Bir Ölümden Bir Ömüre Hatice Altunay

Hatice Altunay, Bir Ölümden Bir Ömüre  öyküsü Yazı Dükkanı Akademisi 1.Ulusal Öykü Yarışması’nda YDA021 kodu ile yarıştı.

“İnsanlar köprü kuracakları yerde duvar ördükleri için yalnız kalırlar.”
J. Newton
Atmış beş yaş üstündeydi adam. Atmış beş yaş üstündeydi kadın. Kırk bir kere maşallah dediler minik bir pastayla kutladılar evlilik yıldönümlerini. Birinin şekeri vardı diğerinin tansiyonu. İkisi de bıçak gibi kestiler çalışma hayatlarını. Uzun sürmedi özgürce gezileri. Bir virüs sarıverdi dünyayı. Çok geçmedi tomurcuk baharda giriverdi ülkemizden içeri virüs illeti.
Kırk birinci yılı aşar gider miydi evlilikleri? Aynı evi paylaşıyorlar ayrı güzellikleri yaşıyorlar, birbirlerini asla sıkmıyorlardı. Adamın ömrü muhasebe işlerinde hesaplarla geçmişti. Emekli olunca su doku hayranı olurdu olmadı. Açık oturumların başından kalkmadı. Siyaset Bilimi mi okusaydı diye yorum yaptı kadın. Birdenbire bir boşluğa mı bırakmıştı kendini. Adam hiç o kapıyı açmadı, kadın da morali bozulmasın diye sormadı, soramadı. Okuduğu kitaplar yalnızca o türlerdi. Roman okumamıştı hiç. Şiir dinlemeyi severdi her şiiri değil. Orhan Veli’ye bayılırdı o kadar.
Çalışma hayatları bambaşka uçlardaydı. Adam matematiğin içindeydi işi muhasebe işletme. Kadınsa güzel sanatların içinde. İkisinin de iş hayatı en iyisi üzerine donatılmıştı. İşlerinde hep en iyisi oldular, kendilerini unuttular. Çok yoruldular, tatile gitmeyi bile çok gördüler kendilerine, hep işlerine sarıldılar. Karınca nasıl çalışırsa, öyle çalıştılar. Bedenleri uykuya yenik düşmese geceye de iş bölüştüreceklerdi neredeyse.
İkisi de dünyayı sırtlasalar götürürlerdi dur demek gerektiğini emeklilik sayfasına geçince şıp diye anlayıverdiler. Şimdi gezecek derman yoktu o tren çoktan kaçmıştı. Adamın menüsküsü dizleri, kadının varisli ve siyatikli ayakları… Virüs kıskacında evin odalarında devinip durmakla geçiyordu günleri.
Adam emekli olunca, yüksek rakamlarda süzülen şekeri ile bir hastane odasında iki hafta süren biz zamanın içinde kendini buluverdi. Şeker hastası arkadaşlarının son anlarını gözünde canlandırdı. Kimisinin ayağı kesilmek zorunda kalmıştı kimisini alıp götürmüştü adı kalp krizi olsa da tabanını şekere bağlamıştı. Ölümün fısıltılarını döker olmuştu ağzından zaman zaman.
“Buraya kadar parasını bile yiyemiyor insan.”
Ne yaparsa yapsın hayat arkadaşı, ölüm kıskacından uzaklaştıramamıştı onu. Gözünün önünde öremekler geçit töreninde sanki. Doğarken algısız soluduğumuz dünyadan ayrılmak hangi yaşta olursa olsun korkutuyordu insanı.
Kadın boyaların içine daldırmıştı düşlerini. Düşlerindeki o güzellikleri fırçasıyla taşa, duvara, fayansa tuvale aktarıyordu. Çelişkiler yumağı renkleriyle aslında geçip giden gençliğini boyuyordu. Elleri derisi çekilmiş, kemikleri ortalık yerde horona durmuştu. Esmer lekelerini saymayı çoktandır bırakmıştı. Güzel sanatların içinde olmayan yaşam yoldaşı, şimdi ona çizimlerinde gözlemci bakış açısıyla yön veriyordu. Kendinde cesareti görebilse fırça alacak gibiydi. Dünya değişiyordu, mevsimler dört değildi azalıyordu artık.
Emekli olunca Balkanlara gideceklerdi. Atatürk’ün çocukluğunu, gençliğini yaşadığı o toprakları görmekti özlemleri.
Salgın geldi tüm düşleri silkeledi, ölüme çeyrek kala yaşamlara mahkûm etti.
