Arzu Aytan’ın GELECEKTEN BİR GÜN GELMEYECEK öyküsü Yazı Dükkanı Akademisi 1.Ulusal Öykü Yarışması’nda YDA/016 numara ile yarıştı.
Gözlerini yukarı kattan gelen patırtıya açtığında akşam vaktiydi. Örümcek bağlamış tavana uzun süre bakakaldı. Tekrar gözlerini kapattığında, apartmanın merdivenlerinden zırlayarak çıkan çocuğun sesini işitti “Bu veletler neden bu kadar bağırır?” diyerek hantal vücudunu yana devirdi. Açık duran odasının kapısından tuvaletten içeriye sızan keskin idrar kokusunu soludu. Bilgisayar masasının önünde duran boş bardaklara, küçük kitaplığının dağınıklığına, yerdeki işlemeli kilimin lekelerinde gezdirdiği kara gözlerini tavanda duran örümceğe çevirdi. “Odam böyle olmasaydı sende orada öyle keyif yapamazsın, şanslı sarkık” deyip çürük dişinin oyuğunda dilini gezdirdi. Bilgisayarını açmak için adım attığında, üzerinden kayan kalın şilteye ayakları dolandı. “Kahretsin senin yerin, yatağın üzeri kendini paspas sanma!” öfkeyle dağınık yatağın üzerine fırlattı, çıkan tozlar odada uçuşurken öksürerek paytak adımlarla mutfaktan bir bardak su alıp, plastik şifonyerin üzerinde duran hapı içti.
Bilgisayarının düğmesine basıp açılmasını bekledi. Kendi yaşının yarısı olan külüstür sonunda açılınca bir şarkı açıp, sandalyesinde geriye doğru yaslanıp dinlemeye koyuldu. Aynı şarkıyı art arda defalarca kımıldamadan dinlerdi. Yahut çok kez izlediği filme hiç sıkılmadan dikkatle bakardı. Arasında bağlılık kurduğu her şeyi sonsuza dek yaşamına ilave eder, kendi uzuvlarından biri sayardı. Oysa o istemeden ne çok eksilmişti, ölen annesi, yitip giden nişanlısı, satmak zorunda kaldığı kitapları… babasının homurtulu sesi duyuldu “Çorba yaptım gel al!” çorbayı hiç sevmezdi. Mutfağa gidip kapağı kaldırdığında suya benzer bulamacı görünce kapağı hemen geri kapatıp umutsuzca dolabı açtı. Küflü rafların ortasında küçük bir tabakta donmuş reçel, poşetin içerisinde bir top peynir vardı. Peynire uzanan elini hızla geri çekti. Babası hastaydı o yemeliydi. Hem emekli maaşını almaya 6 gün vardı. Köşede duran iki patatese bakıp “Yarın sizi haşlarım, bugünlük ekmek var”, böldüğü ekmeğin yarısıyla odasına döndü. Durmuş olan şarkısını tekrar başa sarıp yatağına kendini bırakarak duvarda kendi el yazısıyla yazdığı “Gelecekten bir gün gelecek” yazısına dudakları titreyerek, gözlerini kapadı. Annesinin ölümünün üzerinden 4 yıl geçmişti ki, büyük halası onu Nefise’yle tanıştırmıştı. Önceleri istememiş, çok düşünmüştü sonra Nefise’nin ela gözleri aklına gelince kabul etmiş küçük bir nişan töreni düzenlemişti. Hem nasıl olsa elbet memurluğa atanmayacak mıydı? 4 yıl boşuna okumuş değildi. Önceleri kızda onunla bir umut bekledi. Ara sıra yaptığı işlerden kazandığıyla ona küçük hediyeler alır, gönlünü hoş tutardı. Daha sonraları günlük işlere gitmez, Nefise’den kaçar olmuştu. 3 yılın sonunda Nefise’den aniden haber alamaz oldu. Aylar sonra duydu ki, nişanı attıktan kısa bir süre sonra başkasıyla evlenmiş. Bu haber yaşantısında kapı aralığından sızan bir hava gibi kısa bir etkiden başka bir şey yapmamıştı. Nemli gözlerini açıp duvarda ki yazıyı parçalara ayırarak kısık sesle “O gün gelmeyecek” deyip, boş ilaç şişelerini biriktirdiği poşete koydu.
Kitaplarının üzerine bıraktığı ekmeği yemeye başladığında, güçlükle nefes almaya, soluksuz öksürmeye başladı. Yüzü kızarmış, eli boğazında dolanıp dururken, babası elinde fıs fısla odasına girdi. “Koltuğun üzerinde bırakmışsın” titreyen elleriyle aldığı ilacı ağzına götürüp iki kez sıkarak sandalyeye oturup yavaşlayan nefesini dinledi. Babası mahzun gözlerle bakarak oda kapısını kapatıp çıktı. Terleyen sık saçlarında ellerine gezdirirken kitaplarının üzerindeki telefonunu eline aldı. Günlerdir oracıkta sessizce duran telefonda tek bir mesaj vardı. Bu 2 yıl önce aynı işte çalıştığı arkadaşıydı. “Yarın tarlada iş var, gelmek istersen cevap ver” öksürürken yere düşürdüğü ekmeğe bakıp cevap yazıp yatağına uzandı.
