Şehriban Tuğrul’un Sandık Yarası öyküsü Yazı Dükkanı Akademisi 1. Ulusal Öykü Yarışma’sında YDA025 kodu ile yarışmıştı.

Gözümün nuru, can torunumla beraber; köşeleri çiçek nakışlı, beyaz, saten bohçayı heyecanla sandıktan çıkardık. Nişanlı torunumun, çeyizine aile yadigârı verecektim. Defne sabunu kokulu bohçayı yavaşça açtım. Torunum, açılan bohçada rengârenk markalı ipek eşarpları, mekik-iğne oyalı, tel kırma ve pullu tülbentleri görünce sevinç çığlığı attı. Öğretmenlik yaptığım köylerde güzel oyalar yaptırmış, yapanlara da maddi katkı sağlamıştım. Annemden kalanlar ise tel kırma işli ve ucu iri pulla oyalanmış elli altmış yıllık örtülerdi. Hepsine hayranlıkla bakıyor, okşayarak dokunuyor, kat kat açıyor, bohçanın üzerine yatıp heyecanla kucaklıyor, “Bu benim, şunu da isterim!” derken gülüşüyorduk. Beş torunuma da benden bir şeyler bırakmak istiyordum. Ona, “İlk göz ağrım, bunları yatağın üzerine serelim, içlerinden beğendiğini seç, al!” dedim.
Torunum, oturduğum yerden ona uzattığım oyalı tülbentleri, ipek eşarpları eline alıyor, onları yüzüne coşkuyla bastırıyor ve nazikçe yatağa seriyordu. Bir eşarbı uzatırken, elim havada bakakaldım. Torunum almak isterken avuçladım vermedim. Elimden aldı, “Anneanne! Kusura bakma ama bu çirkin örtü bunların içine hiç yakışmamış.” dedi. “Evet, kuzum, bana da yakışmamıştı.” derken göz pınarlarımda yaşlar biriktiğini hissettim. Yavaş yavaş katlarını açtığım örtü, başörtüsünden küçük, fulardan büyükçe, kahve ve bej renkli, karışık çizgili, sevimsiz, sentetik ipek bir örtüydü.
Aşağılandığımı, hiç sevilmediğimi hatırlatan bu örtüyü şu zamana kadar saklamıştım. Gözlerimden akan yaşlara hâkim olamadım. Torunum, gözyaşlarımı silmeye çalışarak soran, üzgün gözlerle yanıma oturdu. İçimden hıçkıra hıçkıra ağlamak gelirken torunuma karşı çok utanıyordum. Kırk iki yıl önce incitilmem, yine içimi dağlamış, yaramı tazelemişti. Beni dinlemeyen gözyaşlarıma hıçkırıklarım da eklendi. Bir müddet sonra gözyaşlarım, dağlanan içimi serinletti. Torunumun ısrarı üzerine ona anlatmakta bir sakınca görmedim. O artık çiçeği burnunda nişanlı ve aydınlanma meşalesini devrettiğim, çiçeği burnunda bir öğretmendi. Anlatacaklarımdan ders almalıydı. “Haydi narin çiçeğim, bize bir kahve yap karşılıklı içelim! Ben de sana başörtüsünün hikâyesini anlatayım.” dedim.
Düğünüm
1978 Kasım’ında mezun olunca, baba evine döner dönmez birkaç gün sonra düğünüm başladı. Annemi yeni kaybetmem dolayısıyla yaslıydık. Bu yüzden, altı ay geçmiş de olsa, evimizde çalgı çalınsın istemedim. Bu sırada, anneciğimin el emeği göz nuru hazırladığı çeyizlerim sandığa, “Hayırlı olsun, bir yastıkta kocayın!” dileklerini ileten insanların düğün hediyeleri de bir kenara konuyordu. Okul arkadaşlarımı eğlenemeyecekleri için davet etmemiştim, burada olan arkadaşlarım ise üç dört yıl önce evlenip uzaklara gitmişlerdi. Yani etrafımda genç kızlar veyahut arkadaşlarım yoktu. Yaşlı akrabalar, “Üniversite okursan böyle yalnız kalırsın!” diyorlardı. Gerçekten yapayalnızdım, mutlu olamıyordum.
