YDA 010 Ayça Çötelioğlu’nun NİKAHTA KERAMET VARDIR öyküsü Yazı Dükkanı Akademisi 1. Ulusal Öykü Yarışması’nda YDA010 kod mumarasıyla yarışan öyküydü
Beyoğlu’nda dolaşırken, İstiklal Caddesi’nde coşkulu ama serkeş, hem eski ve bakımsız, bazen de eski ve bakımlı, insana geçirdiği o muhteşem ve gizemli tarihi yani mesela hotcouture şapka diken bir şapkacıyı ya da başlığı kadın figürlü sütunları olan bir apartmanın yeni halini, eski ünlü pastanelerinin kapanmış olmasını hüzünle hissederdik. Bir çocuk gelip geçene mendil satmaya çalışarak acı dolu bir sevgi de katardı İstiklal Caddesi’ne. Yüzünden iyilik akan bir kadın çocuktan bir mendil alıp para vermişti. O sırada caddeyi mi onurlandırdığı yoksa caddenin mi onu onurlandırdığı kırmızı tramvay geçip giderken çıngırağını çalımla çalarak insan selini yarıp geçerdi.
Tünele doğru sol tarafa düşen arka sokaklardan birinde, bitişik nizam bir apartmanın ikinci katında, bir odanın açık penceresinde dırdır eden ama ne dediği anlaşılamayan bir kadın sesi gelmekteydi. Burası karıkoca olan Kübra ve Mustafa’nın yatak odasıydı. Kübra üzerinde bir pijama pantolonu ve eski bir bluz ile odayı toplamakta ve söylenmekteydi. Herşeyi bir yere tıkıştırarak odayı güya topladı. Mustafa’ya hep söylenirdi ama kendisi de dağınık bir insandı. Sonra aynanın karşısına geçip yarım bıraktığı sünger bigudileri saçlarına sarmaya devam etti. Tek gözünü boyadı. O sırada mutfakta olan Mustafa dolabı açmış, karnını doyurmak için bir şeyler aramaktaydı. Mustafa içeriye seslendi. “Kübraa…, ben ne yiyeceğim?”
Kübra, “B… ye,” dedi kendi kendine. Sonra mutfağa seslendi. “Hayatım, bu akşam Sevda’nın doğum günü partisine gideceğiz ya!” dedi ve yine kendi kendine, “orada zıkkımlanırsın,” diye ekledi.
Mustafa mutfaktan çıkıp yatak odasının kapısına geldi, “Ben vazgeçtim gitmekten, sen yalnız git. Zaten o haset kadını her gördüğümde başıma bir musibet geliyor.” dedi.
Kübra sinirlendi ama belli etmemeye çalıştı. “Ama hayatım, Bedri’nin hatırı var” dedi.
Mustafa, “Gelmiyorum, boşuna ısrar etme. Bu akşam maç var,” derken mutfağa geri döndü.
Kübra mutfağa koştu ve daha fazla kendini tutamayarak bağırmaya başladı. “Bana bak Mustafa! Geleceksin o kadar. Ben oraya sap gibi gidemem. Zaten evden çıktığımız yok. İşe git işten gel. Çamaşır, bulaşık, temizlik, yemek. Nefes alacak bir zaman bile yok, olduğunda da böyle yapıyorsun. Yeter ya yeter!. Seninle evleneceğime bir inek alsaydım, hiç değilse sütünü içerdim.” Dedi ve yatak odasına geri döndü
Kübra ve Mustafa aynı reklam şirketinde reklam yazarı olarak çalışıyorlardı. Kübra sevecen ama aynı zamanda ani öfkeleri olan, akıllı, çenebaz ve otuzlu yaşlarında güzel bir kadındı. Mustafa’ya gelince o da aynı yaşlarda burnu bir karış havada olmasına rağmen, bu haliyle çok komik olduğundan, insanlara sevimli gelen yakışıklı bir adamdı. Hiç bitmeyecek
gibi gözüken bir roman yazdığı için herkese hava atardı. Kübra’ya göre bu kocaman bir yalandı. İşyerinde bile geçinemez ve birbirlerini kıskanırlardı.