Alarm sesine gözlerini açıp, kapı ardında asılı duran pantolonu ve gömleğini giyip yola koyuldu. Arkadaşı erken gelmiş elinde sigarasıyla yerinde kımıldanıp duruyordu. Haydar’ı görünce sigarasını yere atıp “Ne kadar kilo almışsın” Haydar gülümsemeyle yetinirken gürültüyle duran kamyonetin kasasına atladılar. Kamyonetin kasasında öteki mahallelerden toplanan işçiler oturmuş kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Hiç konuşmayan Haydar’ın başı uzanıp giden yolu takip ederken, sık ağaçların olduğu yola girildi. İşçiler sallanan kamyona aldırmadan yavaşça ayağa kalkmaya başladılar. O arada Haydar topraklı yoldan kalkan tozla avucunun içine öksürüp duruyordu. Kamyonetin kasası açıldı işçiler içinden kaya parçası gibi dökülmeye başladılar. Haydar’ın arkadaşı da inmiş yine bir sigara ateşlemişti bile. Yüzü kızaran, alnından ter yuvarlanan arkadaşına bakıp “Neyin var? Çalışamazsan birazdan dolan kamyonetle sende evine geri dön” Haydar elini sallayarak diğer işçilerin girdiği ambara yol aldı. Burada işçiler üstlerini değiştirir, başlarına şapkalarını, sırtlarına küfelerini takarak çıkardı. O da aynı yolu izledi. Yaşlıca bir adam toplanan işçilere çalışacakları elma ağaçları, ödenenek ücreti söyleyerek gözden kayboldu. Arkadaşı ve Haydar aynı ağacın başına geçip işe koyuldular. Haydar’ın öksürüğü biraz olsun dinmişti. Var gücüyle kırmızı elmaları küfesine dolduruyor, sürüyerek gösterilen yere döküp dönüyordu. Ne vardı ki dört küfeden sonra defalarca aldığı fıs fısı da işe yaramaz olmuştu. Birkaç kez gelen yaşlı adam öksürük içinde kıvranan gence bakıp burun kıvırarak gitti. Öğleden sonraydı arkadaşı “Sen yalnızca topla ben senin küfeni de götürürüm” deyince nefesi normale dönmeye başladı.
Karanlık tarlaya düşmeye başlamıştı ki yaşlı adamın “Bugünlük iş bitti” sözünü işiten, işçiler sıraya girip paralarını almaya başladılar. En sonda Haydar ve arkadaşı vardı. Haydar’ın başı öne eğik utanç içindeydi. Tam verimli çalışamamıştı. Yaşlı adamın bakışlarındaki memnuniyetsizliği de sezmişti. Yaşlı adam getirdiği küfe kadar parasını uzattı. Çok yavaş olduğu için bir küfeyi de eksik vermişti. Tam Haydar ambara doğru gidiyordu ki yaşlı adamın sesini duydu. “Yarın gelme!” yüzünü adama dönmeden boşalan ambara girdi. Tüm işçiler dışarıda gelecek kamyoneti beklemekteydi. İşte giydiği giysileri poşetine koyarken üzerinde tırmıklar, kazmalar, atılı duran büyük plastik şişeye bakındı. Üzerinde tarım ilacı yazıyordu. Yaklaşıp gözlerini kısarak beyaz yazıya dikkatlice bakındı. Pestisit (böcek öldürücü) yerde atılı duran su şişesini kaptı. İçinde kalan suyu hızla yere döküp büyük şişedeki zehirden bir miktar elindeki şişeye doldurup kapağını sıkıca kapattıktan sonra, poşetindeki giysiler arasına gizleyerek korna çalan kamyonete binip evinin sokağında indi.
Evin kapısını açtığında babasının horultusu tüm evi sarmıştı. Yavaşça kapıyı kapatıp odasına süzüldü. Derin nefes alırken elinin çamuruna, kalkan tırnağından sızmış kurumuş kana bakındı. Başını kaldırdığında duvarında yırttığı yazının boş çivisine yitip gidenlere, başaramadıklarına uzunca baktı. Bir aralık gözden kaybolup koltuk üzerinde başı yana düşmüş uyuyan babasına hüzünle bakıp geri döndü. Onu öpmeyi çok isterdi lakin dudakları dokunsa adam uykusundan uyanırdı. Odasına girip kapısını kapattıktan sonra poşeti yatağın üzerine döktü kirli giysiler arasından yuvarlanan şişenin kapağını hızla açıp “Gelmeyecek güzel günlerim, sizi daha fazla bekleyemeyeceğim beni affedin” diyerek gözlerini kapatıp zehri hiç aralıksız tek seferde içip yatağına gülümseyerek uzandı. İki kolunu açmış, bacaklarını birleştirmişti yatakta çarmığa gerilmiş İsa gibi görünüyordu. Göz kapaklarının üzerinde tonlarca yük var gibi açılmıyordu.
Vücudu kasılmaya başladı, solunumu tepeye tırmanıyormuş gibi hızlanmış, ağzını kenarından ekşi bir sıvı akıyordu. Tek gözünden sızan ince bir ışık pusluydu daha sonra kapkaranlık oldu.