Melek Ö. Yıldırım’ın Gerçekler Hayal Değildir Ama Hayaller Gerçek Olabilir öyküsü Yazı Dükkanı Akademisi 1.Ulusal Öykü Yarışması’nda YDA/020 kodu ile yarıştı.
Aylardan Ocak, günlerden Pazartesi idi… Saatler sabahın 06:30’nu gösteriyordu. Çalar saat sesiyle uyanıp hızlıca hazırlanarak bir şeyler atıştırdıktan sonra koşar adım işine gitmek için karanlıkta evden çıkan Güler, o sabah da otobüse yetişmek için hızlı adımlarla durağa giderken başını kaldırıp gökyüzünde parlayan ay ve yıldızları fark edince aniden hızını kesti ve bir an düşündü… “ ben ne yapıyorum böyle, yaşamak istediğim hayat bu mu?” diye sordu kendine. Güler, üç sene önce emekli olmuştu aslında ama halen çalışmaya devam ediyordu. 30 yıldır yoğun bir tempoda çalışıyordu. Hayallerini gerçekleştirmek için bir yıl daha çalışmaya karar vermişti. Otuz sene çalışma hayatı bir insan için yeter de artardı aslında onun için. En büyük hayali bu koca şehirden, iş stresinden uzak, güneşi bol, sıcak iklimli, insanlarının birbirine daha çok saygı duyduğu, yeşilliğin doğanın kucağında sakin bir sahil kasabasına yerleşmekti. Jorge Luis Borges’in “Gerçekler hayal değildir; ama hayaller gerçek olabilir” sözünü bir yerlerde okumuş ve çok beğenmişti.
Artık saat sesiyle değil, kuş sesleriyle uyanmak, karanlıkta değil güneşle güne uyanmak ve işe gitmek yerine gönlünün istediği yere gitmeyi arzuladığını yüreğinde hissettiği böyle bir hafta sonu valizini topladı, birkaç eşya koyup arabasına atladığı gibi yola çıktı. Erik ağaçlarının pembe beyaz çiçeklendiği, dalından meyveleri toplayabileceği mandalina ağaçlarının yolun iki yarısını sarmaladığı bir yoldan geçip, çok güzel bir koya gelmişti gezi için. Çok şirin bir kasabaydı burası ve adeta büyülenmişti. Kaldığı otel küçük, şirin ve tertemizdi. Ufacık bir balkonu bile vardı. Eşyalarını bırakıp kasabayı keşfe çıkmaya karar verdi. Otelden çıkar çıkmaz kırmızı beyaz brandalı tentesi olan ufacık bir pastane, o kadar davetkar duruyordu ki oturup demli bir çay içmek çok iyi gelir diye düşündü. Kendisine yol kenarında bir yer seçti ve beyaz tahta sandalyesini çekip oturdu. Yabancı olduğu herhalde çok belliydi ki yanına gelen kırmızı beyaz pötikare desenli önlüğüyle oranın sahibesi olduğunu öğrendiği hanımefendi, kendisiyle daha fazla ilgilendi. Sohbet ederken Güler, kadına burayı gezmek istediğiniz ve beğenirse yerleşmeyi düşünebileceğini söyleyiverdi. Kadın da aklında bulunacağını, güzel bir ev olursa kendisine haber verebileceğini söyleyip kasabayla ilgili bazı tavsiyelerde bulundu. Arnavut kaldırımı sokağın bir köşesinde çayını yudumlarken, bisikletleri ile önlerinden geçen neşeli çocukların birbiriyle yarışını, yarışırken de kahkahalarını keyifle izlerken buldu kendisini. O kadar büyülenmişti ki sokağın her köşesini, insanların birbiriyle sohbetini izlemekten alamıyordu kendini. Garip bir huzur gizliydi sanki bu sokakta. Çok güzel demlenmiş çayının yanında, sipariş vermediği halde sıcacık poğaçalar ikram edildiğinde