Kadın mavi tonların içindeydi. Bunaldığı zaman çekip gittiği şifa dağıtıcı o güzel doğanın içine sığındığı günleri yeniden düşledi.
Yüreğine dokundu kemikli ve buruşuk elleriyle. O günler ne güzeldi.
Günlük ve çam ağaçlarının kucak kucağa olduğu o güzel ahşap evde kahve keyfindeyken, iki sincabın kahvesinin içine taze çam kozalağını düşürmesiyle, başını çevirdi sincap ailesiyle göz göze geldi. Hüzün çöktü gözlerine. Hayat arkadaşı yine işler peşinde, canın cehenneme işler güçler…Tatil bizi bekler diyebilseydi. Dermansız dizlerini kantaron yağı ile ovaladı. Bir bardak su ile corasbini yuvarladı boğazından.” Ah o günler ah! Diye fısıldadı yüreğine dokundu.
Mavinin tonlarında yeniden düşlere daldı. Kendine, geçmişine daldı gitti.
***
Doğanın ve güzelliklerinin ortasındasın Şengül. Hani ağzında hiç düşmeyen çekip gitmeyi kendinle kalmayı düşlediğin yer var ya işte oradasın. Ada Öykülerini Yaşar Kemal yazıyor. Üçüncüyü okuyamadın ya önemli değil; sen Ada öykülerinin içindesin. Öylesine bir yer mi yaşadığın ya da tutunacak bir yer mi düşlerindeki? Göçmenliğin ve sürgünlüğün hep kendinle…
Sürekli göç ediyorsun yetişemiyorsun. Şairin dediği gibi korkunç bir yanardağ ağzında mısın ? Nesin?
Herkes sana hayran. Herkes senin gibi olmak için çırpıyor. Pencereden süzülen bir ışık gibisin insanların yaşamında bir yerleri aydınlatma çaban… Çevrene serptiğin tuz, biber ve yüzünden asla eksik olmayan gülümseyişin…O kadar iyimsersin ki hiç kimse senin derin yataklı karamsarlığını düşleyemiyor bile… Koridorlarda ya da odalarda yankılanan müthiş kahkahalar sana ait değil mi? Anın içinde uçuşan toz pembelerin…
Yalnızlığınla özgürce tatildesin şimdi. Eşini ve çocuklarını özlüyorsun biliyorum. Oysa, sen kendi isteğinle geldin insanı az doğası ve havası güzel olan bu köye içine kapanmayı düşleyip de geldin. Şikayetçi değilsin. Hiçbir zamanda şikâyet etmedin yaşamdan böylesi güzelliklerle yüz yıl yaşayabilirsin Ağustos böcekleri ve kuşların sesleri dağların hışırtısı, göl manzaralı doğa… Tüm çiçekler ayağına serilmiş… Sanki yüreğinde bir şeyler yarım gibi… Bakışların donuk, dalıp gidiyorsun. Hep telefona giden elin ses duymak istemiyor. Aslında ağzına kadar dolu cümlelerle dolaşıyorsun. Bir mucize olsa uzun yıllar görüşemediğin bir dost bir arkadaş telefonun ucunda olsa ne müthiş olurdu değil mi Şengül? İmkânsızlığın, düşük olasılığın peşinde mutluluk aramıyor musun? Gerçekte mutluluk bir kelebek misali avuçlarının içinde… Öylesine nazik öylesine uçucu…
Senin yaşamın hep uçucu mutluluk değil mi? Sevginin emek olduğunu söyleyen ve sevgiyi minik minik adeta toplayan sen değil misin? Hep sen uzatmadın mı zeytin dalını? Hiçbir zaman insanlar ayağına gelsin diye beklemedin. Kendin gittin kendin savaştın –biraz garip biraz egzotik biraz salakça algılandın-Hiçbir zaman dert etmedin içinden geldiği gibi yaşadın ve şimdi mutsuzsun öyle mi? Buna inanmak çok zor biliyor musun? Çektiğin bunca emek suya mı düştü Şengül Hanım? Öylesine yalnız ve mutsuz geçiyor günlerin…
Eşin hep seni ve kızını mutlu etmek için çalışıyor. Öylesine sindirmiş ki bu sözcükleri…
Adeta hep o bağımlılığı yaşıyor… Oysa kendine verilemeyen mutluluk pay edilebilir mi? Birilerine kendini adayarak kendini yok saymak mı mutluluk? Kendini tüketerek mutlu olan hangimizdik ki….
***
Saçları karlar ülkesi olan hayat arkadaşına baktı. Kendisi dışında herkesin umarsızlığına gönüllü koşan adam beklentisiz bakıyordu yaşama. İçine ağır bir taş oturmuştu. Neredeyse kocaman servet bağışladığı kardeşleri, turizme taşıdığı köyünün gençleri bir yanardağ ağzı gibi ibretlik öykülerde şimdi.
