Virüs Seyhan Can

 
 
Birinci Gün
Sanki okula gidecekmişim gibi erkenden uyandım. İnsan erken uyanmaya zorunlu olmadığı zamanlarda uykunun tadını alamıyor nedense. Çaydanlığı ocağa koymadan balkona çıktım. Oğlumun getirdiği Hollanda lalelerinden beşi topraktan başını çıkarmış, geri kalan beş tanesi derin uykuda. Bakalım onlar ne zaman merhaba diyecek bana? Hiç hesapta olmayan bu tatilin ilk gününün keyfini çıkarmak istiyorum. Eşimin doğum günümde aldığı sallanan sandalyeme oturuyorum. Sokak da deniz de telaşsız bugün. Benim gibi. Saate bakıyorum, yedi buçuğa geliyor. Deniz otobüsü geçmiş olmalı. Severim deniz otobüsünün denizi bir bıçak gibi yararak ardında bıraktığı köpükleri izlemeyi . Nasıl olsa evdeyim. Sesini duyar, çıkarım balkona. Birden okulun tatil olma nedeni ve gece izlediğim haberler aklıma gelince keyfim kaçıyor. En iyisi mutfağa geçip kahvaltıyı hazırlamak.
Radyoyu açıyorum. Çaydanlığı ocağın üzerine koyarken “Oğlum dersten çıkmış olmalı” diye düşünüyorum. Aramam lazım, acaba orada durum nasıl? Okullar tatil oldu mu? Olabilir, diyordu. Belki gelir buraya. Messenger’a bakıyorum, en son üç saat önce aktifmiş. WhatsApp’a bakıyorum. “Son görülme 6.30” diyor. Burada sabahın sekizi olduğuna göre orada akşam saat on. Ben uyurken bir mesaj yazmış, hayret, nasıl duymamışım? Oysa her gece tetikte uyuyorum, telefon başucumda hep. “İtalya’dan haber var, durumlar ciddileşmiş. Capri’deki yaz okulu iptal” diyor. Nasıl da sevinmiştim, mayısta İspanya’da buluşacağız diye. İtalya’dan Madrid’e geçecekti. Biletlerimizi bile almıştık. Ucuz aldık diye sevinmiştik bir de. Canım sıkılıyor. Radyonun açık olduğunu fark ediyorum. Haberler arka arkaya geliyor. Sunucunun sesindeki karamsarlık gelip beni buluyor.
“Damlacık metoduyla bulaşıyor. Üst solunum yollarını etkiliyor.” diyor.
On dört gün kendini hiç belli etmeyebilirmiş. Çok bulaşıcıymış. “Taç, hâle” anlamına gelen bir ismi varmış. Romantik doğrusu… Başka bir isim bulamadılar mı diye kendi kendime konuşurken eşim mutfağa geliyor.
“Ne oldu, ne söylenip duruyorsun?”
“Ne olacak, oğlanın yaz okulu iptal edilmiş salgın yüzünden, virüse söyleniyordum.”
“Biletleri iptal edelim o hâlde.”
“Peki” desem de içimde hâlâ umut var. “İstersen birkaç gün daha bekleyelim.”
“Peki, birkaç gün daha bekleyelim. Yine de çok umutlanma. Sen uyuduktan sonra televizyona takıldım biraz. İtalya’da marketler, bankalar, eczaneler hariç tüm ticari faaliyetler durdurulmuş.”
“Tamam,” diyorum boynumu bükerek.
İkinci Gün
Her günkü gibi erkenden kalkıyorum. Okula gittiğim günlerde, biraz daha vakit olsa da uyusam, dediğim anları unutmuş gibiyim. Balkondayım. Sokakta görülecek bir şey yok.Oysa bu saatler işe veya okula gidenlerin saatleri. Denize bakıyorum, hafiften kıpırdanmalar başlamış. Poyraz var bugün. Parktaki zeytin ağaçlarının güneye doğru salınmasından anlıyorum. Buranın poyrazı hırçındır, deli doludur, soğuktur, lodosu kudurtur ama severim yine de. Lodosu sevmem, o benim için şiddetli baş ağrısı, kopuk elektrik telleri, sokaklara düşen çatılar, demek. Hay Allah, aklım nereye gitti. Oysa denize bakıyordum, tam da deniz otobüsünün geçiş saati. Acaba seferler iptal edilmiş olabilir mi? Tam bunları düşünürken laleler takılıyor gözüme. Bizi unuttun der gibiler. Bir tanesi açtı açacak… Pembe gibi. İnşallah pembe açar. Fotoğrafını çekip oğluma yolluyorum. Hayatımızda güzel giden tek şey, lalenin virüsten habersiz olması sanırım.
