Yücel Duman’ın Paris’te İki Adam öyküsü Yazı Dükkanı Akademisi 1.Ulusal Öykü Yarışması’nda YDA/011 kodu ile yarışmıştı.
Paris’i yaya geziyordum. Türkiye’den yüksek eğitim için gelmiştim. Paris IV Üniversitesi Siyasal Bilgiler bölümünde okuyordum. Hafta sonuydu, ben Paris’in gezilecek yerlerinin peşindeydim. Yaya gezmek yorucuydu. Dinlenmek için kentin ünlü kahvehanelerinden birinde mola verdim. Bu kahvehanelerin, Fransa Tarihi’ne adını yazdırmış Napolyon Bonapart zamanından kalma olduğunu duymuştum. Tezgahta duran uzun boylu, dikine çizgili önlük takmış adama, “bana bir ekspresso verir misiniz” dedim. Kumral saçları ve bıyıkları vardı. Lafım biter bitmez, tezgahtaki adam ağzının kenarından “pıırrt” gibi bir ses çıkardı, arkasını dönerek, kahvemi hazırlamaya gitti. Biraz ötemde duran, orta yaşlı adam, benim konuşmamdan sonra gülmeye başladı. Kumral yüzlü, uzun saçlı ve sakallıydı. Saçlarını arkadan toplayıp, Paris berberlerinde yaygın olan modayla belik belik ördürmüştü. Tanımadığım birinin, bana bakarak gülmesine canım sıkıldı, suratım asıldı. “Neden gülüyorsun kardeşim” der gibi yüzüne dik dik baktım. O gülümsemeye devam ederek, “Türk müsünüz” diye sordu. Türkçe ses duyunca, gerginliğim geçiverdi. Ben de gülmeye başladım ve “evet, nasıl anladınız, Fransızların başka dillere önem vermediğini duymuştum. Türkçeyi nasıl bu kadar güzel konuşuyorsunuz” dedim.
“Ben de Türküm, Fransız değilim” şeklinde karşılık verdi. Uzaktan başlayan sohbetimiz, ben ona doğru birkaç adım atınca, yakından devam etti.
“Türkiye’de uzun yıllar yaşadım. Daha sonra bilindik nedenlerle, vatanım olan Türkiye’den ayrılarak, Fransa’ya geldim. Burada rahatım iyi ama Türkiye’yi ve Türkçe konuşmayı özlüyorum. Bu nedenle siz az önce, tezgahta duran adama ki o aynı zamanda buranın hem sahibi hem de garsonudur, “bana bir ekspresso verir misiniz” dediğinizde, Türkçe sözleri duymak beni mutlu etti.
“Kahvehanenin sahibi ve garsonu hiç de memnun görünmüyordu. Ağzının kenarından “pıırrt’ gibi bir ses çıkardı.”
“Bu hareket onların alışkanlığıdır. Bir sözü iyi anlamadıklarında ya da işlerine gelmediğinde yaparlar. Bir şey daha söyleyeyim, sizin konuşmanız içinden sadece ‘ekspresso’yu anladı.”
Beni yeniden bir gülme tuttu. Kahvehanecinin Türkçe bildiğini sandığımdan, kendi aklıma gülmüştüm.
*
Fransız sandığım orta yaşlı adamla samimiyeti ilerlettik. Ona Türkiye’den Paris’e gelişimi, daha trenden iner inmez, Türk olduklarını öğrendiğim üç kişi tarafından kandırılarak, cebimdeki bütün paranın nasıl alındığını anlattım. Bu parayı yeniden kazanmak için, Paris’ten uzaktaki bölgelerde şarap yapımı için, topuklarımla üzüm çiğnediğimden de bahsederek, sıkıntılı zamanlardan söz ettim. Anlatacaklarım bitince, içtenlikle ve yumuşak bir sesle, “peki siz kimsiniz, hikayeniz nedir” diye sordum.
