Yazı Dükkanı Akademisi 1.Ulusal Öykü Yarışması’nda YDA/013 kodu ile yarışan öykü
Kentin büyük meydanı, çoğu insanın ve seyyar satıcıların, yaz günlerinde, evlerinden daha fazla zaman geçirdikleri bir yerdi. Günlük iş arayan amelelerin toplandığı ve iş bekledikleri yerdi. Kentin yaz sıcakları, rakamla değil, yakıcılığıyla ölçülürdü.
Yaz tatili günlerinde, gençliğe adım attıklarına inanan ve okullarının tatil olmasını fırsat bilen çocuklar, aile bütçelerine katkı koymak için, sabahları simit satışlarının ardından, ayakkabı boyacılığına geçer, öğlen saatlerine yakın, yani güneşin en yakıcı saatlerinde ise su satışlarına başlarlardı.
Çocuklar, meydanın güneyine uzanan caddesinden inen köşe başındaki çeşmesinden kovalarına suyu doldurur, içerisine de 25 kuruşluk buz parçasını atıp, soğuk su satışına başlarlardı. Bir kova sudan bazen bir lira bazen de 80-90 kuruş kazandıkları olur, akşama kadar en az dört – beş kova su satarlardı.
Meydanda, açık ekmek fırınının önünde kocaman bir alüminyum tencerede, yörenin biberlerini yağda kızartan, yağının kalitesi bilinmeyen ama pişirdiklerinin de tadına doyum olmayan bir biberci vardı. Meydanda seyyarlık yapan çocuklar dahil, bekleşen ameleler ve meydan esnafının tamamı, açık ekmek fırınından 25 kuruşa yarım ekmek alır, içerisine de kızarmış biber koyar bir de tuzlattırırlardı. Hazırlanan dürüm keyifle yenirdi. Büyük meydanın ekmek arası biberinin tadı, yıllar geçse de unutulmaz, damaklardaki keyfi, anılara geçerdi. Meydanın bir de ilginç, renkli ama dümenci tipi vardı. Asıl adı Mustafa’ydı ama yaptıkları dikkate alınarak, ona İstanbullu ünlü meslektaşının adı konmuş, Sülün diye çağrılmaya başlanmış, öyle de devam etmişti.
Doğuştan gelen zekâsı, kurnazlığa evrilmişti. Para kazanmak için dümen yapar, dümenine takılanlara da fazla zarar vermez, hele hele yaptığı dümen sağlıkla ilgiliyse, avının sağlığını tehlikeye atmadan, işini bitirirdi.
Tanıdığı emniyet mensuplarından şaka yollu ya da kendini acındırarak aldığı mermileri, ihtiyacı olanlara satmaktan çekinmeyecek kadar da pervasızdı.
DDT diye bilinen ilacı, bolca sulandırarak, hastalara şifa olsun diye iğne yapmaktan çekinmez, iğne yaptıran kişiler, hastalıktan kurtulduklarını söyleyince, önünde iğne kuyruğuna girildiği de görülmüştü. Bu noktada, “iyileştim” diyenlerin Sülün’ün adamları olma olasılığı vardı ki bunlara “dırnakacı” denirdi.
Sülün, son zamanlarda rahat ve kolay bir dümen çeviriyordu.
Yaz günü üzerinde bir palto, ayaklarında yün çoraplar ve çorabın içine sokulmuş şalvar paçalarıyla dolaşıyor, kendisini İran, Irak bazen de Suriye’den gelen turist gibi tanıtarak, sözde turist olarak gelmiş, parası bitmiş, elindeki takım elbiseyi çok ucuza satmak istiyormuş dümenine yatıyordu.
Ancak bir özelliği vardı; nedendir bilinmez, takım elbisesini, fiyatının iki katını da verseler Türk vatandaşlara değil, Kürt vatandaşlara satmaya çabalıyordu.
Üç kişilik ekip olarak çalışıyorlardı. Sülün, elinde elbisesi, Kürtçe konuşmasıyla vatandaşa yaklaşıyor, yabancı yani Kürt olduğunu, Suriye’den geldiğini, parasının bittiğini, yolda kaldığını, bu nedenle elbiseyi satmak istediğini, bir tellal aradığını söylüyordu. Bağlantı kurup, sızlandığı Kürt vatandaş, “tamam ben sana yardımcı olurum” dedi mi oltaya yakalanmış balık oluyordu. Demese de Sülün, ağzından giriyor, burnundan çıkıyor, avını tava getiriyordu. O, avını tava getirmek için dil dökerken, Dırnaka denilen diğer ortağı yanlarına gelip, elbisenin satılık olup olmadığını soryor, Sülün, Türkçe bilmiyor ayaklarında, avına dönerek, “ne diyor bu Türk” diyor, av olan vatandaş elbisenin satılık olup olmadığını sorduğunu söyleyince, Sülün de “ben bu elbiseyi 200 liraya sana veririm 400 liraya o Türk’e vermem” diyerek, avının ayranını kabartıyordu.
Kendini kurnaz sayan köylü vatandaşın para hırsı gözünü kör ediyor, “alayım bu elbiseyi o Türk’e 400’e satıp, kar edeyim” hayaliyle, 50 lira bile etmeyecek elbiseye 200 lirayı sayıyordu.
Satış bitince, Sülün aldığı parayla köşesine çekiliyor, paltosunu üzerinden, şalvarının paçalarını çoraplarının arasından, yün külahı başından çıkarıyor, yakınındaki sucuyu çağırıyor, buz gibi bir kova suyu başından aşağı dökmesini söylüyordu. Bu işten sucu da nasibini almış oluyordu.
