Berivan Yıldız’ın Bir Gezmin Hikayesi isimli öyküsü Yazı Dükkanı Akademisi1.Ulusal Öykü Yarışması’nda YDA/019 kodu ile yarıştı.
Onu dağ bayır gezdiren merakı ve tutkusu artık mesleği olmuş, genç fotoğrafçılar arasında adı sık sık duyulmaya başlanmıştı. Ela gözleri patlayan her flaşın ışığında yeşilleniyordu. Gördüğü her çiçeğin, böceğin fotoğrafını çeker, hayretle incelerdi. Bazen sürüsü önünde bir çoban, kimi zaman atların üzerinde süt sağmaya giden bir berivanın çiçekli şalvarından tutup, başındaki şala, şapkaya kadar… Sonrası güneşte yanmış, kavrulmuş yüzler ve çocuklar… Ahdetmişti Fırat, karşılaştığı her bir çocuğun yüzünü taşıyacaktı dosyasında. Fotoğrafın ön yüzünde yeşil, mavi, siyah gözler arka kısmında Ali, Yağmur, Helin yazılı binlerce fotoğraf… Yazları köylerin, yaylaların yolunu tutar, kışları şehir merkezlerinde gezer dururdu.
“Ömrüm bir yana bu köyde geçirdiğim günler bir yana,” dedi Fırat, sağında uzanan Arif’e dönerek. Arkadaşı Arif’e şükranlarını her zaman hatırlatırdı. Dostluğuyla üniversitenin ona kazandırdığı bir değerdi Arif. Temmuzun son günleri dama serilen yataklara uzanmış, konuşuyorlardı. Yıldızı bol bir gece, serin bir yel sarmıştı başlarını.
“Dünyanın en güzel uykusunu alıyorum burada.” dedi Fırat. “Şehrin bunaltıcı sıcağı gece dahi tere boğmadan salmaz insanı. Bir gecede bin gece uyumuş gibi dinç kalkıyorum bu yataktan.”
“Damdan diyecektin Fırat, damdan, karıştırma!” dedi Arif gülerek.
“Diyorum ki şu kurbağalar, olmasa mıydı acaba? Bu sesin saldırısına uğrayan insan gidip kargalardan özür diler. Ki ben bir özür borçluyum onlara. Bu ne vaveyla, şahit olmasan inanmazsın. Sahi bu güçlü ses nasıl çıkıyor bu ufacık yaratıklardan?”
Arif cevaplamak için doğruldu biraz, ama vazgeçti.
“Veteriner kimliğimle iyi bir açıklama yapmak isterdim ama çok uykum var arkadaşım. Şehirde uzun uzun anlatırım, sen şimdi tadını çıkar bu senfoninin.” dedi yüzünü yastığa gömerek. En kötü anlarda bile güldürmek onun işiydi. Mizah yönü gelişmiş, enerjik biriydi. Her sorunun üstesinden gelirdi. Fırat’a bir kardeşten öte olmuştu.
Fırat başını gökyüzüne kaldırmış, düşünüyordu: Fotoğraf, çekim, dağ, taş, kadraj ve kurbağalar!
Sabahın erken saatleri. Güneş nazlı nazlı yükseliyordu tepeden. Cami hoparlöründen üflemelerle birlikte “ki, üç se, ses kontrol” sesiyle uyandı Fırat. Ses dağlardan yankılanıyordu. Sonra Mustafa Amca gür ve tok sesiyle “Uyanın, müjdeler olsun! Yıllar, yıllar sonra dağlarımıza gezmin yağdı. Bir saate kadar meydanda buluşup gidiyoruz.” diye tekrar tekrar üstüne heyecanla bağırıyordu. Fırat afallamıştı. Dağa yağan neydi, gezmin nedir? Bu insanlar nereye gidiyor? Cevaplaması için hızlıca, biraz da sarsarak Arif’i uyandırdı. Arif de aynı telaşla “Baskın mı, ne oldu Fırat?” diyecekti ki anonsu duydu. Derin bir “oh” çekerek oturdu yatağına. ” Gözün aydın, o çok merak ettiğin Çiyayê Pepûle’ye (Kelebekler Dağı) çıkacaklar. Meşe ağacından aqit yapmaya gidiyorlar. Gezmin yani pekmez yağmış. Artık değil “yasak” kurşun yağsa kimse tutamaz onları. Haydi biz de gidelim meydana…” Hızlıca anlatıyordu Arif. Fırat, hiçbir şey anlamıyordu bu söylediklerinden. İçinden ‘Yine Arif’in bir oyunu, şaka bu herhalde. Meşe ağacı ve pekmez. Kaldı ki bir de neymiş efendim gökyüzünden yağıyormuş!’ kahkahayla dinledi söylediklerini.