Damat tarafı başka köydendi, cuma düğün başladı, cumartesi kına yakmaya geleceklerdi. Teyzemin kızı, sabah erkenden beni evine götürdü. Banyo yaptım, kırmızı uzun abiye kıyafetimi giydim, makyajımı yaptım. Öğleden sonra, davul zurna eşliğinde beni o evden alıp evimizin önüne getirdiler. Kına töreninde elime kına yakıp üstüne patiska bez sardılar, bezi bağlayacak kırmızı kurdeleyi getirmemişler; onun yerine eltim, bahçe duvarına yapışık tezek içinden pislikli bir ip çekip çıkardı. Herkesin kahkahası arasında elime bağlamaya çalıştı. Bu duruma çok öfkelenerek elimdeki kınalı bezi çıkarıp yere fırlattım, bana açıktan açığa hakaret ediliyordu sonuçta. Bu hareketim üzerine ortalık buz kesti, sinirlerim tepemde, “İp yoksa bağlanmadan kalsaydı. Ne demek istiyorsunuz?!” diye bağırarak orayı terk ettim. Teyzemin kızından, iki küçük kız kardeşimden ve birkaç yaşlı akrabamdan başka kimsem yoktu ki bu duruma bir ses çıkarsın, bir şeyler söylesin. Damat tarafı çok bozuldu, arabalarına binip gittiler.
Düğün heyecanını başından beri hiç hissetmedim. İlkokul dörtten beri aklımda olan biriyle evleniyordum ama beynim ve hislerim durmuştu. Bir adım sonrasını düşünemiyor ve hayal edemiyordum. Beni kızların okutulmadığı bir zamanda, en son noktaya kadar okutan babama karşı ayıp etmiştim. Bu kanıya varmamın nedeni, nişanlımın babamla bir araya gelmekten kaçınmasıydı. Çok kibirli ve bencil davranışları vardı ve bu da beni korkutuyordu. Kınada yaşanan bu nahoş olay, daha da mutsuz olmama neden oldu. İnsanlar, “İki okumuş evleniyor.’” diye bizi çok yüksekte görüyorlardı ama durumumuz içler acısıydı. Sık sık “Keşke birkaç yıl görev yapıp sonra evlenseydim!” diye içimden geçiriyordum. Âdete göre, yarınki gerdek gecesine ısınmak için, kına akşamı kız evine damadın çerez getirmesi gerekiyordu. Aldığım duyuma göre o buradaydı ama kınadaki olaydan dolayı gelmemişti. Keşke gelse bir de bana sorsaydı. Sonuçta eltim bize karşı iyi niyetli biri değildi, kim bilir ona neler neler anlatmıştı!
Pazar günü erkenden kalktım. Teyzemin kızının yardımıyla saçımı, makyajımı yaptım. Kahvaltıdan sonra, gıyabımda kiralanmış gelinliği giydim, üzerime tam oturmuştu. Önden gelenler, eşyaları hazırladılar ve alıp gittiler. Arkasından da bir gelin arabası, bir dolmuş ve bir traktörle gelin almaya geldiler. Davul zurnanın çaldığı acıklı havalar yetmiyormuş gibi, damadın suratı da asıktı. Erkek kardeşim, öğretmenlik yaptığı yerden gelememişti, onun yerine babam, kırmızı kuşağı belime bağladı. Babamın elini öptüğümde ondan özür dilermişçesine çok ağladım. Ağlayan babama şu anda, “Vazgeçtim.” desem, babam hemen kucağını açardı. Evdekilerle vedalaşıp çıktığımda hıçkırıklarımı tutamıyordum. Gelin alayıyla yol üstündeki mezarlığa uğrayıp, annemi ziyaret ettim. Damadın köyüne varınca köyün içinde korna çalarak dolaştırıldık. Bu süre içinde damatla bir kelime bile konuşmadık. Eve gelince köylüler bir süre avluda oyun oynayıp halay çekti sonra da dağıldılar.
Damatla ve ailece düğün resimleri çekinmemiz benim için büyük sürprizdi. Gün boyu aile fertlerinin, bana karşı suskunluğu dikkatimi çekti. “Ne oluyor, niye kimse benimle konuşmuyor, benim bilmediğim bir sorun mu var? Açıklayın da bileyim.” deyince kaynanam, “Kele gızım! O neşaal laf, hepimiz yorulduk, gonuşacak halımız mı galdı?” deyince, inanmasam da sustum.