Sülün bunları yaparken uyanık köylü kurnazlığıyla Kürt vatandaş, elbiseye 400 lira verecek olan Türk vatandaşı aramaya başlıyorsa da eli boş dönüyor, yediği kazığı nasıl hazmedeceğini düşünüp duruyordu. Sahteciler, ortada kıvranan avlarını, saklandıkları köşeden keyifle izlerken, Sülün’ün kılık değişikliği, ortağı olan Dırnaka’nın kendisini gizlemesiyle, sahne üçüncü ortağa yani ikinci Dırnaka’ya kalıyordu.
Uyanık geçinen köylü kurnazının şaşkınlığı devam ederken, ikinci Dırnaka yanına yaklaşıp, durumu öğrenmeye çalışır gibi yapıyorsa da, asıl amacı kazıklanan kişiyi meydandan uzaklaştırmak oluyordu. Anlatacakları hazırdı: Elbise Türkiye’ye kaçak girmiştir, polis görürse Kürt vatandaşın, para cezası yanında cezaevine kadar yolu olacaktır. Genellikle de korkutmakta başarılı oluyorlar ve uyanık köylü, meydandan uzaklaşıyordu.
Meydanda bulunan sucular dahil tüm esnaf durumu biliyor, Sülün’ü de tanıyorlardı.
Tanıyorlardı tanımasına da korkularından ses çıkaramıyor, hatta polisle iş birliği yaptıklarından kuşkulandıkları Sülün ve tayfasından uzak duruyorlardı.
*
Bir gün öğleden sonra Almancı bir Kürt vatandaşı ağına düşüren Sülün, mesleğini tüm becerisiyle uygularken, su satan çocuklardan Musa adında olan, işini bırakıp hem onları izliyor hem de az sonra zokayı yiyecek olan adamı, Almancı olan dayısına benzetip, “nasıl yardımcı olurum da bu adamın tuzağa düşmesini önlerim” diye düşünüyordu.
Almancı av, tatilini bitirmiş, Almanya’ya dönüş yolculuğu için bilet almış, otobüs saatini bekliyordu. Sucu Musa, bir yandan yardım etmek istiyor, bir yandan da adama kızıyordu. Uyanık geçinen Almancının, kendisine gerek kalmadan dümeni anlamasını diliyor, “ne işin var, bu sahteciyle, bas git yoluna” diye düşünüyor, kazanç peşinde koşarken, kaybedeceği paralar için üzülüyordu.
Sülün ve ekibi işlemi kısa sürede tamamlamıştı. Almanya’ya dönecek olan Kürt vatandaş, 200 lira para saydığı 50 lira bile etmeyen elbiseyle, ortalıkta şaşkın şaşkın etrafına bakınıyordu.
Sucu Musa, bütün cesaretini toplayarak, boynu bükük Almancıyı uzaktan uzağa takibe başladı. Sülün’ün ve Dırnakaları’nın paraları bölüşme zevkini yaşadıkları bir anda, kimselerin kendini görmeyeceğini hesap ettiği bir köşede Almancı’ya yaklaşıp, “dayı sana elbiseyi satan adamı bulamadın mı” diye sordu.
“Hayır” dedi Almancı ama ‘sen de nereden çıktın’ der gibi bir ileri iki geri giden adımlarla, bineceği otobüsün peronuna doğru yürümeye başladı.
Musa ısrar etti, “dayı sana elbiseyi satan adamı tanıyorum, istersen yerini söyleyeyim” dediğinde Almancı durdu, “nerede, kim, sen nereden biliyorsun, doğru söylediğini ne bileyim” şeklinde soruları nefes almadan artarda sıraladı,
“Amca benim dayım da Almanya’da işçidir. Senin durumunu görünce dayımı düşündüm üzüldüm, Sülün denen sahtekâr yani sana elbiseyi satan adam tam karşıda kayış (kemer) satan tablacının yanında oturuyor” dedi. Sucu Musa bunları söyler söylemez, Almancı vatandaş, bir solukta Sülün’ün yanına ulaştı ve “ver benim paramı, al bu elbiseyi” diye bağırarak, cıngar çıkardı.
Sülün şaşkındı. Bir yandan kendisini nasıl tespit ettiğini düşünürken bir yandan da ‘ben değilim’ diye itiraz etmeye çalışıyordu.
Almancı, Sülün’ü bırakıp, polise de gidemiyordu ama Polis Karakolu’ndan, meydandaki tüm olayların takibi mümkündü. Sonunda bir polis memuru geldi, Sülün’den 150 lira aldı, Almancıya verdi. Almancı 200 lira vermişti ama 150 lirayı kurtardığına da memnun şekilde, bineceği otobüsün peronuna doğru koşarken Musa’ya, yarı saklanarak durduğu köşede fark etti, yanına giderek, cebinden çıkardığı 5 lirayı vermek istedi. Sucu Musa parayı almadı, “Amca ben para için Sülün’ü sana göstermedim, Almanya’daki dayım…” diye konuşurken, Almancı onu dinlemekten vazgeçti, eliyle ‘canın isterse” diye bir işaret yapıp, otobüsüne yetişti, bindi. Sucu Musa, hala Almanya’da çalışan dayısının derdindeydi.
Sülün, büyük meydandaki elbise dümenini bırakıp, bir süre kaçak sigara işine girdi. Sigaraları paketle değil tek tek satarak iki misli kazanıyor, on kişilik ailesini geçindiriyordu.
Öldüğünde, doksan yaşını geçtiği, cenazesinin, işlerini yürüttüğü büyük meydana getirildiği, buradan defnedileceği mezarlığa kadar uzanan bir topluluğun, tabutunun ardına dizildiği söylenir.