İçindeki yazar kadın oturdu masaya kendine köpüklü okkalı bir kahve yaptı. Şengül’ün açmazlarını neşterliyordu. Neden hayır demeyi bilmemişti. Neden hep uyumluydu, olmasaydı çalıdikeni olsaydı, onun farkına varsaydılar. Geçmiş zaman… Kaçmış tren…. Yazın dünyasından avuntulu sözleri serpiştirdi masaya. Yüreğine dokundu ve yine gülümsedi.
İnsan soyu hayatın acımasızlığından sürekli yakarır durur. Oysa acımasız olan onun alışılmış zihniyetidir. Üstün Dökmen ‘in “Küçük Şeyler” yapıtında sözü edilen öykülerin benzerlerini hep yaşıyoruz. On kuruş ederini üç kuruşa alsak, başarı için reçeteler sunsak…
Gerçek yaşamda bunların hiçbiri yok! …Tereciye tere satmak oluyor bu bilgiler sen edebi ve psikolojik yapıtların içinde yüzüyorsun. Belki de fazla yüzdüğün için böylesin. Martin Eden romanının kahramanı olmayı düşlemiyorsun umarım.
Sona geldiğin bir nokta var mı yaşamında? Belki de gelmek istemediğin noktalar var.
Sözcüklerin ve cümlelerin dünyasındasın. Üretiyorsun. Ürettiklerini sergilemek isteyişin ve çaldığının kapıların yüzüne kapanışı öyle ağır geliyor ki sana… Peynir ve ekmeğin düşünülerek alındığı ülkende sen okunacak bir yapıt sunacaksın öyle mi Şengül. Ne yazık ki ülkende varsıl olmak kültür varsıllığı olmuyor ve nasibini alamadan bir yığın yapıtlar çürümeye terk ediliyor. Acımasız dünyanın içinde kıvranıyorsun. Yaşarken ölümcül ölünce belki de varsıl sanatçı olacaksın diğerleri gibi… Ne garip ve ne acımasız değil mi Şengül? Adını bilmeyenler sen ölünce seni çok öpecekler!… Ölü sevici oldu dünyamız. Yalnız, sen mi yaşıyorsun çirkefliği?
Bataklıkta çırpınan ölümcül balıklar gibiyiz hepimiz. Ölünce rahata ereriz diyeceğim ya böceklere aşk dolu sözcükleri ezberletmek de görevimiz.
İnan aynı sızıyı ben de yaşıyorum senle bir. Yerleşim olarak sana en uzak, ancak en yakın arkadaşın dostun aynı yürek izlerini taşıyoruz. Biliyorsun resim sergileri açacaktım. Grafik çalışmalarım olacaktı. Ürettiklerimi sergilemek isteyişim kent yaşamının hızlı trafiğine takılı kaldı. Gittiğim kapılar yüzüme kapandı… Ne güzel söylemiş şair “Yaşamak bu kurtlar sofrasında zor ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden.” Kirlenmeden dürüst yaşamanın bedeli ağır ve bu bedel içinde mutsuzum ama umutsuz değilim. “Bir kapı kapanır bin kapı açılır” diyerek kapıları zorluyorum. Sen ne yapıyorsun Şengül ölümcül duygularını harlıyorsun niye?
Pencerene kırlangıç konarsa sakın kovalama Şengül. Pencereni ardına kadar aç göreceksin sözcüklerle resim yapan müthiş ressamı. Kırlangıcın arkadaşı şiirle, öyküyle. Kendiyle dans edecek ve bu tuval varsıllaşacak biliyor musun? Biliyorsun en berbat hallerimi acımasızca yakalar şu iki dizeyi söyleyiverirdin. Oktay Rıfat’ın yeraltında kulakları çınlardı.
“Mutluluk bir çimendir. Bastığın yerde biter.”
“Yalnızlık gittiğin yoldan gelir.”
Yarın insanı az doğası güzel köye ulaşacaksın Sabahın ilk ışıklarıyla pencerenden süzüleni içeriye alır mısın?
***
Silkelendi geçmişinden. Yüreğinin ucunu tuttu “Ne güzeldi o günler keşke hayat arkadaşım da kendine gül verebilseydi.