Eşim, ilk günümüzde, babamın eşya almadığını, düğün yaptığı için pişman olduğunu söyledi. Ben de, “kız evi eşya almaz ki, sandık içi hazırlar, erkek evi ev eşyası alır, komşu ve akrabalar da kap kacak getirir. Siz, kız kardeşlerin gelin olurken eşya aldınız mı? Sonra bunu nasıl sorun yaparsın? İkimizin de mesleği var, bir ayda aldığımız iki maaşla evimizin eşyasını dizeriz.” dedim. Eşim başı yerde, “Keşke düğün yapmasaydım!” diye tekrarlayınca ben de, “Sanki düğünü salonda mı yaptın? Kuaförde gelin başı mı yaptırdın? Takı, kıyafet mi aldın? Altından kalkılmayacak borca mı girdin? Yoksa! Keşke evlenmeseydik mi demek istiyorsun?” Deyince, “Evet!” dedi. Ev sanki başıma yıkıldı o an dünyam karardı. “Tamam! Şimdi geri dönemem. Tayinim kısa zamanda yapılacak o zaman ayrılırız” dedim.
Ankara’ da yeni hayat
Ertesi gün lapa lapa yağan kar eşliğinde ilçeye istasyona gittik. Tren, on bir yıllık eğitimim süresince beni ya sevdiklerime kavuşturmuş ya da sevdiklerimden ayırmıştı. Şimdi ise kırık bir kalple bilinmez bir geleceğe götürecekti. “Güya kocam olacak bu adamın yanında ne işim var, babamın yanına gitmeliydim!” diye dövünmeye başladığımda tren çoktan Kırıkkale’yi geçmişti. Yıllarca birbirimize sayfalar dolusu mektup yazmış, kısacık bir görüşme için olmadık engelleri aşmıştık. Evlenince, değişen ne olmuştu? Bu kadar değişecekse ne işi vardı benimle? Söyleseydi ayrılacağını, üzülsem de hemen bitirirdim. Kafamda yanıtını bilmediğim çok sorular vardı. Hal böyleyken, yolculuk boyunca görümcem, kocası ve çocuklarıyla uğraşamazdım. Ankara’nın Kayaş İstasyonuna ininceye kadar gözlerimi kapattım. Trenden indirilen eşyaları bir arabaya koydular eşim de o arabayla gitti. Biz de arkasından, yarım saat yürüyerek Karabayır Mahallesinde oturacağımız betonarme eve geldik.
Evde fırınlı ocak ve perdelerden başka, tek kişilik bir somya ve kilimler vardı. Eskişehir’den direkt baba evime gittiğim için evi görmemiştim. Sandık ve bir örtüye sarılmış yatak yorgan gibi eşyaların paketi açıldı. Görümcem tarafından gerekli yerlere yerleştirilmeye başlandı. Çift kişilik yün yatak, tek kişilik somya üstüne kondu. Yorgan, yastık ve üzerine örtü konunca çirkin bir yığıntı oluşmuştu. Yere bir kilim serildi, mutfağa da düğün hediyesi olan kap kacak yerleştirildi. Diğer odaya da tek kişilik yatak yorgan kondu. Hediye verilen bir miktar parayı, eksik eşyaların alınması için vermedim, kendime sakladım. Köyden konulan yiyecekler yenildi, çay içildi. Onlar, yakınımızda olan evlerine gittiler. Ben yer yatağı olan odaya, eşim de somyalı odaya girdi. Sonraları her gece yaşadığım olayları düşünmemeye çalışıyor, bu ortamdan kurtulduğumda beynimin sağlam olmasını istiyordum.
Daha sonraki günlerde, bir arada yaşadığımız için eve bir şeyler alıyor, becerebildiğim kadar yemek yapıyordum. Eşimle beraber yediğimizde tek kelime konuşmuyorduk. Kirlenen çamaşırları küçücük, zayıf ellerimle yıkarken; ellerim birbirine sürtmekten kanıyor, gücüm yetmiyor, ağlıyordum. Görümcemlere ve komşulara küs olduğumuzu sezdirmemeye çalışıyordum. Zaten onlar gibi onu, benimde gördüğüm yoktu. Lisansüstü çalışmam var diye her hafta İstanbul’a gidiyor üç gün gelmiyordu.
Dertleri Zevk Edindim
İki buçuk ay küslüğümüz boyunca iki güne bir Millî Eğitim Bakanlığına gittim. Arkadaşlarım göreve başladı ben ise atanamıyordum. O arada eşimin annesi köyden gelince aynı odada kalmaya başladık, hamileydim. Hamilelik olunca mutlu oluruz sandım. Ama ortam, evliliğimizin ilk günü gibi yine griydi ve bütün çabama rağmen renklendiremiyordum. Kendimi yaşlı, çirkin, beceriksiz, aptal, güvensiz ve çok yalnız hissediyordum. Oysa ben öğrenciliğim boyunca; güzel, neşeli, başarılı, gruplar içinde göze batan kızdım. Yedi yıllık yatılı okul, dört yıllık yüksekokul ve kaldığım öğrenci yurdunda arkadaşlarım tarafından aranan, sevilen biriydim. Ben şimdiki hayatımdan utandığım için arkadaşlarıma mektup yazamıyor, onlar da adres olmadığı için bana yazamıyorlardı. Onlarla haberleşsem, dayanma gücüm artar, acım azalırdı.