yanlış geldiğini düşünerek geri gönderecekti ki, hanımefendinin güler yüzüyle karşı karşıya kaldı ve ikram edildiğini anladı. Gönlü güzel insanların yaşadığı çok net hissedilen bu yerde sanki bambaşka bir dünyada gibi hissediyordu kendisini. Hafta sonu için geldiği bu yerde gezilecek çok yer vardı ama zamanı çok azdı. O yüzden istemese de oradan ayrıldı. İçinden bir ses buraya ait olduğunu fısıldıyordu sanki. Pastanedeki kadının tavsiyelerini dinlemeye karar verdi. Kasabayı yürüyerek keşfedecekti. O kadar küçüktü ki tüm adayı yürüyerek iki saatte tamamlayabileceğini söylemişti kadın. Yürümeyi zaten çok severdi. Etrafı tanımanın en iyi yolu da buydu gerçekten diye düşündü ve yollara koyuldu. Hiç hesap yapmadan, plan yapmadan, yolun nereye götüreceğini , neyle karşılaşacağını bilmeden yürümek önce çok garip geldi Güler’e. Hiç alışkın değildi, plansız programlara ne de olsa. Denize aşıktı ve deniz olmayan bir yerde yaşayamayacağını da çok iyi biliyordu. O yüzden deniz kıyısından başlamak istedi. Sahilde oturup denizi seyrederken ileride iskeledeki balıkçıların tatlı telaşını fark etti. Balıkçılar sabahın erken saatinde tuttukları tazecik balıkları, kasabadaki insanlara satıyorlardı. İlk elden tazecik balıkları alan teyzelerin ve amcaların yüzlerindeki tatlı tebessümü görmezden gelemedi. Belli ki deniz bugün cömertti onlara ve demek ki balık boldu. İnsanlar burada ne kadar küçük şeylerden mutlu olabiliyor ne güzel diye geçirdi içinden. Kendisi de öyleydi aslında. Çok küçük şeyler onun için değerliydi ve mutlu olmasına yetiyordu. Sahilde bir taşın üzerinde otururken birden bire hayallere daldı ve gözlerini kapatıp burada yaşadığını hayal etti… Sade bir hayattı dileği aslında ve bunun gerçekleşmesi de hiç zor değildi aslında. Bahçeli veya geniş balkonu olan, etrafı yeşilliklerle dolu, güler yüzlü insanlarla birlikte yaşadığı küçücük bir kasaba bile ruhuna çok iyi gelecekti, bunu hissediyordu. Bisikletiyle denizden gelen iyot kokusunu içine çekerek kasabanın sokaklarında dolaştığını, mis gibi ekmek kokusu gelen fırına girip kahvaltı için ekmek aldığını, eve gelip çimlerin üzerinde kahvaltı ettiğini hayal ediyordu. Hasır şapkasını takıp bisikletiyle semt pazarına gittiğini, iskeleden tazecik balık aldığını, dalından koparılmış sebze meyveyi alırken nur yüzlü, elleri tarlada çalışmaktan buruşmuş pazarcı teyzeler ile sohbet ettiğini hayal etti. Kim bilir belki pazardan dönüşte bir komşusunun bahçesinde yorgunluk kahvesi bile içerlerdi. Etrafını beyaz çitlerle çevrelediği evinin bahçesine çok sevdiği annesinin çiçekleri gibi rengarenk çiçekler eker, onları sularken keyif alırdı. Annesi çiçekleri çok sever ve onlarla konuşurdu. Çiçekler de sanki cevap verircesine cömertçe açarlardı. Annesini kaybettikten sonra ne kadar iyi baksalar da çiçekler sanki anlamışçasına eskisi kadar çiçek vermez olmuşlardı. Hiçbir şey eksisi gibi değildi. Keşke zamanı geri almak mümkün olabilseydi ve annelerimiz ölümsüz olsaydı keşke diye