine hediyeler aldığını, mutlu ettiğini, çocukluğunun en güzel, en mutlu olduğu insanları anmadan yapamıyordu. Gözleri dolarak, anlatmaya devam ediyordu.
Madam teyze: “ Kızım bak sana ne aldık bakalım, hediyemizi beğenecek misin?”
Saadet: “ Ne aldınız? Yoksa, benim sevdiğim parlak ayakkabılardan mı aldınız?”
Madam teyze: “ Sürpriz aç bakalım nasıl beğenecek misin?”
“Yaşasın! Çok harika Madam teyze. Benim sevdiğim parlak ayakkabılardan almışsın. Size çok teşekkür ederim sizi çok seviyorum!”
Madam teyze: “Demek çok sevdin? Biliyordum senin parlak ayakkabıları sevdiğini, canım benim. Bizde seni çok seviyoruz” diyordu.
Çocukluğundaki Madam Teyzesiyle arasında geçen konuşmaları anlatıyor. Madam teyzesi her aklına geldiğinde gözlerinin yaşardığını söylüyordu.
Saadet : “Madam teyzemler, arife günleri ayakkabılarımı, diğer aldıkları hediyelerini getirirlerdi. O gece onları yastığımın altında saklar, sevinçten uyuyamazdım. Ayakkabılarımı, diğer erkenden kalkar giyerdim.” Diyordu.
Her çocuk gibi bayram sevincini yaşıyordu doğal olarak… Kim sevmez ki böyle insanları, üstelik bir çocuk için dünyaya bedeldir. Ufacık bir sevgi gösterisi bile gözlerini parlatır asla unutamazlar!
Saadet: “Annem, üçüncü kız kardeşimi Sevgi’yi doğurunca, Babam ve ailesinin annem üzerinde baskısı artmıştı.
“ Yine kız doğurdun! Sen ancak kız doğurursun. Erkek çocuk doğurmak senin neyine! Neden erkek çocuğu doğuramıyorsun sen nasıl bir kadınsın!” Diyordu. Zavallı annem, hakarete maruz kaldığı yetmezmiş gibi, fiziksel ve sözlü şiddete maruz kalıyordu. Ne yapabilirdi ki?” diyordu Saadet…
Babamın baskısı ve şiddeti her geçen gün aramıştı, diyen Saadet Hanım sanki o günleri şimdiki gibi hatırlıyordu.
Neden böyle yapar büyükler? Neden hep kadınlara yüklenirler, neden sırf kız doğurdukları için horlanıyorlardı? Bu yüzden şiddet ve hakaretlere maruz kalıyor bazı yörelerde kuma bile getiriyorlardı üzerlerine. Kadınlarımızın kadınlarımız hep hor görülen acı çeken, itilen oluyorlar.
Yine Bir Kız Kardeş, Yine Şiddet
Saadet; “Anneme kız çocuğu doğurdu diye, çok eziyet baskı yapılıyordu. Halam bana sürekli, “Sana cici anne alacağız. Senin anneni atalım” diyor. Bende halama kızıyordum.”
Sonra da sobanın maşası ile ona vuruyordum. “Hayır benim annemi atamazsınız! Annem o benim onu çok seviyorum. Tabii sonrada sırf halam yüzünden, babamdan kızılcık sopası yiyordum. Çünkü babam olur, olmadık şeyleri bahane ederek, dövdüğü için bu duruma alışmak zorunda kalıyordum.”
Acılar içinde bir çocukluk günleri film şeridi gibi geçiriyordu gözünün önünden… Evde huzur yoktu! Büyüklerde anlayışsız olunca, üstelik bir hala küçücük bir çocuğa, babasının şiddet göstereceğini bile bile onu üzüyor kızdırıyordu! Özellikle de en değerli varlığı canı gibi sevdiği, annesini kaybetme korkusu içinde olan, çocuğun tepkisine karşılık dayak yemesine neden oluyordu.
Saadet; “Oyuncaklarımda yoktu. Madam Teyzem de ölmüştü zaten… Artık hediyede gelmezdi! Madam Teyzemin ölümüne çok üzülmüştüm. Onu çok seviyordum. O da Beni çok seviyordu, bir insan ancak kendi çocuğunu bu kadar severdi. Bu kadar çok üzülmüştüm. Onu değerli birini kaybetmiştim. Dünyanın en iyi kalpli, şefkatli dost birini kaybetmek çok acıydı. Her zaman onu özleyecek her bayram geldiğinde yolunu gözleyecektim. Mekânı cennet olsun.
Bizim evde hayat hep aynı dayak şiddetle devam ediyordu. Hiç huzurumuz yok her an babamın şiddetine maruz kalıyorduk!
Babam sokağa çıkmamızı, dışarda çocuklarla arkadaşlarımızla oynamamızı bile yasaklamıştı. Hatta camdan bakmamıza bile yasak konmuştu.” diyordu. Saadet sözlerinde…
*****
Düşünün bir çocuğun en güzel çağları, en mutlu olduğu anları, arkadaşları ile dışlarda oyunlar oynamaktır. Pencereden de olsa sokağa seyretmektir. Bir çocuğun yüreğinde, en derin yaralar açması demektir yasaklar…
İnsan bir defa çocukluk yaşar. Büyüyünce zaten hayat kavgasının içine düşen insanlar, birde çocukluğunu yaşamamış olması tarif edilemeyecek yaralar açar, hangi yaşta olursa olsunlar. Yüreğinin derinliklerinde sızlar, kanar durur her çocukluğu aklına geldiğinde…
Saadet; “Babam, işten eve gelinceye kadar annem bizi dışarı arkadaşlarımızla oynamak için oyun bahçesine götürürdü.
Seksek oynamayı, topaç çevirmeyi çok severdim. Annem, bizi mutlu etmek için, bütün zorluklara katlanarak elinden geleni yapardı. Babam, gelmeden de evde olmak zorundaydık.” diyordu. Hatırlarını anlatırken…
Ah bu çocukluk! Ne güzeldir oysa çocuk olmak; çocukluğunu yaşamak. Neden anlamıyor anne babalar? Bunun farkında neden olamıyorlar? Onlar hiç mi çocuk olmadılar? Sanki hep büyük mü kaldılar hayatta? Neden bunlar yaşatılır ki, küçücük çocuğun dünyasını acılarla, yaralarla doldururlar? Oysa ona birazcık olsun, şefkat gösterebilseler… Minicik sevgi, şefkati, şımartılmayı çok görmeseler…
Çocukluk hep kalıcı olmuyor, ama acılar yaralar öylemi? Yıllar geçse de unutulmuyor, sürekli sızlıyor yüreğinin bir köşesinde…
Kaleminize sağlık.