Eşim, yine ilk günlerdeki gibi günlerce, aylarca küsüyordu. Neye küstüğünü bilmiyor, şaşkına dönüyordum. Asla karşılıklı sohbet edemiyorduk. Hafta sonu tatilinde olduğu halde pazara
gitmiyor, işten gelirken eve ekmek almıyordu. Öyle cimriydi ki verdiği pazar parasıyla istediğimi alamıyordum. Üstelik neye kaç lira harcadığımı “Ece ajanda defteri ”ne kuruşu kuruşuna yazıyordu. Hamile halimle, pazardan aldığım sebze ve meyveleri getirmek için yarım saat dere tepe yürüyor, zor getiriyordum. Eşim, iş yeri sebze halinin dibinde olduğu halde, oradan alışveriş yapmıyordu. Ekmek için on dakika uzaktaki bakkala gidiyordum. Davranışı kasıtlı olmasa pazara, bakkala gitmek zoruma gitmez, yürüyüş yapıyorum derdim. Canım et istiyordu ama hamileliğim boyunca Kurban Bayramı hariç et yüzü görmedim. O ise çalıştığı kurumda müdür yardımcısı olduğundan etli, sütlü, envaı çeşit yiyor, dengeli besleniyordu. Hamilelik süresince kilo almam gerekirken yerimde sayıyordum.
Bebeğim Dünyam Oldu
Karnımda taşıdığım çocuğum gittikçe büyüyordu. Beş aya yakınken, “Ben buradayım!” der gibi karnımı tekmeledi. Mutfakta şehriye çorbası yaparken eşime müjdeledim. Sadece “İyi.” dedi. Sonraki günlerde tek bir kez olsun karnımı okşamadı. Annelik duygum üstün çıkmasa hamilelik sevincini belki hiç yaşayamayacaktım. Bebeğimin iyiliği için hiçbir şeyi kafama takmamaya çalışıyordum. Onun getirdiği gazetelerden bebek bakımı ile ilgili bilgiler kesip biriktiriyordum. Bakanlığa gitmediğim günlerde bebeğime hırka, yelek örüyordum. Etrafımda görümcem ve birkaç komşudan başka kimsem yoktu. Komşularım, hamile olduğum için ne yapacaklarını şaşırıyorlardı. Ama onlarla mutlu olsam da bana yetmiyordu. Benden büyükler ve dünyalarımız ayrıydı. Evde oyalanmak için radyo dinliyordum. Okuyacak kitap bulamıyordum, kitap almak ise hayaldi. Bankada çalışan kız kardeşim, bana kitap getirince dünyalar benim oluyordu. Kardeşimin çalıştığı bankaya uğrama iznim var ama onun evine gitmeme izin yoktu.
Trende Bayılma
Kız kardeşimi her ziyaretimde o, “Aç mısın, şurada döner yiyelim?” dediğinde içim gidiyor fakat gurur yapıyordum. Yine bir gün, sabahtan Bakanlığa sonra kız kardeşime uğradım. Akşama eve dönerken istasyonda midem kazındı. Simit alayım desem, paramı harcayamazdım, biterse o bana harçlık vermezdi. Tam banliyö trenine binerken bayılacağımı anladım, birisine tutunup beni trene bindirmesini söyledim. Bayılmışım, bir yere oturtmuşlar, camları açmışlar yüzüme kolonya sürüyorlardı. Bense onları duyuyor ama kendime gelemiyordum. Görümcemin evine nasıl geldiğimi bilemedim. Eve gitsem hazırda yemek yok, buzdolabı yok ki bir gün önceki yemek içinde olsun. Aylardan ağustos olunca yemeği dışarıda bırakamıyordum tabii. Görümcem, acele bir şeyler hazırladı, nasıl atıştırdığımı sen düşün kızım. Şekerim çok düşmüş olmalı ki başım çatlayacak, gözüm çıkacak gibi ağrıyordu, nerdeyse ağrıdan aklımı kaçıracaktım. Sonra uyumuşum, akşam yemeğini yine onlarda yedik. Durumum içler acısı değil mi güzel torunum?” “Evet! Anneannem” derken başı yerdeydi torunumun.