düşündü gözleri dolarak. Sonra ayağının kenarına gelip oturan yavru köpeği fark etti. Güler’in üzüntüsünü fark etmişçesine oyunlar yapıyordu. Gözlerini sildi ve yavru köpeği kucağına alıp sevdi. O kadar uysal ve sevecendi ki sarı kısacık tüylerini okşarken, avutmak ister gibi patilerini Güler’in omzuna koymuştu. Güler, şaşkınlıkla etrafta bu minik yavrunun annesini veya sahibini aradı ama gözüne ne bir kimse ne de köpek çarpmıştı. Bir süre daha birlikte vakit geçirirlerse sahibinin gelebileceğini düşündü. Sonra birden bu minik yavrunun aç olabileceğini düşündü. Daha önce köpek bakmadığı için hiçbir deneyimi yoktu ama sevginin dili ortaktı. Hemen etrafına bakındı, yakınlarda bir veteriner var ise en iyi ondan bilgi alabilirdi. Yanlış bir şey de vermek istemiyordu. Ama bu kasabada veterineri nereden bulacaktı ki. Minik yavruyu kucağına alıp doğruldu ve yürümeye başladı. İleriden kendisine doğru koşan çocukları gördüğünde onlara yakınlarda veteriner olup olmadığını sordu. Çocuklar hep bir ağızdan “ yoook abla” deyince umutsuzca ne yapacağını şaşırmış halde etrafına bakınırken içlerinden biri “ abla bu köpeğin annesini biri sahiplendi geçenlerde ama yavruyu alamadılar, burada bıraktılar “ deyince içi parçalanarak yavrunun gözlerine baktı. İnanılmaz bir bağ kurulmuştu sanki aralarında bu kısacık zamanda. Çünkü göz göze gelmişlerdi minik yavru ile. Kadın kucağında bu minik yavruyla ne yapacağını bilmez durumda öylece kalakalmıştı. Çocuklar, onu annesinin sahiplenildiği günden beri sütle beslediklerini söylediler. Henüz iki veya üç aylık olmalıydı. Hemen en yakındaki köy bakkalına gidip süt, su ve ekmek aldı. Sade sütün hayvanların bağırsaklarını bozduğunu hatırladı. Bir yerlerde okumuştu sanki. Çocuklardan bir kap bulmalarını istedi. Sütü suyla karıştırıp içine biraz da ekmek doğradı. Minik yavrunun bir çırpıda iştahla mamasını bitirişinden ne kadar acıkmış
olduğunu anlamak hiç de zor değildi. Kaptaki son damlayı da yaladıktan sonra teşekkür edercesine öyle bir bakmıştı ki Güler’e, Güler okşayıp öperek oradan mutlu şekilde ayrılmıştı. Ayrılmıştı ama aklı da sahildeki o yavru köpekte kalmıştı. Neyse ki çocuklar ilgileniyor diye düşünüp avuttu kendisini. Yol boyunca yürürken hayallerinin aslında hiç de imkansız olmadığını düşündü. Belki, bir barınaktan onun sevgisine ihtiyaç duyan sevimli bir köpek bile sahiplenebilirdi ve yemyeşil bahçesinde özgürce koşan köpeği için bir kulübe bile yapabilirlerdi. Erkek kardeşinin elinden her şey gelirdi ve ona her zaman destek olurdu nasılsa. Güler’in doğaya ve canlılara karşı inanılmaz bir sevgisi vardı. Doğanın canlanışını farkına varmak, güneşin doğuşunu izlemek, bir çiçeğin açmasını görmek…bunların hepsi hayatın ta kendisi demekti ve yaşamasına sebepti. Güneş batmak üzereydi ve gökyüzü tatlı bir kızıllığa bürünmüştü. Birden acıktığını fark etti. En lezzetli yemeklerin salaş yerlerde yendiğini biliyordu. Ahşap verandası olan deniz kıyısında bir balık lokantası gözüne