Hızlıca eve geçtiler. Ortalık cümbüş yeri. Giyinenler, kara kara kazanları atlara yükleyenler… Hele Sultan Ana, önüne ne geldiyse atıyordu torbaya. Ekmek, peynir, yağ, çay, şeker… Fırat’a baktı aniden. Sonra elinde şalvar, çiçek desenli yöresel bir şal ve bir lastik parçası… “Bunları al oğlum. Sıcakta serin tutar. Lastikle de o kıvırcık saçlarını bağla, terletmesin enseni. Şalı da iyi dola ki güneş boynunu yakmasın.” Fırat sevgiyle bakıp söylediklerini aynen yaptı. Dağlarda çok gezmişti, yolu yordamı biliyordu. Ama şaşkınlığından ve bu telaştan olacak ki ne yapacağını bilemez olmuştu. Heyecan ve merakını dizginleyemiyordu.
Meydana geldiklerinde aynı atmosfer hakimdi. Gülen yüzler, heyecanlı kalpler… Büyükler için yıllar sonra bir mucize, gençler içinse o hep duydukları gezmin macerası. Fırat’sa oryantalist bir yolculuğa çıkıyordu.
Kelebekler Dağı’na çıkmak öyle kolay değildi. Zahmetli ve de riskli bir yolculuktu. Fırat tekrar Arif’e dönerek gezmini sordu. “Valla arkadaşım daha önce bana da denk gelmeyen bir yağış. Benim de hayatımda ilk olacak. Bildiğim babamla anamın, büyüklerimizin her geçmişi yadında mutlaka anlattıkları bir hikâye. Ha bir de diş ağrılarından tut öksürüğe, mide ekşimesinden çık, baş dönmesine kadar hangi hastalığa tutulmuşlarsa bir gezmin çıkıverir ağızlarından. Ahh, ahh bir kaşık olsa da yesek! Sanırsın yaşam iksiri! Buradakiler gökyüzünden yağdığına inanıyor. Ama tabi öyle değil, daha önce biraz araştırmıştım. Çok sıcaklarda ve belli bir aralıkla meşe ağacı yapraklarının ürettiği bir salgı. Özsu diyebilirim, yapışkan ve bir o kadar da tatlı bir su.” soluk soluğa anlatıyordu Arif. Fırat etrafına bakındı, köyden epeyi bir uzaklaşmıştılar.
“Bindik bir alamete gidiyoruz gezmine.” dedi gülerek.
Bir yandan makinasıyla çekimler yapıyor, diğer taraftan konuşmaları dinliyordu. Yaklaşık otuz kişilik bir gruptular. Yaşlısı, genci bir kerametin peşine düşmüştüler. Yol boyu şırıl şırıl akan dere, ormanların içinden gelen kuş seslerinin birlikteliği huzur vericiydi. Arada söylenen şarkılar da umut, sevda yüklüydü. Her bir taşın fotoğrafını çekiyordu Fırat. Dağlara kurulan birer tabure ya da dizilmiş minderler gibiydi kocaman taşlar… Arasından boy veren çiçeklerin zahmetini düşündü. Ya da kim bilir belki taş o tohuma yol vermişti. Tohumun inadı mı, taşın yumuşaması mı, bilinmezdi. Tıpkı bu koca dağın onlara sunduğu patika yol gibi. Patika yolda biraz karışık, keçi yolu da denmesinin bir sebebi vardı.
Bir ara gruptan ayrıldı. Farklı bir kızıllığa bürünen akşam güneşi makinasına hapsoldu. Çok iyi yakalamıştı, çekmeden gidemedi. Bu halini gören köylülerden biri gülerek:
“Güneştir, her zaman öyle iner, çıkar. Çekmeye değmez, hızlan.” dedi.
Mutlu olduğu zamanlarda gözlerini kısarak gülümserdi Fırat. Yine böyle özel ve güzel bir gülümseme konmuştu yüzüne. Alay konusu olsa bile. Yol boyu hiçbir ayrıntıyı kaçırmak istemiyordu. Sakin, yavaş bir kaplumbağa gibi yürüyordu. Yol arkadaşlarını ise birer çitaya benzetmiş, hızlı ve yavaşın arasındaki açığı kapatmak da Arif’e kalmıştı.