Bu arada babam, memleketten onun işyerine gelmiş. Servisle getirmediği gibi ona eşlik edip eve getirmemişti. Canım babam, eşimden iki saat sonra eve geldi. Evi ararken, elleri dolu olan babamın, yorgunluktan adım atacak hali kalmamış, simsiyah olmuştu. Babama karşı, eşimin yaptığı terbiyesizlikten dolayı çok mahcup oldum. Babamı evde yatak yok diye komşuya göndermeye kalkınca çok sinirlendim. Ertesi günü babamla Ulus’a gezmeye çıktık, babam evdeki durumumu sezmişti, çok üzgündü. Beni yemeğe götürdü, harçlık verdi ve memlekete döndü, belki de kalacaktı daha… Arkasından, ben de babamı bu duruma düşüren bir evliliği seçtiğim için çok üzüldüm. Şimdiye kadar çektiğim sıkıntılarımı paylaşacak kimsem olmayınca çözümü her gün yazmakta bulmuştum. Ağlayarak yazıyor ve ferahlamış, kuvvetlenmiş olarak yazdıklarımı yırtıyordum. Kendim ve çocuğum için ayakta kalmalıydım.
Bu süreçte Millî Eğitim Bakanlığına sık sık uğramayı ihmal etmedim. Doğumuma yakın bir zamanda, bir evrakımın eksik olduğunu söylediler. Emindim o belgemin eksik olmadığına, çok şaşırdım. Daha önce söylememelerine de çok şaşırdım. Eşimin iş yeriyle ilgili olan bu evrakı yaptırmak için Ulus’taki çalıştığı yere yürüyerek gittim.
Odasına girerken yerimde çakılıp kaldım. Bayan iş arkadaşı onun masasına yaslanmış ve masanın üstüne ellerini, ellerinin üstüne de başını koymuştu. O da onun karşısında, aynı pozisyondaydı, birbirlerine öyle yakınlardı ki… Gülüşerek, göz göze, kısık sesle konuşuyorlardı. Eşim, etrafı kolaçan etmek için başını kapıya çevirip beni gördüğünde dondu kaldı. Beş vakit namaz kılan, açık kadınları hoş görmeyen, kadın arkadaşı olmayan imajı veren, dindar eşim miydi bu kişi? Ben de sohbet edecek kültüre sahip, eşine cilveli davranabilecek genç bir kadındım. Bu erkekler mutluluğu dışarıda arıyorlardı ama neden? Suskun oturduğum sandalyede bunları düşünürken, evrak hazırlandı ve servisle eve döndük. Benimle konuşmayan adam: Yüzü ve burun ucu kızararak, “Yanlış anlama, o benim bacım.” diye açıklama yapmaya çalıştı. Ben de, “Ne çıkarsa senin gibi, hacı ile hocadan çıkar. Neyin olursa olsun, beni ilgilendirmiyor.” dedim. O gün tamamen ondan soğumuştum, kıskandım mı? Hiç bilmiyorum! Ama o hanımın şık, açık giysisi, yapılı saçları ve renkli yüz makyajı karşısında, döküntü kıyafetim ve renksiz suratımla küçüldüğümü, camdan biblo olup, yere düşmüş gibi kırılıp darmadağın olduğumu hissettim. Kalbim cam kırıklarıyla doldu, içim kanadı.
Minicik, Nohut Burunlu Kızım Şans Getirdi
Doğum yapınca, niye kız oldu davası oldu. Biyoloji öğretmeni olarak eşime, cinsiyeti belirleyenin erkek olduğunu söylediğimde çok bozuldu. Boş verdim olanları, artık hayatımda bir meleğim vardı. Yumuk ellerini, durmadan karnına çekip bıraktığı küçücük ayaklarını ve sağa sola başını döndürerek gerinmesini seyretmek ömre bedeldi. Kısa sürede kırış kırış suratı açılmaya, nohut burnu büyümeye, gözleri anlamlı bakmaya başladı. Kucağıma alırken, giydirirken, altını değiştirirken, banyo yaptırırken zarar vereceğim korkusu geçti. Gittikçe tecrübe sahibi oldum. Gece uykusuz kalsam da hiç dokunmuyor, bezlerini bembeyaz yıkıyor ve ütülüyordum. Bebeğimi sevmelere doyamıyor, nohut burnundan durmadan öpüyordum.