ilişti. İçeride ailelerin keyifle yemek yediğini görünce kendisine pencere kenarında bir yer seçti. Yan masanın hesabını getiren garson, güler yüzüyle hoş geldiniz diyerek siparişini sordu. Canı hamsi çekmişti, bol yeşillikli salata ile birlikte hamsi sipariş etti. Camdan denizin üzerindeki yakamozu izleyebiliyordu. Hava hafiften serinlemişti ama tam bahara göre bir havaydı. İçeride hafiften bir müzik sesi vardı ve insanın içini ısıtıyordu. Aile işletmesi olduğu çok belliydi ve bu mekanı çok sevmişti. Hamsiler de o kadar tazeydi ki hayatında bu kadar lezzetli bir hamsi yememişti neredeyse. Belli ki sabah balıkçıların getirdiklerindendi. Yemeğini bitirdikten ve keyif kahvesini de içtikten sonra hesabı ödeyip çıktı. O kadar uygun bir bedel ödemişti ki, yaşadığı şehirde böyle bir ortamda bu yemeği iki katına ancak yiyebilirdi. Ağır adımlarla otelinin yolunu tuttu. Odasına çıkıp duşunu aldıktan sonra hemen uyudu. Sabah güneşin gözüne çarpmasıyla uyandı. Penceresini aralayıp dışarıya baktığında cıvıl cıvıl kuş seslerinin yeni yeni yeşeren ağaçların dallarında bir o yana bir bu yana neşeyle uçuştuklarını gördü. O akşam bu kasabadan ayrılacağı için üzülüyordu ama yaşadığı şehre dönmesi gerekiyordu. Güler, bir yıl daha çalışma hayatına katlanıp, otuz yıllık iş hayatını artık noktalaması gerektiğine o sabah pencereden kuşları izlerken kesin karar vermişti. Giyinip hemen aşağı indi. Yöresel peynirler, reçeller ve tavuklardan yeni alınmış tazecik yumurtalar ile bezenmiş mükellef bir kahvaltı yaptı. Artık emindi ve burası yaşayıp yaşlanacağı yerdi. Kahvaltıdan sonra dün gittiği o sahile gitti yine. Yavru köpeği merak etmişti. Sahilde yürürken ileride ona doğru koşan bir şeyi fark etti. Evet bu, dün beslediği yavru köpekti. Ayaklarının ucuna geldiğinde kucağına almasını istercesine zıplıyordu. O an Güler, bu yavrudan ayrılamayacağına karar vermişti ama çocukları da üzmek istemiyordu. İleride oynayan çocuklara doğru yürürken hayallerinin bu kadar kısa zamanda gerçekleşmeye başlamasına son derece şaşırmıştı. Çocuklara, onu yaşadığı şehre götüreceğini söylediğinde önce biraz üzüldüler ama içlerinden biri “abla sen iyi bir insana benziyorsun, belli ki Fıstık da seni çok sevdi, ona iyi bakman bize yeter” dediğinde adının Fıstık olduğunu da öğrenmiş oldu Güler. Fıstık’la birlikte sahilde biraz vakit geçirdiler, oyunlarına çocuklar da katılmıştı. O kadar tatlı o kadar akıllıydı ki çocukların komutlarını anlayıp cevap bile veriyordu. Güler, Fıstık’ı kucağına alıp otele döndü. Hazırlanıp biran önce yola çıkmak, Fıstık’ı bir veterinere gösterip aşılarını yaptırmak ve evinin en güzel köşesinde yer ayarlamak için sabırsızlanıyordu. Hem onun için bir sürü alışveriş de yapması gerekiyordu. Yalnız geldiği bu iki günlük geziden, kucağında Fıstık, hatırasında bir sürü hoş anı ve tanıştığı çok güzel insanlarla dönüyordu. En yakın zamanda tekrar gelmek üzere, aracına binip yaşadığı şehre doğru yola çıktılar. Akşam yedi gibi varmışlardı.