O ara ekspresso kahvem gelmişti. Kahvehanenin hem sahibi hem garsonu olan uzun boylu adam, fincanı ve altlığını tezgahın üzerine bıraktı, bizimle konuşmaya gereksinim duymadan, başlangıçtaki noktasına geri dönüp, yeni müşteriler beklemeye başladı. Yeni gelenlerin Fransız olmasını dilediğinden kuşkum yoktu. Fransızlara benzettiğim Türk arkadaşımla ayakta duruyorduk, Bir kolumuz tezgaha dayalıydı.
Adının Ayhan Durmaz olduğunu öğrendiğim arkadaş, Türkçe konuşmayı çok özlediğini kanıtlarcasına soluk almadan anlatmaya başladı:
“Dünyayı bunca dolaştım. Kadın, erkek, çocuk çeşitli insanlarla tanıştım; şu sorudan kurtulamadım: “Sen kimsin? Nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?” Ben cevap vermekten yoruldum, onlar sormaktan yorulmadı. Yine de siz sorunca çok sevindim. Çünkü Fransızca anlattıklarımı, şimdi Türkçe anlatmak fırsatı buldum. Konuşurken yanlış sözcükler kullanırsam, lütfen düzeltmekten çekinmeyin.”
“Rahatınıza bakın. Ben de buraya yerleştikten sonra, yeterince ve düzgün Türkçe konuştuğumu söylemem.”
“Evet, insanların sorularına tek tek cevap vere vere, kitap yazacak kadar notum oldu. Sonunda dünyamızı cehennem yapanlara cenneti anlatmak noktasına geldim. Bu dünyaya geldikten ve büyümeye, akıllanmaya başladıktan sonra, tek hedefim vardı, insan gibi yaşamak. Yaşarken kimsenin hakkını yememek, gönül terazisinden ödün vermemek, cahillerden uzak durmak, karanlığa ışık tutmak, nerede uygarlık ve uygarlıktan eşit olarak yararlanan insanlık varsa, orada yerleşik olmaktı. Bu amaçların peşinde koşarken, dünyayı zalimlerin, hokkabazların, ikiyüzlülerin sardığını gördüm. Anlatmaya dilim varmıyor.”
Önündeki bardaktan biraz su içti ve devam etti:
“Doğduğumda adımı Ayhan koymuşlar. Acaba Yeşilçam’ın ünlü yıldızı Ayhan Işık’tan mı esinlendiler, bunu öğrenemedim. Durmaz, büyükbabamdan bana kalan soyadım. Aynı soyadı gibi, yerinden duramayan bir yapısı vardı. Ben de biraz ona benzemişim. Keşke ailemiz ve yasalarımız, adımızı seçme işini bize bıraksaymış da 18 yaşımıza geldiğimizde, kendi adımızı seçebilseymişiz.”
Güldüm ve “peki 18 yaşımıza kadar bizi nasıl çağıracaklardı?” Sorumu yanıtlamasına fırsat tanımdam, yeni bir soruyla devam ettim:
“Öyle bir şansınız olsaydı, hangi adı seçerdiniz?”
“Adam adını seçerdim. Türkçe dahil her dilde beğenilirdi.”
“Sözünüzü kestim. Lütfen devam edin.”
“Doğumumla ilgili pek bir şey bilmiyorum. Çocukluk ve gençliğim türlü zorluklarla geçti. Türkiye’de de kimi zaman ötekileştirildiğimiz için, kimliğimi gizleyerek yaşadım.
“Neden ötekileştirildiğinizi düşünüyorsunuz?”
“Dersimliyim de ondan!”
“!”
“Bakın siz de bana hak verdiniz. Büyüdüğüm yıllarda, ilk ve ortaokulu kırsal alanlarda okurken sıkıntılar da büyüdü. O zorluklar yetmezmiş gibi bir de askeri darbe oldu. Yaşadığımız bölgede hayat bir kat daha zorlaştı. Aradan 10 yıl geçti. Hayat önüme hep engelleri, adını koyamadığım sıkıntıları çıkardı. Peşimde beni izleyen bir kötü kader vardı. Kırsal kesimden Türkiye’nin batısına geçtim. İzmir’de bir süre yaşadıktan sonra İstanbul’a yerleştim. Büyük şehirde yaşam koşullarının daha uygun olacağını hesap etmiştim ama değildi. Günlerim hep endişeyle geçiyordu. Hangi işe başvursam, Dersimli kimliğim sanki suçmuş gibi engel olarak karşıma çıkıyordu.