Salgın günlerinde evin odalarını arşınlayan kadın, salonda tüm oturumları izleyen adam olarak günleri geçiyordu. İyi ki ön ve arka bahçesi vardı evlerinin. Bahçedeki çiçekleri sularken, o güzel renklerine ve kokularına karışıyordu adam. Su faturası kabarıktı. Gençlikteki sağlık ve dirilik kanatlanıp uçmuştu. Olsun gidemedikleri tatil özlemlerini ve çılgın baharı bahçelerinde gideriyorlardı. Kadın kır çiçeklerini, sarı otunu, kazayağını, dereotunu, maydanozunu, soğanını, sarımsağını nanesini saksılarda yetiştirmeyi başarmıştı bile. Nuh’un gemisine yüklenecek her türden saksılarda bitkiler vardı bahçede. Bamya, kabak, su kabağını da ekledi yağ tenekelerine… Az da olsa her ürünü tadabiliyorlardı. Ne güzel tadı vardı çileğin, biberin, domatesin. Çocukluğundaki içi kırağılı buz dokulu, kokulu domatesleri özledi. Ah o günler ah! İç geçirdi güzel tohumlarımıza sahip çıkabilseydik…
Güneş devrilmişti dağların ardına.
“Canım bahçeyi sulayayım mı?” dedi adam.
“Sula canım sula! Yüzlerini güldür sıcaklar çoğaldı baksana!”
Hayat arkadaşına aşkla baktı. Onun iki adına gülümsedi hınzırca. Birini hesaplar odasında bırakmıştı. İkinci adı ikinci hayatı gibiydi Ünal.
“Ünal baksana altıncıklara. Ne güzel tam senin istediğin gibi güzelleştiler…”
Ön bahçe Ünal’ın sevdiği çiçeklerle bezenmişti, on bir aylık, ortanca, altıncık… Şengül karanfil severdi, leylak, gül hatmi…Sevdiği zahmetsiz sardunyaları vardı ebruli, kan kırmızı, çeşit çeşit…
Sulamayı bitirmişti Ünal. Zamanı iyi hesaplamıştı Şengül. Hafifçe titreyen elleriyle orta şekerli bol köpüklü kahve yaptı yanına minik bir bitter çikolata parçasıyla… Minicik ödül olsun canlarına. Yediklerinin çoğu yasaklılar sınıfına geçmişti.
“İçimi mi okudun ne güzel iyi geldi kahve eline sağlık canım.”
“Salgın biterse tatile gider miyiz?” dedi Şengül
“Benden geçti canım ben hasta bir adamım artık! Sen istersen gitme demem!”
Anları yaşayamayan zaman uçup gitmişti sanki. Kendini yokladı ben de uzun yola dayanamam ki… Birlikte tatile gidememek özlemi boğazını yakıp geçti.
Üzerine gitmedi ya Şengül hayat arkadaşının yaşamdan elini eteğini çekmesini kabul edemiyordu üzerine de gidemiyordu. Ünal tek dayanak babacığını, Şengül de kayınpederini korona virüsünden yitirmişti. Evlerine önce ölüm kokusu ardından ölümün sızısı girmişti. Şeker hastalığı daha dengesiz duruma gelmişti üzüntüsüyle. Ölüm birdenbire düşüvermişti ürpertili, ağrılı aile ocağına. Tatil tozlu bir rafa kaldırılmıştı. Ölüm sızısını geçen zaman küllendirecekti biraz; ateş yaşamdan göçünceye kadar sürecekti.
Şengül bir kuşu hafifçe tutar gibiydi.
“Boş ver canım. Sağlığımız yerinde olsun da zaman her şeyin ilacı.”
***
Şengül daldı düşünceler dünyasına kapı aralamaya. Soluklanacağı düşleri olur muydu? Düşleri onun en büyük sığınağı olmuştu. İnsan niçin yaşardı sorusunun çokgen yanıtlarında emekli olmuş, yaşamdan emekli olmamış biri olarak sonsuzluğa göçünce bir zeytin ağacının köklerini yaşatmak istiyordu. Ölümün yok olmak değil, değişim ve dönüşümle toprağa karışıp bir çekirdeğe filiz olmak olarak algılıyordu. Çılgınca yaşama akıp gitmek isterken, sızıyordu düşüncelerine umarsızca.