Doğumumdan yirmi gün sonra atamam yapıldı. Göreve başlamaya gideceğim zaman, giyeceğim düzgün kıyafetim yoktu. Öğrencilikten kalma kıyafetlerim ise dar geliyordu. Babam, mezuniyetten önce çok para göndermiş, düğün için gerekli alışverişimi yapmamı istemişti. Eskişehir’in sayılı mağazalarından birkaç çeşit kıyafet, ayakkabı, iç çamaşırı, çanta vb. şeyler almış, yeni aldığım kocaman bavula yerleştirdim. Ama yurttan ayrılacağım gece bavulum çalınmıştı, çok üzüldüm. Düğün olurken erkek tarafının kıyafet alması gerekirken onlar, gelinlik kiralamaktan başka bir şey yapmamışlardı. Eşim hamileliğim boyunca eve et almamıştı ki kıyafet, ayakkabı, çanta alsın.
Nihayet göreve başlayacaktım, kıyamasam da bebeğimi, komşuya bıraktım. Okula gitmeye hazırlanırken eşim, “Başını ört, öyle çıkalım.” dedi. Hayda! Hiç duymadığım ve yapamayacağım bir şeydi. “Bu da nerden çıktı?” deyince, “Öyle.” dedi. “Tamam! Sen işine git, ben gider görevime başlarım.” dedim. Dosyaları koltuğunun altına sıkıştırdı, bana vermedi. “Sandıktan bir örtü al, başına tak.” dedi. Sandıkta başörtüsü yoktu ki… Çok sayıda oyalı tülbent vardı. Çaresizce bakarken, sandıktan bu çirkin örtü geçti elime. İçimden bağırmak çağırmak geliyor, “Ya sabır!” diyordum. Asla kimsenin karşısında ağlamam, ağlamadım da. Ama örtüyü de başıma bağlamadım. Yarım saat yürüyerek Kayaş İstasyonuna gittik, oradan da banliyö treniyle Yenişehir İstasyonunda indik. Yürüyerek Güven Parka vardık. Yıldız Mahallesi dolmuşuna binip okula yakın bir yerde indik. Okula ulaşmamız iki saati bulmuştu. Ankara’nın bir ucundan bir ucuna gidip gelmek sorun olacaktı. İçimden geçeni duymuş gibi, “Buraya biraz devam edeceksin, sonra Kayaş Ortaokuluna aldıracağım.” dedi. Başörtü elimde, okula doğru yürüdük. Okulun önüne geldiğimde, çamur içinde olan ayakkabımı temizleyim derken yırtık olan tarafı daha da açılmasın mı? Islanmış ayak, yırtılmış ayakkabı, bir öğretmene uymayan kıyafetimi düşününce aldı mı beni titreme!
Tam okula girerken, “Başörtünü tak, yoksa ben gidiyorum.” dedi. O an çıldırmış gibiydim, onu öldürmek istedim. Bu zamana kadar çektiğim çileler yetmezmiş gibi bir de üstüne başörtüsü baskısı… Bağıracağım, sesim kayboldu! Kalbim ise tarif edemeyeceğim acı ile çarptı ya da durdu. Kendi kendime, “Lanet olsun, göreve başlamak için takayım, sonrasında ne yapacağımı biliyorum.” dedim. Koridorda ki boy aynasında gördüğüm, dehşet içinde bakan kadın bana çok yabancıydı. Doğumdan dolayı vücudu, elleri, yüzü şişmiş; dudakları morarmış, gözleri kızgın ve kızarmış, kara-sarı yüzü solgundu. Uzun ve rengi atmış dar manto, vücuduna dar gelen eski kıyafetin üstünü örtememişti. Ayakkabıları zaten çamur içindeydi, kenarlarından yırtıkları görünüyordu. En korkuncu da başında mendil gibi duran, kıyafetine hiç uymayan bu başörtüsüydü. Hayır hayır! Ben bu olamazdım. Ben yıllarca en güzel okullarda okumuş, babamın sağladığı maddi imkânlarla prensesler gibi giyinmiştim. Ben bu durumları hak edecek bir şey yapmamıştım. Kendimi sakinleştirmeye çalışırken eşim okul müdürünün kapısını çaldı ben de kendimi yarı ölü içeriye attım.