Evde kalın, diyorlar. Evdeyiz çıkmıyoruz bir yere. Dün kitap okudum, yemek yaptım, tembellik ettim. Bugün temizlik yapmaya karar veriyorum. Eşime de söylüyorum temizlik kararımı. Şeyda’nın sözü aklımda… Bütün kapı kollarını dezenfekte etmeliyim. Birden Emel Hanım da geliyor aklıma, ne yapıyor acaba? O, büyük ihtimalle okulların tatil edildiği gün başlamıştır temizlik harekâtına diye düşünüp gülüyorum. Eşim,
“Ne geçiyor aklından yine?” diye soruyor.
“Yok bir şey,” diyorum lafı çevirip “İş bölümü yapalım mı?”
“Ben balkon camlarını silerim, bir de banyoyu temizlerim, gerisine karışmam” deyince “Tamam, olur.” diyorum. Fazla da şansımı zorlamayayım.
Üçüncü Gün
Dün ancak mutfağı temizleyebildim. Bugünkü planımda salon temizliği var. Salon bütün günümü alır. Dolapların içi boşaltılacak, raflar, halılar, koltuklar, camlar silinecek. Sıkıntı basıyor. Halime’yi mi çağırsaydım, birlikte bir günde bütün evi temizlerdik. Ama onun otobüse, metroya bineceğini, bunun da riskli olacağını düşününce bu parlak fikirden
vazgeçiyorum. Nasıl olsa evdeyim. Hem bahar temizliği olur işte fena mı, diyerek teselli ediyorum kendimi.
Kahvaltı sonrası mutfaktaki işleri bitirip dün sirke ve çamaşır suyuyla sildiğim yerleri yeniden silip öğleye doğru geçebiliyorum salona. İş gözümde büyüyor, bugün salonu bitirirsem yarın da oğlumun odasıyla yatak odasını temizlerim, çalışma odasıyla arka balkon da sonraki güne kalır artık, diye planlar yaparken oğlum Skype’tan arıyor.
“İtalya biletini üniversite ödeyecek” diyor ve ekliyor:
“Siz ne yaptınız?”
“Bileti iptal ettik ama ödediğimiz paranın yarısını alabildik,” diye cevaplıyor eşim.
Moralimin bozuk olduğunu görünce,
“Annelerin en güzeli, merak etme, ben yine gelirim, seni İspanya’ya da götürüm. Hem daha çok zamanımız olur” diyor .
“Yok, ben seni göremeyeceğim için üzülüyorum.” diyorum “İspanya önemli değil o kadar.”
Aradığı iyi oldu, salon temizliği gözümde büyümüyor artık. Keyifle temizlerim evimi. Salonun büyük camını açıyorum. Eyvah, perdeler de kirlenmiş. Geçen yıl yıkamıştım oysa. Havalar biraz daha ısınsın öyle yıkarım, diyerek kendi kendimi ikna ediyorum. İç sesimi duymaktansa televizyonun sesini duymaya karar veriyorum. Haberler iyi değil. Tüm etkinlikler iptal, maçlar seyircisiz oynanacakmış. Uluslararası uçuşlar durdurulmuş. Oysa daha bir hafta önce Prado’nun hayalini kuruyordum. Velazgez’in Nedimeler’ini, Bosch’un “Dünyevi Zevkler Bahçesi”ni, Zurbaran’ın “Kuzu”sunu görecektim. Toledo’ya gidecektik. El Greco’nun tablolalarında gördüğüm Toledo’yu gezecek, kışın Serpil ablayla çalıştığımız “Orgaz Kontu’nun Cenazesi” tablosuna dokunabilecek kadar yakından bakacaktım. Bilet alınmıştı, her şey planlanmıştı. Bir şeyi çok istememek gerekir, diyenlere bir kez daha hak verdim. Bu salgın da nereden çıktı şimdi?
Okuduklarıma, izlediklerime, duyduklarıma ve yaşadıklarıma inanamıyorum Distopik bir romanın kahramanı gibiyim. Beyaz bir körlüğün içindeyim. Herkes uzman kesildi, her kafadan bir ses çıkıyor. Almamız gereken önlemler… Komplo teorileri, bilgi kirliliği… Evde kalın, çıkmayın, diyorlar. Maske takın, diyor bazı uzmanlar; bazı uzmanlar da maskenin bir faydası yok, diyor. Bir doktor çıkıyor, resmi rakamlardan çok daha vahim bir durumun içinde olduğumuzu anlatıyor. İlk ölen kişinin bir eczacı olduğuyla ilgili bir bilgi sosyal medyada dolaşırken bir bakıyorum, bu bilgi yalanlanıyor. Kendimi hiç bu kadar medya saldırısı altında
hissetmemiştim. Fırsatçılar, yağmacılar, stokçular da var, salgından kâr devşirenler de… Dolandırıcılar çıkmış bir de ortaya. Kapı kapı gezerek virüs taraması için Sağlık Bakanlığından geldiklerini söyleyip spreyle bayılttıkları insanların evlerini soyan vicdansızlar… Bunalıyorum. Kaçacak bir yer de yok ki…
Dördüncü Gün
Dün akşam haberlerde insanları toplu olarak bir araya getiren her türlü faaliyetin durdurulduğu söylendi. Nikâhlar, düğünler yapılmayacak, taziye evlerine izin verilmeyecek. Etkinliklerin hepsi iptal. Sarılmak yok, tokalaşmak sakıncalı, öpmek de öyle… Kahvaltıda kardeşim arıyor.