Mustafa “ Senin kahrını çekecek tek davar benim bu dünyada.” dedi bağırarak.
Kübra, “Bir davarla evlendiğimin gayet iyi farkındayım,” deyince Mustafa, “Beğenmiyorsan boşanırsın” diye cevap verdi.
Kübra sinirle mutfağa koştu. O sırada Mustafa kendi kendine konuşuyordu. “Ben de sana meraklıydım, iliğimi kemiğimi sömürdün ya… bulaşık, çamaşır, vıdı vıdı.”
Kübra mutfağa girdi, “Söylediklerini duydum.” dedi.
“Duyduysan duydun, beğenmiyorsan çeker gidersin, aramızda molekül bağı yok ya.”
Bundan sonra tartışma daha da alevlendi. Ağır sözler sarf edilip birkaç eşya yerlere çarpıldı. Mustafa Kübra’nın en sevdiği resmi alıp cart curt yırttı. Kübra Mustafa’nın lisede yüksek atlama şampiyonasında kazandığı o çok kıymetli kupasını pencereden aşağıya attı.
Mustafa, “Benim kupam!”dedi sinirle. “Defol git Kübra, defol git!” diyerek yüksek sesle bağırdı.
Kübra, “Gitmeyeceğimi sanıyorsun değil mi? Gidiyorum işte! Yeter artık bu kaçıncı kovuluşum! Bu son!” dedi ve terliklerle kapıyı çarpıp çıkıp gitti.
Mustafa, “Üstünü değiştirseydin bari” diye seslendi, pişman olarak. Ama Kübra duymadı. Dışarıda hafif bir yaz yağmuru yağıyordu.
Sokakta mahallenin delisi Kutsi başına Mustafa’nın kupasını geçirmiş, sokaktan geçen herkese “Merabayın, güle güleyin” deyip eğleniyordu. Kübra kupayı onun başında görünce güldü.
Kübra sokakta ilerleyip cadde tarafına döndü. “Cenaze kılıklı herif, duyarsız domuz,” diye söylenerek nereye gittiğini bilmeden yürüdü. Bir üç dakika böyle yürüdükten sonra, Caddeden yaşlı genç, zengin fakir, yerli yabancı, tek başına ya da gruplar halinde geçen, insan kalabalığının, tuhaf bakışlarını fark etmeye başladı. Saçları bigudili, ayağında terlikler, altında eski bir pijama pantolonu, üstünde eski paçavra gibi bir penye, tek gözü makyajlı ve yağmurdan sırılsıklam olmuş bir haldeydi ve üstelik kendi kendine konuşuyordu. Öfkesi geçtikçe düşünmeye başlamıştı. “Annemler hafta sonu yazlıktalar. Ablamlar Floransa’da tatildeler. Bu yakınlarda Sevdalardan başka arkadaşım yok. O kıskanç kadının karşısına da bu kılıkta çıkamam. Aman Allah’ım, gece vakti ortada kaldım, eve de dönemem. Yoo… kesinlikle dönmeyeceğim.”
Beyoğlu’nda yürümeye devam ederken peşine bir adamın takıldığını fark etti. Yok böyle bu haliyle sokaklarda dolaşamazdı. Sevdalara gitmekten başka çare yoktu. Rezil olacaktı. “Yine kavga etmişler,” diyeceklerdi. Yoldan geçen delikanlılar Kübra’ya takıldılar ve haline güldüler. Bir tanesi, “Pamuk prenses ama yedi cücesi yok” dedi. Kübra artık çok komik göründüğünü bilerek ve utanarak bir süre yürüdükten sonra annesinin komşusu Müberra hanımla burun buruna geldi. Müberra hanım “Aaaa Kübra kızım ne bu halin?” diye sorunca şaşıran Kübra “Niye ki?” dedi.
“Şey yani kılığın falan, bigudiler.”
“Aaaa bigudi mi var başımda, unutkanlık işte.”