Müdür ikimizi de baştan ayağa süzdü. Soran gözlerle, “Hoş geldiniz!” dedi. Eşim, “Size, Fen Bilgisi öğretmeni getirdim.” deyince Müdür Beyin, “Hani, nerede?” demesi yok mu? Yer yarılıp içine girsem, ölsem daha iyiydi. Eşim dosyamı müdürün önüne uzattı. Müdür Bey dosyamı incelerken, orta yaşlı bir hanımefendi içeri girdi. Müdür Bey beni tanıttı, ben ise eşim tarafından aşağılanmanın verdiği mahcubiyetle müdür yardımcısı hanıma, başımı kaldırıp karşılık veremedim. Moral bozukluğundan bayılacak gibiydim. Üstüne üstlük göğüslerim sütle dolduğundan ateş gibi yanıyor, kabıma sığmıyor, kendimi patlayacak gibi hissediyordum. Hanım rahatsızlığımı hissetmiş olmalı ki hemen kolonya tuttu. Elimi yüzümü yıkamam için lavaboya götürdü. Bebeğim olduğunu söyleyince, “ bu dönem okula gelme, ben idare ederim.” dedi. Çok rahatsız göründüğümü, gecikmeden doktora gitmemi salık verdi.
Dedenle ayrılmamıza kadar geçen yıllarda, olanları anlatmak için zaman yetmez. Ama kısaca bahsedeyim sana canım benim! Annen altı aylıkken, yaslandığım dağımı, beni seven tek erkeği, babamı kaybettim. Ayrılmak düşüncemde böylece suya düştü. Öksüz ve yetim kardeşlerime maddi ve manevi yardım bile edemedim.
Evliliğimizin yedinci yılında; etek, ceket, gömlek, ayakkabı, çanta alındı. Kız kardeşine aldığı için bana da almak zorunda kaldığından dolayı. Sonraki yıllarda kız kardeşim, ablam Fransa’dan kıyafet getirdiler, o zaman ben karşı gelince hiçbir şey diyemedi. Evimize, dokuz yıl boyunca mobilya, özellikle yatak odası takımı girmedi, hâliyle arkadaşlarımı evime kabul edemedim. Eşya almamasının nedeni, evlendiğimizde babamın bize eşya almamasıymış.
Benim burnumu sürtmek için yıllarca, tek kişilik somya üzerinden sarkan çift kişilik döşekte yatırmış. Ama babam yüzünden beni cezalandıran adam, kendisi baba olarak, çocuklarına beşik almamıştı. Sarkan yatağa dayadığım iki sandalye üstünde büyüttüm iki kızımı. Kasıtlı olarak psikolojik işkence yapmış bana. Ama ben çok iyi ve dayanıklı birisi çıkmışım, ona katlanmışım. Bana, artık ödül olarak mobilya alacakmış. Bunu da arkadaşı ve hanımına, onların onu ayıplayan bakışları altında söylemiş.
Kendi maaşımdan asla harcayamadım canım kızım. Verdiği ev masraflarını, gider hesabına yazmaktan Ece ajanda defteri dört beş adedi buldu. Her gece, “Nereye, ne kadar harcadın? Hesapta yirmi beş kuruş eksik nerede? vb. gibi soruların cevaplarını masaya yazıp koyuyordum, yine de soruyordu. Gecelerden bir gece, soruları yüzünden sinir krizine girip saçlarımı yoldum, yerlerde çığlık çığlığa yuvarlandım da yine sormaktan vazgeçmedi.
Çocuklarımı, beslemem gerekiyordu. Üç yıl sonra artık ayda yarım kilo kıyma, bir tavuk giriyordu evimize. Kıymayı köfte yapıp yeni aldığımız buzdolabına koyuyordum. Çocuklarıma, patates kızartması yanında her gün ikişer köfte kızartıyordum. İlk yaptığım gün bir tane köfte tadıyordum o kadar. Tavuğu dört beş parçaya bölüyor, bir ay idare ediyordum.
Zamanla devlet, memurlara alış veriş fişleri karşılığında vergi iadeleri vermeye başladı. Arkadaşlarım fazla fişlerini bana verince, oradan gelen ve ders ücretimden kaçırdığım paralarla çocukları ayda bir kere pide yemeye götürüyordum. Çok acı bir durum, kendi paramı ondan kaçırıyordum. Çocuklara hazır kıyafet alamayınca, ısrarım üzerine dikiş makinesi aldırdım. Kumaş alıyor, kıyafetler dikiyordum çocuklara. Birkaç yıl boyunca, “Diktiğin dikişle makine parası çıktı mı?” diye soruyordu. Yani, diktiğim elbiseyi mağazadan kaça alırdım, ben kaça mal ettim, aradaki fark on lira diyelim. Dikiş makinesi iki yüz elli lira, o zaman iki yüz kırk lirası kaldı derdi. Bu nasıl bir hastalıktı, hiç adlandıramadım.