Eve gitmeden önce hemen sokağının başındaki veterinere uğrayıp Fıstık’ı sahiplendiğini ve ne gerekiyorsa yapılmasını söyledi. Aşılarının takip edilmesi için bir karnesi olması gerektiğini öğrendi. Mama ve birkaç oyuncak aldı. Şimdilik evdeki eşyaları ile yatacak yerini ayarlayacaktı. Nasılsa yarın iş çıkışında büyük bir markete gidip en güzellerinden bir yatak alacaktı. O birlikte geçirdikleri ilk gece olacaktı. Güler, biraz da titiz olduğu için hemen banyoya sokup güzelce yıkadı Fıstık’ı.. Henüz çok küçük olduğu için her yere atlayıp zıplayamadığından Güler ona salonda koltuğun üzerinde bir yatak hazırlamıştı. Fıstık’a mamasını vermiş, kendisine de bir sandviç hazırlamıştı. Fıstık için koridorda kısık bir ışık açık bırakarak, biraz da yorgun olduğu için erkenden yatmıştı. Sabah uyandığında Fıstık’ı odasında yatağının kenarında uyurken görünce önce alışkın olmadığı için şaşırdı ama sonra gülümseyerek “ günaydın Fıstık” dedi usulca. Güler’in kısık sesini duyan Fıstık hemen uyanmış ve Güler’in peşinden banyoya gelmişti. Güler giyinip, dişlerini fırçaladıktan sonra Fıstık’ı da evinin arka bahçesine salmıştı. Evde yalnız kalacaktı ama yapacak bir şeyi yoktu. O sabah bambaşka neşeyle iş yerine giden Güler’deki bu değişikliği herkes fark etmişti. Adeta yeniden doğmuş gibi hissediyordu kendisini Güler. Adı gibi yüzü de gülmeye başlamıştı. Mesai arkadaşı Savaş da Güler’deki bu değişikliği fark etmiş ve yanına gelerek sormuştu. Öğle yemeğinde Güler, Savaş’a o hafta sonu olanların hepsini tek tek anlatmıştı. Savaş, isterse kendisine yardımcı olabileceğini söylediğinde daha önce hiç köpek bakmayan Güler bu teklifi hiç düşünmeden kabul etmişti. Savaş, Güler ile yakından ilgileniyor ama Güler yeni bir maceraya atılmak istemediği için hep çekimser davranmaya özen gösteriyordu. Şimdilik yakın iki arkadaş olmak güzeldi. Akşam iş çıkışı Fıstık’a alışveriş yapmak için sözleşmişlerdi.
Eli kolu dolu şekilde eve gelen Güler ve Savaş, ne ile karşılaşacaklarını bilmeden içeri girdiler. Fıstık koltuğun üzerinde sakin sakin uyuyordu. Eşyalarını yerleştirmeye başladıklarında uyandı ve Güler’in ayaklarının dibinde koşuşturmaya başladı. Sanki ona alınanlara seviniyor gibiydi. Sonra birden Savaş’ı fark etti ve geri çekildi. Önce Savaş’a karşı uzak duran Fıstık, gecenin ilerleyen saatlerinde Savaş onun eşyalarını yerleştirirken kucağından inmez olmuştu. Çok güzel bir üçlü olmuşlardı. Savaş hep destek olmuştu Güler’e. Hafta sonları birlikte parka gidiyor, üçü birlikte çok güzel vakit geçiriyorlardı. Yine böyle bir hafta sonu Savaş’ın aklına çok güzel bir fikir geldi. Arabaya atlayıp, Fıstık’ı buldukları kasabaya gittiler. Güler orayı o kadar çok anlatmıştı ki Savaş artık içten içe çok merak etmeye başlamıştı. Sabah erkenden yola çıktılar. Akşama doğru vardıklarında yine aynı otelde kalmışlar ve ertesi sabah o kırmızı beyaz brandası olan pastanede bu kez üçü birlikte kahvaltı yapmışlardı. İşletme sahibi bayan yanlarına gelerek “ hoş geldiniz bu kez yalnız değilsiniz” deyince çok şaşırmıştı. Hatırlamasını beklemiyordu. Aralarında çok tatlı bir sohbet geçti. Sohbetin arasında