“Bu da fıttırdı mı ne? Hadi görüşürüz kızım, iyi olduğundan emin misin?”
“Epeyice epeyice,” dedi Kübra.
“Allah Allah, bu gençler de bir acayip,” diyerek uzaklaştı Müberra hanım.
Gamsız Mustafa, önce biraz maça baktı, sonra Kübra’nın dönmediğini görünce kalktı ve yatak odasına gitti. “Ya bu kadın nereye gitti?” diyerek elbise dolabından bir sürü kıyafet deneyerek yatağın üstüne attı ve odayı yine darmadağın etti. Saçını uzun uzun düzeltip “Sevdalara gideceğiz, başka çaresi kalmadı.” dedi. Bu kadınlar istediklerini önünde sonunda yaptırıyorlardı. Evden çıkıp kapıyı çeken Mustafa o kadar sinirliydi ki anahtarını ve cep telefonunu almayı unuttu. Kapının önünde birden unuttuklarını fark edince küfür etti ve kapıya bir tekme atarak ayağını sakatladı. Topallamaya başlayan Mustafa sokağa çıktı ve mahallenin delisi Kutsi’yi gördü. Kupayı onun başında görünce o da delirdi. “Ver kupamı,” dedi. Mahallenin delisi “Merabayın,” dedi ve eğildi ve Mustafa’ya kupayı vermeyeceğini söyledi. “Bu taç bana göklerden geldi. Tacımı vermem. Ben kralım.” Dedi. Mustafa söylenerek Sevdalara gitmek üzere yola çıktı. Allah’tan yağmur dinmişti. Yoksa saçları bozulacaktı.
Kübra ise Sevdaların sokağına tam girmişti ki bir arabayı çalmaya çalışan iki hırsızı gördü ve hemen bir apartman aralığına saklandı. Tam o sırada devriye arabası sokağa girmişti. Polislerin geldiğini gören delikanlılar arabadan inip kaçmaya başladılar. Zaten aklı başında olmayan Kübra, yerinden fırlayıp hırsızların önünü kesince, polisler yetişip hırsızları yakaladılar. Kendi yaptığına kendisi de şaşıran Kübra toplanan kalabalığın alkış ve tezahüratları arasında, tanıklık yapmak üzere karakola giderken, Mustafa da aynı sokağa girdi. Ancak Kübra’nın bindiği polis arabası çoktan uzaklaşmıştı.
Kübra karakoldayken Mustafa Sevdalardaydı. Kübra’nın nerede olduğunu soranlara “Bir yere uğradı birazdan gelir,” diyordu. Davetliler salonda oturmuş yiyip içiyor ve sohbet ediyorlardı. Evlilik, kadın erkek eşitliği ve tek eşlilik konusunda entelektüel bir tartışma yapılıyordu. Zaten Kübra’ya kızmış olan Mustafa, kadınların akrep gibi olduğunu ve fırsat buldukça erkekleri soktuğunu hareketlerle anlatınca, toplantıda onu tanımayanlar deli olduğuna karar verdiler.
Kübra’ya da Karakolda kıyafetinden dolayı deli muamelesi yapmışlardı. Komiser sormuştu, “Ya sen bu kıyafetle kimliksiz ortalıkta ne dolaşıyorsun?” Kübra’ysa hırsızları yakalattığından pişman olmuş ve Komisere onları serbest bırakması için bir sürü diller dökmüş ve işi,”Ben onlara kefilim.”diyecek kadar ileri götürmüş, serbest bırakılmalarını bile istemişti. Komiser Kübra’ya sinir olup onu eve göndermişti. Kübra da eve uğramaya karar verdi ve ara sokaklardan geçip eve ulaştığında, zile defalarca bastı ama kapıyı açan olmadı. O da söylenerek tekrar Sevdalara doğru yola koyuldu. Tam o sırada Mustafa da Sevdalardan çıktı. İki ev arasında iki yol vardı ve birbirlerini görmeden Mustafa eve, Kübra Sevdalara gitti.