Ha! Atamamın yapılması için belge istemişlerdi ya, ben de verdiğimde ısrar etmiştim. Vermiştim ama eşim, içerden birine o belgeyi aldırmış. Tayinimi yaptırmaması; benden ayrılmak istemediği için miydi, bana eziyet için miydi, öğrenemedim. Bu engel olayını, misafirlerimizin olduğu bir ortamda duydum. Atamam yapılmadan önce memurlara bir derece yükselmesi vermişti Ecevit hükümeti. Arkadaşlarına, “Faydalanırdı ama ben tayinini yaptırmadım.” dedi. On iki yıl sonra ağzından kaçırmıştı. Elim, açık kalan ağzımı kapatmış, gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Bir daha tiksindim, geleceğimle oynayan dedenden.
Yükselme Devri
Bizi, altı yıldan sonra kurumun deniz kampına götürdü. Hatta annenin, ilk dişi orada düşmüştü, ne korkmuştu yavrum! Daha sonraki yıllarda cezam kalktığından(!) geç te olsa televizyon, çamaşır, bulaşık makinesi ve araba alındı. Ben de ehliyet aldım. Çocukları okula, kreşe götürmeye başladım. Çocuklar büyütürken aldığım sorumluluklar ve görevim nedeniyle yılların nasıl geçtiğini bilemedim. “Belki bir gün sever!” beklentim gittikçe yeşermeye başlıyordu.
On üç yıldan sonra daha özgürdüm, mutluydum. Denetimli de olsa elime geçen, istediğim yere harcayacağım harçlığım vardı. Çocuklarıma hazır giysiler, triko kazak ve hırkalar alabiliyordum. Arada bir Fransa’dan gelen kız kardeşim, saçımızı yaptırıyor, Ankara’nın güzel yerlerine götürüyordu. İki küçük kız kardeşlerim evlenmiş ve Ankara’ya taşınmışlardı. Onların varlığı beni mutlu ediyor, yalnız olmadığımı biliyordum. Deden ise daha önceleri, “Mastır yapacağım.” diye yıllarca dışardaydı. Eve gelince de “Ders çalışacağım.” diye aramızda olmuyordu. Son günlerde ise sivil kuruluşların oda yönetiminde görev almıştı. Gündüz işte, sonrasında gece yarılarına kadar ve hafta sonları da orada oluyordu. Daha önceleri sadece maaş günü geldiğinde gülen yüzü, sık sık güler olmuştu. Güldüğü zaman keyfime diyecek olmuyordu. Geçmişte olan her şeyi unutuyordum. Hatta hafta sonları, Pazar alış verişimizi yapıyor sonra dışarı çıkıyordu. Gösterdiğim sabrın sonu, mutluluk diye artık huzurluydum.
Tam Mutlu Oldum Derken
Ta ki annesinin, küçük kardeşi ve hanımına yaptığı eziyeti anlattığımda “Benim annem deli mi ki psikoloğa götüreceğim!” diyerek, bana tokat atana kadar. Yıllarca tek taraflı özveriyle sürdürdüğüm evliliğimi o anda bitirme kararlılığıyla, “Bana bak! Evlenmeden önce ne demiştim sana, her şeye katlanırım ama dayağa asla! Kaynanam için kocamdan dayak yemeyim diye okudum, annemin kaderini yaşamak için değil. On çocuğum da olsa o yuvayı bozar giderim demedim mi?” dedim ve o gün çocuklarımı alıp evden çıktım. O an kulak zarım patlarken içimdeki kin ve öfke de patlamıştı. “ Bu zamana gelene kadar çok şeyler yaşadım, onlarda başka sefere…” diyerek konuşmamı kestim. Ağzım fazla konuşmaktan kurumuştu. Nazlı gülümün getirdiği buz gibi suyu bir dikişte içtim. Suyu içer içmez; mutsuz geçen günlerimin kalıntıları, boğazımdan aşağı doğru lıkır lıkır akıp gitti, kuş gibi hafifledim.
Torunum, “ Annanniş! Ne yalan söyleyeyim, aklım erdi ereli dedemle ayrıldığınız için sana kızıyordum. Sen gerekeni yapmışsın hatta geç bile kalmışsın. Haydi kalk, hediyemi seçeyim. Bu çirkin örtüyü de çağrıştırdığı yarasıyla, senin bilmediğin bir çöp kutusuna atayım.” Örtüyü koyduğu poşetin ağzını düğümlerken kurtarıcı edasıyla, “Sandık yarandan kurtarmak da torununun görevi olsun!” dedi.