kadın, Güler’e istediği gibi ev bulup bulamadığını sorunca Güler artık şaşkınlığını gizleyemeyip nasıl hatırlayabildiğini sordu. Kadın Güler’de kendisini gördüğünü, onun da buraya yerleşme macerasının Güler’inkine benzediğini ve o yüzden unutamadığını söyledi. Hatta tam da istediği gibi bir evin satılık olduğunu, görmek isterlerse evi gösterebileceğini de ekledi. Güler ve Savaş birbirlerine şaşkınlıkla bakıp, görmekle bir şey kaybetmeyiz diye düşünerek kabul ettiler kadının bu önerisini. Ev almak veya bakmak düşüncesiyle gelmemişlerdi ama görmekten bir zarar gelmezdi diye düşündüler. Kadını da arabalarına alarak ağaçlıklı sakin bir yoldan geçtiler. Deniz pırıl pırıl parlıyordu. Dar
bir sokaktan sağa kıvrıldıklarında bembeyaz çitleri olan verandalı çok şirin bir evin önünde durdular. Güler, gözlerine inanamıyordu. Hayallerini süsleyen ev tam da karşısındaydı. Gözleri dolarak Savaş’a dönüp baktı. Bir süre göz göze bakıştılar. Çünkü hayallerini bir tek Savaş ile paylaşmıştı. İkisi de bunun ne demek olduğunu gözleriyle konuşarak anlatmışlardı. Bu bir işaretti. Onlar evin kapısında öylece kala kalmış beklerken Fıstık çoktan evin bahçesinde kelebekleri kovalamaya başlamıştı bile. Geniş bahçesinde iki adet erik ağacını görünce şaşkınlığı daha da artmıştı Güler’in. Hep birlikte çitlerin arasından süzülerek içeri girerken yaşadıklarından da etkilenen Güler dengesini kaybetti ve Savaş ellerinden tutup onu kendisine çekerek düşmekten kurtardı. Daha önce hiç bu kadar yakınlaşmamışlardı. Bu bir rüya olmalıydı. Birkaç basamakla geniş bir verandaya çıkmışlar ve evin içine girmişlerdi. Tam da istediği gibi küçük ama çok şirin bir evdi. İçeri girdikleri anda bayılmışlardı. Alma niyetleri olmadığı için hiç hazırlıklı değillerdi ama yine de çok beğendikleri için şartları öğrenmek istediler. Evi gösteren pastane sahibesi, aynı zamanda bu evin de sahibesiydi ve kendi gençliğini gördüğü Güler’in bu evi beğendiği takdirde alması için elinden gelen yardımı yapacaktı. Bu iki genci ve Fıstık’ı çok sevmişti. Biraz düşünmek ve ödeme planı yapmak için süre istediler. Ev yeni boşaldığı için kadının acelesi yoktu ve açıkçası bu evde onları yaşarken hayal edebiliyordu. Fıstık, çoktan bahçenin tadını çıkarmıştı bile. İkisi de şaşkınlık içinde oradan ayrılıp otellerine döndüler. O akşam, yine önceki geldiğinde gittiği balık lokantasına götürdü Güler, Savaş’ı. Yemek yerlerken Savaş, ortamdan da cesaret alarak duygularından bir kez daha bahsetti. Güler de içten içe Savaş’a yakınlık duymaya başlamıştı ve denemeye karar verdiler. Önemli kararlar almasına vesile olan bu yer Güler’e çok uğurlu gelmişti. Savaş’a artık işten ayrılmak istediğini ve buraya yerleşmek istediğinden bahsettiğinde Savaş’tan hiç de beklemediği bir teklif aldı. Bu evi birlikte alacaklar ve düğünlerini evlerinin bu geniş bahçesinde yapacaklardı. Güler, hayallerinin bu kadar hızlı, bu kadar güzel gerçekleşmesi karşısında son derece şaşkın ama bir o kadar da mutlu bir şekilde Savaş’ın her teklifine “evet” derken buluyordu kendisini..
Hayatı ve hayallerini daha fazla ertelemek istemiyordu artık. Hem de bu kadar yaklaşmışken….