*
Zaman eriyip gidiyor beynimizin kıvrımlarından, içimize damlıyor bunca acılar, anılar…Örümcek ağı gibi mucize dantelin içinde kalıyor izler dizisi…Koskoca dünyanın içinde dünyamıza yakışmayan tuzaklar, oyunlar, aldatmalar, aldanmalar… Yanlış hesap Bağdat’tan dönecek diye bekleye bekleye bir ömür tükettiğimiz o güzelim yıllar…
Soğukkanlılar, sürüngenler, küçücük yarayı kangren yapan sözüm ona doktorlar. Güler yüzlü mesleğine sevdalı hekimler yaşamın diyalektik akışında akıp gidiyor. Alası dışında hayvan, alası içinde insan. Hastane koridorları bir dile gelse…
“Şekerli hastaya derhal yatış yapalım.” Diyen ürperiş dolu anlar. Devlet hastanesinde iki hafta yatışımız. Ölüm korkusu ile sıkı yapılan diyetler sonrası esnek doktor ile tutulan oruçlar yine acilde soluk almalar…
Memleketimde üst kurullar, alt kurullar çığlık çığlığa sağlık masalarında. Ülkemde apandisit ameliyatı yapan doktor umarsız başka başka organlar ölüm çığlığındalar.
Zaman virüslü, ameliyatlı acillerde ölüm kalım savaşı. Hastanelerde ne çok sızılar, ağrılar…Sanki tüm dünya hasta gibisinden sanrılar…Son düzlüğe çıkabilecek miyiz ki….
Korona virüsle ikinci yılımızdayız. Şengül ile Ünal ağrılar ve hastalıklar içinde’ çok şükür yaşıyoruz’ diyerek yaşıyorlardı. Salgın önleyici aşılarını olmuşlardı. Sıradanlığı güzelleştiren minicik umutlarla… Sokak kedilerinin biricik eviydi evleri… Sokak kedisi Tülü (Şengül tüyleri uzun diye öyle deyivermişti) akan çeşmeden eşinin avucunun içinden su içiyordu. Sokağın sekiz kedisini besleyen onlardı. ”Başımızın, gözümüzün sadakası.” “Ağzı dili olmayan masumlar.”
Sessiz canların dilini çoktan çözmüşlerdi. Minicik güzellikleri kıştan yaza çıkarmıştı. İnsansızlıktan yakarıları olmamıştı. Soğumuşlardı ikiyüzlü insanlardan. Dünya soğuyordu sanki.
Yalnızlıkları ürkütmemişti onları. Bir ömürden bir ölüme uzanan döngünün içinde sevgisizlik, kin kusmak niye var ki…
Yaşamda her gün hücrelerimizden biri ölüyor da farkında mıyız? Yaşlılık belirtileriyle uyanıyoruz Şengül, hayat yoldaşını önemse! … Kokusuna kurban olduğum insan kokusu diyen Meryemce gibi… Yalnızlık paylaşılmaz ki koru, sarıl sevdiğine!
Yalnızlık deyince bir filozoftan inciler bırakayım sana. Sen filozofları seversin.
“Yalnızlıktan hoşlanan ya vahşi hayvandır ya da Tanrı.” Aristotales
Yalnızlık ve yaşlılık ikizkenar üçgenin tepe noktasında parlıyordu.
Şengül yüreğinden bir ah çekti. Balkanlara Atamızın doğduğu evini görebilmek kısmet olur mu ki bize? Gençliğinde işin ağırdır, paran yetişmez yaşlılığında ayakların ve bedenin seni çekmez ne garip değil mi? Ömrümüz yeterse….
İyi ki diyordu hayat arkadaşı …Keşke demeyi öteliyordu. Yüreğinin sayfalarını yalnızca kendine okuyan bir adamın keşkeleri olamazdı.
“Karanlıkta mı oturuyorsun canım. Çok oturma ayaz iyi gelmez sana karnın ağrır.”
“Bugün kahveyi çok kaçırmadıysak, kahve yapayım birbirimizin falına bakarız biraz.”
“Sen işini fala bırakmazsın ya neyse…”
Gülüştüler. Kahveli sohbetleri başlayacaktı. Cep telefonu uzun uzun çaldı.
“Abla Balkan turuna gider miyiz sonbaharda.”
Balkan turu diye birkaç kez yineledi.
Şengül’ün bedeni birdenbire dirilmişti.
Hayat arkadaşının sesi geldi” Kahvelerimiz hazır canım.” Çifte kavrulmuş lokum baş köşesinde bekliyordu.
“Sağlık kahvemiz olsun. Sağlıklı yollarımız olsun kısmetse gideriz.”
Birdenbire dizeler takıldı belleğine yine.
“Boğazından lıkır lıkır geçen
Şu suyun kıymetini bil.
…..
Güneş yalnız dirileri ısıtır.
Güneşin kıymetini bil.
HATİCE ALTUNAY
HATİCE ALTUNAY son yazıları (Hepsini Gör)
1

Bu yazıyı da okuyabilirsiniz

Çocukluk Çağımız Daha Güzeldi Sadi Geyik

Anı