Akşama yakın bir zaman diliminde durdu kervan. Yükler alındı atların sırtından, gelişi güzel herkes bir yere düzenini kurdu. Güneşin son ışıkları meşe ağaçlarının arasından tatlı tatlı süzülüyordu. Yapraklar pullanmış, simlenmiş bir parlaklığa bürünmüştü. Gruplar kuruldu, belli bir görev dağılımından sonra artık her şey hazırdı. Önce aç olan karınlar doymalıydı. Fırat ve Arif çayı demlemiş bekliyorlardı. Sultan Ana sacda pişirdiği lavaşı aldı eline. Tereyağını içine ince bir tabaka halinde sürdü. Sonra üzerine serptiği toz şekerle lezzete lezzet katmıştı. Sardığı ekmeği uzattı gençlere. Buralarda bin bir türlü bitkilerden beslenen koyunların sütünün tadı bir başkaydı. Peyniri, yağı… Fırat her lokmada bunu paylaşıyordu Sultan Ana’yla. Ateşte kaynatılan çayla yorgunluğunu atmıştı üzerinden. Karanlık çökmüş, serin ılık bir hava hâkimdi. Yanı başındaki suyun sesi gecenin sessizliğini bozmuştu.
Mustafa Amca’nın sesiyle toplandılar. Erkekler fenerlerle meşe ağaçlarına doğru yürüdüler. Fırat elinde fenerle Mustafa Amca’yı takip ediyordu. Meşe ağacının dallarını incitmeden yaprakları büyük bir titizlikle topluyordu. Fırat dikkatlice izliyor, aynı hassasiyetle yardım ediyordu. Bir yaprağı Fırat’a uzattı Mustafa Amca.
“Tadına bak oğlum. Bir daha nasip olmaz belki. Ben en son babamla gelmiştim, biliyor musun bu tabiat ananın bize verdiği kıymetli bir hediyedir. Kokusunda hayat var oğlum.” dedi.
Fırat dilinin ucuyla tatmaya çalıştı. “Bal gibi, toprak kokuyor.” dedi elleri yapış yapış bir halde.
Yeterince yaprak topladılar. Kucaklayıp aşağı indiler. Sultan Ana kovalarca suyla bekliyordu onları. Fırat gözünü ayırmıyordu, bir bir izliyordu olanları. Yaprak dolu leğenler suyla doldurulup ağızları kapatıldı. Şırası iyice suya karışmalıydı ki tadı yerinde olsun. Sabahı beklemeye durdular. Gece yakılan ateşin başında sohbetlerle, türkülerle geçti.
Gün aydınlanmaya başlamıştı. Önce uygun taşlar bulunup üzerine kazanlar kuruldu. Sultan Ana geceden suya batırdığı yaprakları kocaman elleriyle bir güzel yıkadı. Suyun rengi değişmiş, karamele yakın duruyordu. Şimdi artık kazanlarda kaynatma vaktiydi. Fırat kendine uygun bir yer aramaya başladı. Çekimsiz olmazdı. Bir kayanın üzerinde olan biteni seyredip, fotoğraf çekiyordu. Arka fonda koca bir dağ, eteğinde kıpkırmızı gelincikler, önünde kara kazanlar ve altlarında yanan ateş… Mustafa Amca odun parçalarıyla ateşi besliyor, Sultan Ana pekmezin taşmaması için karıştırıyordu. Bir an bile durmak yoktu. Elindeki kepçeyi kazana daldırıp daldırıp çıkarıyordu. Tepede kızgın güneş, çıkan dumanlar oldukça rahatsız ediciydi. Ama bu zahmete değerdi. Saatler sonra rengi koyulaşmış, yoğun bir kıvama gelmişti şıra. Artık soğuması için bekleniyordu. Fırat tekrar kazanların yanına gitti. Yaklaştıkça etrafa yayılan koku zihninin saklı kıvrımlarına dağılıyordu.
“Bütün bölgenin kokusunu, rengini, tadını bir yaprak özünde saklamış, biriktirmiş.” diye mırıldandı. Sonra ta uzaklardan gelen bir kaval sesiyle kucaklaştı, bütünleşti tabiat anayla.
Berivan Yıldız