Bir arkadaşın yardımıyla, vasıfsız eleman olarak gemilerde çalışmaya başladım. Ora senin bura benim kuş misali Afrika ve Avrupa sahillerinde, bana göre korkusuz ve gerilimsiz günler geçirdim. Taaa ki çalıştığım gemilerde de türlü sorunların ortaya çıkmasına kadar. Dört şirkette ayrı ayrı gemilerde çalıştım, sıkıntı çıktıkça şirket ve gemi değiştirdim ama kötü kader peşimi bırakmaz, gemicilik günlerim çekilmez hale gelince, Fransa sahillerinde bu mesleği terk ederek, bu ülkeye iltica ettim.
Daha önce de söylediğim gibi, tek amacım insanca, huzurlu bir ortamda yaşamaktı ve kötülere avuç açmayacak kadar kazancım olsun istiyordum. Bu umudun peşinden yıllarca kimi yürüdüm kimi koştum. Tam yakaladım dediğimde, baktım metrelerce ötemden bana arsız arsız gülümsüyor. Bıraktım peşini. İşte artık sağlığını korumaya çalışan, gün bulup gün beslenen ve şu kahvehanede bir Fincen kahve ve bir bardak su içtiği için mutlu olan, Türkçe bir ses duyunca da içinden sevinç dalgaları yükselen biri haline geldim.”
Ayhan Durmaz’ın samimiyeti hoşuma gitmişti. Mütevazi ve hayata boş vermişçesine bakan bir yapısı olduğunu tahmin ettim. Düşündüklerimi, sakıncasız ifade ederek, şunları söyledim: “İyi ki size ‘nereden gelip, nereye gidiyorsunuz’ diye sormuşum. Oldukça hareketli ve maceralı bir geçmişiniz varmış. Hepimiz farklı biçimde ama aynı hüsranlarla yaşıyoruz. Ümitlerimizin peşinden giderken, beklentilerimizden çok, dayatılanları yaşıyoruz.”
“Haklısınız. Ama ümit asla yok olmamalı. Benim geçmişteki ümitlerimle şimdikilerin benzer ve farklı yanları var. En ağır basanı, bir gün vatanıma geri dönmekle ilgili olanlardır.”
“Türkiye’ye dönerseniz, ne yapacaksınız?”
“Burada Fransızcamı geliştirdim. Bu arada gençliğimden beri ilgi alanımda olan edebiyata sarıldım. Çalışmadan artan zamanlarımda, şiirler ve anılar yazarak zaman geçirmeye başladım. Paris’teki Türk arkadaşlarla hafta sonları buluşarak, edebiyat çalışmaları yapmaya başladık. Türkiye’ye dönersem, Fransa’daki kültür-sanat çalışmalarıma, gençlerle birlikte devam etmek istiyorum. İstanbul’da unutulmaz anılarım var. Piyer Loti’den Haliç’e bakmayı, Galata Kulesi’nin çevresinde soluklanmayı, Sarayburnu’ndan Kız Kulesi’ni seyretmeyi deneyeceğim. Doğduğum yerde doyamadım, doyduğum yerde ölemedim. Doğduğum yerleri yeniden görmek, doyduğum yerlerde eğlenmek istiyorum.”
*
Zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştık. Paris gezime devam etmek istiyordum. Vedalaşırken, telefonlarımızı birbirimize not ettirdik. Ayhan Durmaz kahvehanede kalırken, ben kapıya doğru yürüdüm. Arkamdan sevecenlikle el salladı. Kahvehanenin hem sahibi hem garsonu olan uzun boylu, dikine çizgili önlüklü, suratı gülmeyen adam, tezgahı temizlerken, bize anlamsızca baktı.
Yücel Duman son yazıları (Hepsini Gör)
- Paris’te İki Adam Yazan: Yücel Duman Seslendiren: Nezihe Şirvan - 30 Aralık 2021
- Paris’te İki Adam Yücel Duman - 12 Ağustos 2021
- Dünyanın Güzeli Nerdesin Yücel Duman - 1 Mayıs 2021