“Biliyor musun, kahvehaneler kapatıldı” diyorum.
“Yapma ya abla…”
“Çok mu üzüldün?” diyerek üzerine gidiyorum.
“N’apacağım ben şimdi, zamanımı nasıl geçireceğim?”
“Evinde oturabilirsin, karınla zaman geçir.”
İyi geliyor kardeşimle konuşmak, ona takılmak. Keşke burada olsaydı.
Sonraki Gün
Temizlik devam ediyor. Dün oğlumun odasını temizledim. Kitaplarını tek tek elden geçirdim. En üst raftaki iki peluş ayının tozlarını silkeledim. Bunlardan birini lisans mezuniyetinde iki kız arkadaşı hediye etmişti ona. Sanki mezun olan benmişim gibi memlekete dönüş yolculuğunda bu kocaman ayıyı bir elimde, özel çerçevesi içindeki lisans diplomasını da diğer elimde kıvanç ve gururla taşımıştım. En son gidişinde masasını nasıl bıraktıysa içim elvermemiş toplayamamıştım. Masanın üzerinde bulunan iki kalemlikteki yazmayan kalemleri ayırdım önce. Teneke kutuda bir sürü bozuk para vardı. Tedavülden kalkmış paralar da var, yerli yabancı bir sürü bozuk para da. Eşime “Bak sana iş çıktı.” diyerek paraları önüne yığdım, biraz terslendiyse de bütün paraları sınıflandırdı. Atılacakları, saklanacakları ayırdı.
Akşama vakit var ama yemek yok evde. Mutfağa geçiyorum. Artık yatak odası ve çalışma odası yarına kalacak. Sıkılıyorum. Tatilin başladığı günden beri eşimden başka kimseyi görmüyorum. Mecbur kalmadıkça dışarıya çıkmıyorum. Bütün zamanımı temizlik yaparak geçiriyorum. Her gün temizliyorum, ertesi sabah kalktığımda yeniden temizliyorum. Yorgunum.
Beşinci Gün
Kapı komşumla bir haftadır görmüyoruz birbirimizi. Oysa her salı birlikte yürüyüşe çıkıyorduk. Telefon ediyorum. Balkondan, cam fanuslarımızın içinden konuşuyoruz.
“Günaydın şekerim.” diyor. Sevmem aslında “şekerim” sözünü, yapay gelir bana. Sevmediğimi söylemiyorum komşuma.
“Görüşemiyoruz ne zamandır, nasılsın?”
“İyiyim, çocuklar burada. Onlarla ilgileniyorum. Yemekti, bulaşıktı, zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum” diyor. Anlaşılan işi çok. Daha fazla meşgul etmemek için iyi günler dileklerimle kapatıyorum telefonu. Televizyonu açsam mı acaba? Hep aynı şeyler… En iyisi temizliğe devam etmek. Sıra çalışma odasında, sonra da yatak odası var daha. İş çok… Annem geliyor aklıma. Evhamlı değilse de çok titizdi. Temizlik zamanlarında beni evden kaçırtacak kadar hem de. Şimdi bu yaptıklarımı, evi nasıl temizlediğimi görse ne düşünürdü acaba? “Benim yola getiremediğimi virüs nasıl da yola getirmiş!” der miydi? Keşke sağ olsaydı da deseydi.
Artık Bilmiyorum
Her gece Sağlık Bakanı’nın açıklamasını bekliyorum. Nerede, kimin öldüğü belli değil, sayı her geçen gün artıyor. Bu virüs; ünlü ünsüz, zengin fakir ayırt etmiyor, futbolcular, antrenörler, devlet başkanları, onların eşleri, herkese ama herkese bulaşıyor. Bazı devletler, aşı bulunması için büyük kaynaklar ayırıyorlar, bazı devletlerin yöneticileri de vatandaşlarından dua etmelerini istiyor. Cübbesiyle bilinen bir hocamız bulaşıcı mikroplardan korunma duası olduğunu söylüyor, bu duanın etkili olabilmesi için yüz otuz iki defa okunması gerekiyormuş. WhatsApp’ta bir doktor uzaktan şifa grubu kurmuş, bir arkadaşım beni de davet etti.