Mustafa “Nereye gidiyorum eve, anahtarlar yok” dedi ve onların sokakta bulunan bir barın iri yarı güvenlikçisine çilingiri nerede bulabilirim diye sordu. Adam uzun uzun çilingirin yolunu tarif ederken Mustafa çıkıştı. “Ya bu kadar tarifi ben nereden aklımda tutayım?” diyince, “Güvenlikçi Mustafa’ya sinirlendi ve “Sen de akıl yoksa ben ne yapayım,” diye bağırdı. Mustafa adamın iri yarılığından korkup sindi.”Tamam tamam, ne kızıyorsun,” diyerek yoluna devam etti. Sonunda Mustafa sora sora Çilingiri buldu. Çilingir Mustafa’yı sorguya çekti. Evli miydi? Ev kendinin miydi yoksa kirada mı oturuyordu. Ev benim dedi ama Çilingirle takışmamaya çalıştı çünkü o da Mustafa’dan uzun boyluydu. Çilingir, “Madem ev senin kapıyı açınca tapuyu göstereceksin ona göre,” Çilingir ve Mustafa konuşa çekişe eve geldiler.
Sevda Kübra’yı görünce haline çok güldü. Kübra giysilerin önemli olmadığı gerçek bir dünyada yaşamak istediğini ve Nasreddin Hoca gibi “ye kürküm ye” felsefesini yaşama geçirmek için böyle giyindiğini söyledi. Bazıları bu yaklaşımı ilginç karşılarken, bazıları da bu işin içinde başka bir iş olduğunu düşündüler. Sevda Kübra’ya Mustafa’nın az önce gelip gittiğini, birbirlerinden haberleri olmadığını herkesin içinde söyleyiverdi. Sevda da aynı işyerinde sekreterlik yapıyordu. Mutfakta bir arkadaşıyla gülerek “Ye kürküm yeymiş. Belli ki yine kavga etmişler. Ay ne komikler.”
Mustafa artık evdeydi. Migreni tuttuğundan ilaç almak üzere ecza dolabını açtı ve migren haplarının bittiğini gördü ve kendi kendine söylendi, “Kadın adet ağrılarını geçirmek için benim migren ilaçlarımı bitirmiş. Bir de nikahta keramet vardır derler. Ne kerametmiş ama.” Mustafa anahtarlarını buldu ve cep telefonunu yine evde unutarak eczaneye gitmek üzere topallayarak yola çıktı. Tam caddeye çıkacağı sırada sokağın başında kısa boylu çelimsiz bir adamla çarpıştı. Adam buna, “Önüne baksana ayı!” dedi. Adamı çelimsiz gören Mustafa “Ayı senin babandır!” diyince adamla kapıştılar. Adam meğer hatırı sayılır, hafif sıklet bir boks şampiyonuymuş ve Mustafa’yı bir yumrukta yere devirmişti. Kaşı patlayan ve yüzü gözü kan içinde kalan aynı zamanda da topallayan Mustafa’yı, çevredeki birkaç insanın yardımıyla bir taksi tutup, Taksim İlk Yardım Hastanesi’ne götürdüler.
Kübra’ya gelince, bütün davetliler gitmişti. O da Mustafa’yı cep telefonundan arayıp bir türlü ulaşamamıştı. Sevda ve Bedri, Kübra da gitsin diye gözünün içine bakıyorlar ama Kübra gitmiyordu. Sonunda sevimsiz Sevda açık açık Kübra’dan gitmesini isteyince Kübra kalkmak zorunda kaldı. Bundan sonra eve dönen Kübra Mustafa’yı yine evde bulamadı. Apartmandan çıkan Kübra, siyah takım elbiseli, siyah güneş gözlüğü takmış Yabancı ile karşılaştı. Adam Kübra’dan bir sigara istedi. O da çığlık çığlığa kaçarak tekrar apartmana girdi. Apartmanın giriş katında oturan demans hastası Meftune hanım kapıyı açtı ve Kübra’yı görünce, “Gel kızım gel, bir çay iç,” dedi. Kübra bu ikramı sevinerek kabul etti. Meftune hanımın evi yıllardır temizlik yapılmadığı için pis ve havasız kokuyordu. Kübra neredeyse burnunu tutacaktı. Meftune hanım sefere gidip bir türlü dönmeyen kocasından, Kaptan Hayati beyden bahsediyordu. Oldukça yavaş hareketlerle bir çay doldurup Kübra’ya ikram etti. O sırada çöp kamyonu gelmiş, konteynırı boşaltmıştı. Kübra korku içinde çayı aldı ama çay tabağının üstündeki canlı kara böceği fark edince çay bir tarafa Kübra bir tarafa fırladı ve koşarak Meftune hanımın evinden çıktı. Yine Yabancı ile karşılaşınca yine korkarak apartmanın çöp konteynırına saklandı. Başından bir bigudi çıkarıp konteynırın kapağına taktı, sadece korku dolu gözleri görünüyordu.
Mustafa kaşına dikiş atıldıktan sonra tekrar eve gitti. Ama Kübra onu görmedi çünkü çöp konteynırının içinde uyuya kalmıştı. Nihayet artık Kübra’nın nerede olduğunu gerçekten merak eden Mustafa, karısının kaybolduğunu bildirmek için karakola gitti.
Karakolda Mustafa’yı bir sürpriz beklemekteydi. Onun kaşını patlatan boksör, o barın güvenlikçisi ile de kavga etmiş ve güvenlikçi gözü morarmış bir halde boksörü yaka paça karakola getirmiş ve şikayetçi olmuştu. Mustafa boksörü görünce, “İşte o! Benim de kaşımı patlatan adam,” diye bağırdı. Komiser bunların durumunu gördükten sora gülerek ve kendince durumu hallederek konuyu kapattı. Sonunda Mustafa’nın aklına Kübra geldi. Ve Komiser’e karısının kaybolduğunu söyledi. Başında bigudiler olduğunu söyleyince Komiser Kübra’yı hatırladı ve herkesi dışarı çıkararak Mustafa’ya o kadına nasıl dayandığını ve kendi karısının da aynı onun gibi olduğunu anlattı ve birlikte hoşbeş ederken Mustafa Kübra’yı yine unuttu.
Nihayet bu bitmeyen gecenin sabahı Mustafa karısının kaybolduğunu polise bildirip eve dönerken Kübra da çöp konteynırından çıktı ve mahallenin kuruyemişçisine gitti. Üstü başı pislik içinde olan Kübra, “Bana bir şişe su verir misin Abdi efendi, veresiye yaz” dedi. Abdi efendi şaşırıp Kübra’ya, “ Ne oldu kızım sana?” dedi.
Kübra “Vallahi Abdi abi, bir sirkte işe girdim de soytarı olarak, böyle giydirdiler beni.” dedi. Abdi efendi de “Aman pek iyi pek iyi, bizim oğlana da orada bir iş bulamaz mısın?” dedi. “Bulurum bulurum, siz hiç merak etmeyin” diyip kuruyemişçiden çıktı ve evin önünde Mustafa ile göz göze geldiler. Biri pislik ve şekilsizlik içinde, diğeri dayak yemiş, topallayarak, hırpani bir halde, birbirlerinin hallerini görünce hiçbir şey konuşmadan sarılıp eve girdiler. Kübra yatak odasına girince dağılmış odayı gördü ve “Pes vallahi pes şu hale bak” diyerek bağırmaya başladı. Mustafa da “Ne bağırıyorsun be kötü kalpli cadı kadın,” diye cevap verdi.
O sırada İstiklal Caddesi’ndeki kalabalık azalmıştı ve akşamdan kalma insanlar caddeyi neşe ve keyifle doldurmuştu. Buna rağmen İnci Pastanesi’nin önünde ağzına çikolata bulaşmış mendil satıcısı çocuk, bir köşeye kıvrılmış uyuyordu. Bardaktan boşanırcasına bir yaz yağmuru başladı.