Teyzemin kızı Sevcan aradı.
“Ne oldu, niye ağlıyorsun?” diye soruyorum.
“Dünürümü kaybettik ama Eskişehir’e gidebilmek için valilikten izin almamız gerekiyor. Öğle ezanından sonra defnedeceklermiş. Cenazeye gidemeyeceğiz herhalde” diyor. Çok üzgünüm. Daha gençti, çok iyi bir hanımdı.
Yaşadığım Bütün Günler Birbirine Benziyor
Artık pazartesiymiş, çarşambaymış, hiçbirinin önemi yok. Bütün günler, sabahlar, akşamlar birbirine benzemeye başladı. Eşimden başka kimse yok yanımda. Oğluma giden bütün yollar kapalı. Gezi yok, arkadaş toplantısı yok, yürüyüş yok, günümüzü farklı kılacak hiçbir şey yok, ölüm haberlerinden başka. Virüsten başka gündem yok. Tatil bir ay daha uzatıldı. Uzaktan eğitime geçildi. Öğretmen arkadaşlarımla görüşüyorum ara sıra. Öğrencilerim sınava hazırlanıyorlardı, konuların büyük bir bölümünü işlemiştik. Hoş, işlemesek ne olacak ki? Sınavın yapılıp yapılmayacağı bile belli değil. Hiçbir şey belli değil. Oğlumla ne zaman görüşeceğimiz belli değil.
Herhangi Bir Gün
Kaç gündür evdeyim, bilmiyorum. Temizlik bitti ama kafamda bitti sayılmaz. Her sabah kapı kollarını dezenfekte ediyorum, bu da yetmiyor çamaşır suyu eklediğim suyla yerleri siliyorum. Mecbur olmadıkça evden çıkmıyoruz. Eğer çıkmışsak dönüşte giysilerimizin hepsini yıkayıp duş alıyoruz. Uzmanların dediğinden, annemin yaptığından daha fazlasını yapmaya başladım artık. Ellerim sudan çıkmıyor. Bitkinim. Okuyamıyorum, yazamıyorum, kimseyi aramıyorum, kimse de beni aramıyor. Yalnız bir kurt gibiyim.
Güzel bir habere hasret kaldım. Sokaklarda yürümeye, misafirliğe gitmeye, arkadaşlarımı davet etmeye, balkon muhabbetlerine, öğrencilerime, kızdığım arkadaşlarıma bile hasretim. Ama en büyük hasretim oğluma…
Şeyda’yla yazışıyoruz.
“İl il karantina geliyor, az önce açıkladılar.”
“Her gün yeni bir açıklama yapılıyor, her geçen gün daha da kötüye gidiyor, umutsuzluğa kapılıyorum,” diyorum.
“Ben de. Annemi merak ediyorum, biraz rahatsızdı.”
Teselli ediyorum. Ama ben de kardeşimi merak ediyorum, söylemeden duramıyorum.
“Kardeşimin çalıştığı hastaneyi pandemi hastanesi yaptılar” diyorum. Bu kez Şeyda beni teselli ediyor. Tam o sırada zil çalıyor. “Zil çaldı, sonra görüşürüz ” diyorum. Fakat bir türlü yerimden kalkamıyorum. Kalkmak istiyorum, kıpırdıyorum, kalkamıyorum. Sırtıma biri dokunuyor. Geriye dönüp bakamıyorum. Bu kez sarsıyor sırtımdaki el…
“Haydi, kalk artık” diyor. Eşimin sesi bu. “Haydi, diyor. Çok uyudun, geç oldu.”
“Beni uyutmadın, çok sayıkladın bu gece.”
“Ne dedim?”
“Korona, Sevcan, Serpil abla, Halime falan diyordun. Hepsini anlayamadım. Çok konuştun”
“Ha, bir de Şeyda” dedin. “Şeyda kim?” Bir an ben de hatırlayamıyorum öğretmen arkadaşımı. Ama bütün gece onunla konuştum, yazıştım. Şaşırıyorum. Eşime de anlatıyorum. Bu kez ben soruyorum ona “Korona’yı nereden buldum peki?” diye.
Eşim, “Dün gece izlediğimiz filmde virüsü taşıyan kadının tişörtünde yazıyordu ya.”
“Demek gördüğüm her şey bir rüyadan ibaretmiş. Peki ya laleler?
“Hayır,” diyor eşim “Laleler gerçek.” Gerçek mi gerçekten diye balkona çıkıyorum. Pembe bir lalenin açtığını görüyorum.
3

Bu yazıyı da okuyabilirsiniz

Çocukluk Çağımız Daha Güzeldi Sadi Geyik

Anı